SAKARYA TÜRKÜSÜ
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..
Necip Fazıl KISAKÜREK
Şiirin yazılış tarihi ve vesilesi:
Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü”nü 1949 yılında trenle bir Ankara dönüsü, bozkırlar arasından yol boyunca kıvrıla kıvrıla akısını seyrettiği Sakarya nehrinin verdiği ilhamla yazmış.
Şiirin Konusu:
Şiirde bireysel ıstıraplar yerine toplum sorunları ön plandadır. Sosyal bir ülkü dillendirilir.
Şiirin konusu, Türk milletinin 1949 yılındaki durumudur.
Bir aksiyon ve dava adamı olarak Necip Fazıl’ın cemiyet şiirlerinin baslıcalarından biri “Sakarya Türküsü-1949” (Çile, s.312) dür. O, bu şiirinde geleceği kuracak olan neslin dava çilesini Sakarya nehri temsilciğinde, onunla özdeşleştirerek veriyor.
Necip Fazıl, Anadolu Oğuz Türklerinin tarihini, hâlini, geleceğini değişik çağrışımlarla özetliyor. Taliplisi olduğu geleceği kurma mücadelesi kolay değildir.
Benimse alınyazım, yokuşlarda susamak.
Yorulmadan, zahmet, çile çekmeden, büyük bir mücadele vermeden bu davayı kazanmak mümkün değildir. Şiirde ayni zamanda bir tarih felsefesi ve yorumu yapılır.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Burada ilk insandan bu yana devam edip gelen iyi–kötü mücadelesine değiniliyor. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hep yan yana birlikte birbirleriyle mücadele ede ede gelmektedir. Bu mücadele de dünya Varolcukça sürecektir. Dolayısıyla bu mücadelenin dışında kalmak mümkün değildir. Mücadelenin gereği olan neyse o yapılacaktır.
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Nehrin yokuşa doğru akma mücadelesi, olmazları oldurma inadı ve azmidir. Necip Fazıl, şiirinde etkiyi ve vurguyu genellikle paradoksal bir yapı içinde ortaya koyar. Burada da o var. Nehir aşağı doğru akar, yokuşa doğru akmaz. Ama Sakarya; ki Sakarya’nın temsilciliğinde Türk milleti, tarih boyunca hep sırtına kursundan ağır yükler yüklenerek büyük isler başarmıştır. Hep imkânsız görünene talip olmuştur. Azim ve kararlılıkla her isin üstesinden gelmiştir.
Türk milletinin tarihî gidişatı ve seyri hep bu yöndedir. Maddeye karsı mana önceliği. Kafasını hiçbir zaman pozitivist mantığa göre kurgulamamıştır. Görünen sebeplere göre sonucu hesaplamamıştır. Dolayısıyla determinizme esir olmadığı için hep hür kalmıştır. Malazgirt Savaşında büyük komutan Alparslan, 250.000 kişilik en modern silâhlara sahip Bizans ordusuna karşı 50.000 kişiyle bir şey yapılamaz; bu sebeplerden zafer gibi bir sonuç çıkmaz, diye düşünseydi bugün buralarda; Anadolu'da, Türkiye'de olmazdık. Öyle “düşünmedi”. “İnandı” ve basardı. Tarihte birçok örnek var buna. Necip Fazıl’ın yukarıdaki mısralarda verdiği son örnek de Millî Mücadeledir.
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Mısralarıyla Millî Mücadelenin destansı boyutuna değiniyor. 1912 Balkan savaşları, 1914 Birinci Dünya Savaşı, 1919 Millî Mücadele süreci içinde tas üstünde tas, omuz üstünde bas kalmamıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ülkeyi fiilen işgal etmiş, en modern silâhlarla boğazımıza dayanmış bir hâlde, her şeyin bittiği sanıldığı bir anda necip Türk milleti, ruhunda barındırdığı tam bağımsız ve bağlantısız, hür yasama isteğiyle son bir Kuvâ-yı Milliye hamlesiyle ayağa kalktı, sanlı bir direnişle ülkesini emperyalist batili işgalcilerden temizledi.
Burada da Necip Fazıl’ın dediği gibi görünen sebeplere itibar etmeyiş ve yalnızca Allah'a dayanma inancı belirleyici olmuştur. O şartlarda görünen sebeplere göre direniş ortaya koymak delilik, çılgınlık olarak görülebilirdi. Nitekim mutlak iman teslimiyeti yerine pozitivist mantığın kıskacında sıkışmış kişiler, basta Atatürk olmak üzere Kuvâ-yı Milliyecilere maceracı, serüvenci, çılgın diyorlardı.
Ama Necip Fazıl’ın deyimiyle Allah isterse sular büklüm büklüm burulur, yani en olmayacak şeyler olur, imkânsız mümkün hâle gelir. Burada Kuran’da geçen “Allah ol! der, olur” ifadesinin bir açılımı var. Pozitivizm, determinizmi esas alır. Yani görünen fiziksel sebepler ne ise sonuç da ona göre ortaya çıkar. İslâm inancında ise sebepler ne olursa olsun Allah’ın dediği olur. Buna göre görünüşte hiç olmayacak gibi görünen şeyler de Allah isterse hemen oluverir. Bu bağlamda Türk milleti, Sakarya’nın yani Anadolu'nun sırtına kendi mührünü vurur, bu topraklar üstünde millî hâkimiyetini sağlar.
Türk milleti, mukaddes yükün hamalıdır. Fakat bu hamallık, Allah rızası için, karşılık beklemeden, tam bir fedakârlık ve feragat içinde yapılan bir hamallıktır. Bu çalışma ve fedakârlığın sonunda rütbe ve mal gibi maddî bir ücret yoktur.
Sair, hâle ve maziye birlikte bakıyor. Hâlin kötü durumuyla mazinin parlak durumu arasında mukayese imkânı veriyor. Tarihin derinliklerine gömülmüş, Kehkeşanlara kaçmış eski güneşler, tarihî Türk büyükleridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Yunus Emre, tozu dumana katan akıncı orduları; yani Necip Fazıl’ın anlayışıyla mana ve madde kahramanları. Bu arada coğrafî anlamda yine büyük Osmanlı hinterlandını üç nehrin simgeselliğinde veriyor: Sakarya, Nil ve Tuna. Sakarya, Anadolu'nun, Nil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın, Tuna da Balkanların simgesidir. Buralar, Osmanlının hâkimiyet alanlarıdır. Sair, Türk-İslâm tarihinin ihtişamını ve bugün onlardan eser kalmayışını değişik unsurlarla hatırlatırken, hem bir hayıflanma içindedir hem de yeni bir hamle için zemin oluşturmaktadır. Bu, yeni nesle tarihsel anlamda öz güven oluşturma zeminidir. Büyük bir tarihi yapan milletin çocukları tarihî misyonuna uygun olarak yeniden büyük bir gelecek kurabilir.
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Sorusu ayni zamanda bir çağrıdır. Şanlı akıncıların, Türk yiğitlerinin yeniden dirilerek, milletini içinde bulunduğu zillet hâlinden kurtarıp tekrar tarihin efendisi yapma isteği saklı burada. Bu zillet hâlini:
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
Mısraı açıkça ortaya koyuyor. Bu gariplik ve paryalık hâli, milletin kendi ruhuna ve değerlerine uygun bir yönetim kademesinden yoksunluğu, millet ve yönetici tabakası arasındaki uyuşmazlığı, bürokrat / aydın kesiminin Türk milletinin ruh köküne ters tutumunu içeriyor.
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
“Bir hayata çattık” ifadesindeki hayat, millî ve manevî değerleri dışlayan, materyalist ve pozitivist; hatta totaliter baskıcı bir hayattır. Sair, Türk milletinin bu devasa yöneticiler tarafından yönetilme durumuna düşürülmesine değiniyor. Bu hayat, bir başka hayata pusu kurmuştur. O bir başka hayat da Türk milletinin tarih boyunca sürdüre geldiği millî ve manevî değerlerle örülmüş yerli olan kendi hayatidir. Batıdan ithal edilmiş yabancı hayat biçimi, yerli hayat biçimini avlamak üzere pusu kurmuştur. Yerli hayati öldürerek yok edecektir.
Maddeci bir hayatin manacı bir hayati bastırması, sadece dünyayı esas alanların, hem dünya hem ahreti esas alanlar üzerinde baskı kurması meselesi üzerinde duruyor sair.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
mısraı bunu işaret ediyor. “Ölümlü yalan”, sadece dünya ile sinirli olan düşünme ve yasama biçimidir. Dünyadan öncesini ve sonrasını yok sayan yaklaşım biçimi. Bir başka ifadeyle din dışı bir hayat kurgusuna sahip olanların dünya görüsü. Bu, ölümlü bir yalandır; fanidir, geçicidir, hakikat ve doğru değildir. Fakat sair:
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
diyerek ölümlü yalan sahiplerinin ebediyen ölüme mahkûm olduklarını, dirilme imkânlarının kalmadığını söylüyor. Sadece dünyaya, maddeye, tensel hazlara, biyolojik gereksinmelerine bağımlı bir hayat sürenleri, “hayat süren leşler” olarak tanımlıyor ve bunların hayatlarını da hayat olarak görmüyor. Bunların ebediyen dirilemeyeceklerini belirtiyor.
Necip Fazıl, sanlı tarih ile sefil hâl arasında gidip gelerek, değerlendirmeler ve mukayeseler yaparak yeni Oğuz nesline yeniden diriliş çağrısı yapıyor:
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!
Şiirin Düşünce Boyutu
Şiir, düşünce bakımından ideolojik bir şiir. Belli bir siyasî ve sosyal, kültürel uygulama biçimini eleştirirken bunun karsısında kendi ideolojik yaklaşımını sergiliyor. İdeolojik bir çatışma sergileniyor. O da seküler batici bir dünya görüsüne karşı Türk-İslâm dünya görüsünün öncelenmesidir.
İzlek: Türk milleti, tarih boyunca büyük çileler, zorluklar çekerek büyük isler başarmıştır. İçine düştüğü olumsuz durumlardan yine imanı, azmi ve büyük zorluklara karsı direnme gücüyle kurtulacaktır.
Duygu: Şiirde sosyal kurtuluş ümidi duygusu telkin ediliyor.
Görüntü
1. Öznel / Resimsel Görüntü: Şiirde öznel / resimsel bir görüntü hâkim. Sair, Sakarya nehrinin akısını kendi izlenimlerine, duygu ve düşüncelerine göre tasvir ediyor. Sakarya nehrini teşhis sanatıyla kişileştiriyor ve “Kursundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;” gibi mısralarda ona kendi izlenimlerini yüklüyor. İzlediği Sakarya nehrinin akısında Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel ve sosyal durumunu görüyor. Ve Türk milletiyle nehir arasında bir özdeşlik kuruyor.
SAKARYA TÜRKÜSÜ
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.
Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..
Necip Fazıl KISAKÜREK
Şiirin yazılış tarihi ve vesilesi:
Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü”nü 1949 yılında trenle bir Ankara dönüsü, bozkırlar arasından yol boyunca kıvrıla kıvrıla akısını seyrettiği Sakarya nehrinin verdiği ilhamla yazmış.
Şiirin Konusu:
Şiirde bireysel ıstıraplar yerine toplum sorunları ön plandadır. Sosyal bir ülkü dillendirilir.
Şiirin konusu, Türk milletinin 1949 yılındaki durumudur.
Bir aksiyon ve dava adamı olarak Necip Fazıl’ın cemiyet şiirlerinin baslıcalarından biri “Sakarya Türküsü-1949” (Çile, s.312) dür. O, bu şiirinde geleceği kuracak olan neslin dava çilesini Sakarya nehri temsilciğinde, onunla özdeşleştirerek veriyor.
Necip Fazıl, Anadolu Oğuz Türklerinin tarihini, hâlini, geleceğini değişik çağrışımlarla özetliyor. Taliplisi olduğu geleceği kurma mücadelesi kolay değildir.
Benimse alınyazım, yokuşlarda susamak.
Yorulmadan, zahmet, çile çekmeden, büyük bir mücadele vermeden bu davayı kazanmak mümkün değildir. Şiirde ayni zamanda bir tarih felsefesi ve yorumu yapılır.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Burada ilk insandan bu yana devam edip gelen iyi–kötü mücadelesine değiniliyor. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hep yan yana birlikte birbirleriyle mücadele ede ede gelmektedir. Bu mücadele de dünya Varolcukça sürecektir. Dolayısıyla bu mücadelenin dışında kalmak mümkün değildir. Mücadelenin gereği olan neyse o yapılacaktır.
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Nehrin yokuşa doğru akma mücadelesi, olmazları oldurma inadı ve azmidir. Necip Fazıl, şiirinde etkiyi ve vurguyu genellikle paradoksal bir yapı içinde ortaya koyar. Burada da o var. Nehir aşağı doğru akar, yokuşa doğru akmaz. Ama Sakarya; ki Sakarya’nın temsilciliğinde Türk milleti, tarih boyunca hep sırtına kursundan ağır yükler yüklenerek büyük isler başarmıştır. Hep imkânsız görünene talip olmuştur. Azim ve kararlılıkla her isin üstesinden gelmiştir.
Türk milletinin tarihî gidişatı ve seyri hep bu yöndedir. Maddeye karsı mana önceliği. Kafasını hiçbir zaman pozitivist mantığa göre kurgulamamıştır. Görünen sebeplere göre sonucu hesaplamamıştır. Dolayısıyla determinizme esir olmadığı için hep hür kalmıştır. Malazgirt Savaşında büyük komutan Alparslan, 250.000 kişilik en modern silâhlara sahip Bizans ordusuna karşı 50.000 kişiyle bir şey yapılamaz; bu sebeplerden zafer gibi bir sonuç çıkmaz, diye düşünseydi bugün buralarda; Anadolu'da, Türkiye'de olmazdık. Öyle “düşünmedi”. “İnandı” ve basardı. Tarihte birçok örnek var buna. Necip Fazıl’ın yukarıdaki mısralarda verdiği son örnek de Millî Mücadeledir.
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.
Mısralarıyla Millî Mücadelenin destansı boyutuna değiniyor. 1912 Balkan savaşları, 1914 Birinci Dünya Savaşı, 1919 Millî Mücadele süreci içinde tas üstünde tas, omuz üstünde bas kalmamıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ülkeyi fiilen işgal etmiş, en modern silâhlarla boğazımıza dayanmış bir hâlde, her şeyin bittiği sanıldığı bir anda necip Türk milleti, ruhunda barındırdığı tam bağımsız ve bağlantısız, hür yasama isteğiyle son bir Kuvâ-yı Milliye hamlesiyle ayağa kalktı, sanlı bir direnişle ülkesini emperyalist batili işgalcilerden temizledi.
Burada da Necip Fazıl’ın dediği gibi görünen sebeplere itibar etmeyiş ve yalnızca Allah'a dayanma inancı belirleyici olmuştur. O şartlarda görünen sebeplere göre direniş ortaya koymak delilik, çılgınlık olarak görülebilirdi. Nitekim mutlak iman teslimiyeti yerine pozitivist mantığın kıskacında sıkışmış kişiler, basta Atatürk olmak üzere Kuvâ-yı Milliyecilere maceracı, serüvenci, çılgın diyorlardı.
Ama Necip Fazıl’ın deyimiyle Allah isterse sular büklüm büklüm burulur, yani en olmayacak şeyler olur, imkânsız mümkün hâle gelir. Burada Kuran’da geçen “Allah ol! der, olur” ifadesinin bir açılımı var. Pozitivizm, determinizmi esas alır. Yani görünen fiziksel sebepler ne ise sonuç da ona göre ortaya çıkar. İslâm inancında ise sebepler ne olursa olsun Allah’ın dediği olur. Buna göre görünüşte hiç olmayacak gibi görünen şeyler de Allah isterse hemen oluverir. Bu bağlamda Türk milleti, Sakarya’nın yani Anadolu'nun sırtına kendi mührünü vurur, bu topraklar üstünde millî hâkimiyetini sağlar.
Türk milleti, mukaddes yükün hamalıdır. Fakat bu hamallık, Allah rızası için, karşılık beklemeden, tam bir fedakârlık ve feragat içinde yapılan bir hamallıktır. Bu çalışma ve fedakârlığın sonunda rütbe ve mal gibi maddî bir ücret yoktur.
Sair, hâle ve maziye birlikte bakıyor. Hâlin kötü durumuyla mazinin parlak durumu arasında mukayese imkânı veriyor. Tarihin derinliklerine gömülmüş, Kehkeşanlara kaçmış eski güneşler, tarihî Türk büyükleridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Yunus Emre, tozu dumana katan akıncı orduları; yani Necip Fazıl’ın anlayışıyla mana ve madde kahramanları. Bu arada coğrafî anlamda yine büyük Osmanlı hinterlandını üç nehrin simgeselliğinde veriyor: Sakarya, Nil ve Tuna. Sakarya, Anadolu'nun, Nil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın, Tuna da Balkanların simgesidir. Buralar, Osmanlının hâkimiyet alanlarıdır. Sair, Türk-İslâm tarihinin ihtişamını ve bugün onlardan eser kalmayışını değişik unsurlarla hatırlatırken, hem bir hayıflanma içindedir hem de yeni bir hamle için zemin oluşturmaktadır. Bu, yeni nesle tarihsel anlamda öz güven oluşturma zeminidir. Büyük bir tarihi yapan milletin çocukları tarihî misyonuna uygun olarak yeniden büyük bir gelecek kurabilir.
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Sorusu ayni zamanda bir çağrıdır. Şanlı akıncıların, Türk yiğitlerinin yeniden dirilerek, milletini içinde bulunduğu zillet hâlinden kurtarıp tekrar tarihin efendisi yapma isteği saklı burada. Bu zillet hâlini:
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!
Mısraı açıkça ortaya koyuyor. Bu gariplik ve paryalık hâli, milletin kendi ruhuna ve değerlerine uygun bir yönetim kademesinden yoksunluğu, millet ve yönetici tabakası arasındaki uyuşmazlığı, bürokrat / aydın kesiminin Türk milletinin ruh köküne ters tutumunu içeriyor.
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
“Bir hayata çattık” ifadesindeki hayat, millî ve manevî değerleri dışlayan, materyalist ve pozitivist; hatta totaliter baskıcı bir hayattır. Sair, Türk milletinin bu devasa yöneticiler tarafından yönetilme durumuna düşürülmesine değiniyor. Bu hayat, bir başka hayata pusu kurmuştur. O bir başka hayat da Türk milletinin tarih boyunca sürdüre geldiği millî ve manevî değerlerle örülmüş yerli olan kendi hayatidir. Batıdan ithal edilmiş yabancı hayat biçimi, yerli hayat biçimini avlamak üzere pusu kurmuştur. Yerli hayati öldürerek yok edecektir.
Maddeci bir hayatin manacı bir hayati bastırması, sadece dünyayı esas alanların, hem dünya hem ahreti esas alanlar üzerinde baskı kurması meselesi üzerinde duruyor sair.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
mısraı bunu işaret ediyor. “Ölümlü yalan”, sadece dünya ile sinirli olan düşünme ve yasama biçimidir. Dünyadan öncesini ve sonrasını yok sayan yaklaşım biçimi. Bir başka ifadeyle din dışı bir hayat kurgusuna sahip olanların dünya görüsü. Bu, ölümlü bir yalandır; fanidir, geçicidir, hakikat ve doğru değildir. Fakat sair:
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
diyerek ölümlü yalan sahiplerinin ebediyen ölüme mahkûm olduklarını, dirilme imkânlarının kalmadığını söylüyor. Sadece dünyaya, maddeye, tensel hazlara, biyolojik gereksinmelerine bağımlı bir hayat sürenleri, “hayat süren leşler” olarak tanımlıyor ve bunların hayatlarını da hayat olarak görmüyor. Bunların ebediyen dirilemeyeceklerini belirtiyor.
Necip Fazıl, sanlı tarih ile sefil hâl arasında gidip gelerek, değerlendirmeler ve mukayeseler yaparak yeni Oğuz nesline yeniden diriliş çağrısı yapıyor:
Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!
Şiirin Düşünce Boyutu
Şiir, düşünce bakımından ideolojik bir şiir. Belli bir siyasî ve sosyal, kültürel uygulama biçimini eleştirirken bunun karsısında kendi ideolojik yaklaşımını sergiliyor. İdeolojik bir çatışma sergileniyor. O da seküler batici bir dünya görüsüne karşı Türk-İslâm dünya görüsünün öncelenmesidir.
İzlek: Türk milleti, tarih boyunca büyük çileler, zorluklar çekerek büyük isler başarmıştır. İçine düştüğü olumsuz durumlardan yine imanı, azmi ve büyük zorluklara karsı direnme gücüyle kurtulacaktır.
Duygu: Şiirde sosyal kurtuluş ümidi duygusu telkin ediliyor.
Görüntü
Öznel / Resimsel Görüntü: Şiirde öznel / resimsel bir görüntü hâkim. Sair, Sakarya nehrinin akısını kendi izlenimlerine, duygu ve düşüncelerine göre tasvir ediyor. Sakarya nehrini teşhis sanatıyla kişileştiriyor ve “Kursundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;” gibi mısralarda ona kendi izlenimlerini yüklüyor. İzlediği Sakarya nehrinin akısında Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel ve sosyal durumunu görüyor. Ve Türk milletiyle nehir arasında bir özdeşlik kuruyor.
AHENK
Sair, şiirde ahengi sağlamak için su uygulamalarda bulunuyor:.
1. Ses Tekrarları:
a. Ünsüz Ahengi: Bilinçli ya da bilinçsiz olarak bazı harflerin sıklıkla tekrarı göze çarpıyor. Şiirin ilk üç mısraında 7 kez “s” ünsüzünün tekrarıyla Sakarya nehrinin kıvrım kıvrım akışı arasında resimsel (görüntüsel) bir paralellik kurulabilir. Ayni şekilde 8 ve 12. mısralar arasında “s” ünsüzü 7 kez tekrarlanarak nehrin akışı esnasında çıkan ses yani su şırıltısı yansıtılmaktadır.
b. Kafiye: Şiirde kafiye uygulaması oldukça basarili ve canlı. Sair en çok zengin ve tunç kafiye kullanmakla kafiye konusunda ne kadar basarili olduğunu ortaya koyuyor. Şiirdeki kafiye uygulamalarını söyle tasnif edebiliriz:
-Tam kafiye: ”burulur- vurulur”, ”gerçek-diriltecek”, ”astan – arkadaştan”
-Tunç kafiye: “akar ya – Sakarya”, “fikir – kir”, “kâinat – inat”, “ne – gövdesine”, “yük – büyük”, “hamal – mal”, “geziyordu – ordu”, “Tekbir – bir”, ”su – pusu”, “kil – akil”.
-Zengin kafiye: “basamak – susamak”, “için – perçin”, ”Sakarya – kanarya”, “Tuna – yurduna”, “bilmeceler – geceler”, ”Sakarya – parya”, ”Anadolu’nun – yolunun”, ”hamurdanız – çamurdanız”, ”kader – gider”, ”havuz – kılavuz”, “angarya – Sakarya”.
-Cinaslı kafiye: Tam cinas: ”ân – an”
2. Kelime Tekrarları:
a. Mısra İçi Kelime Tekrarları: “yanda”, ”birinden”, “eyvah”, “kayna”, “öz”, “hayata”, “böyle”, “onun”.
b. Mısralar Arası Kelime Tekrarı:
-Redif: “burulur – vurulur”, “astan – arkadaştan”, “bilmeceler – geceler”, “Anadolu’nun – yolunun”, “hamurdanız – çamurdanız”.
-Mısra Başı Tekrarı: “Hani”
-İkilemeler: ”kıvrım kıvrım”, “basamak basamak”, “büyük küçük”, “büklüm büklüm”, “çil çil”, “üç beş”.
3. İfade Tekrarı: “Bu dava”, “üç beş damla”
Ses Dalgalanması
a. Vezni: Şiir 7+7 duraklı 14′lü hece vezniyle yazılmıştır.
DIL VE ÜSLÛP
A. Dil
1. Dil Sapmaları: Şiirde dil sapmaları görülmemektedir. Sair, Türkçeyi çok güzel, etkili, canlı ve basarili bir şekilde kullanıyor. O âdeta bir dil virtüözüdür.
2. Konuşma Dili:
-Deyimler: “alin yazısı”, ”yokuşu sökmek”, “kandillere katran dökmek”, “yüz üstü sürünmek”
-Kalıp ifadeler: “böyle gelmiş böyle gider”
3. Cümle: Sair, hemen hemen her mısraı müstakil bir cümle olarak kurgulamış. İki veya daha fazla mısrada tamamlanan cümle yapılarına pek yer vermemiş.
B. Üslûp
-Hitabet Üslûbu: Şiirde hitabet üslûbu egemendir. Şiirde, kitleleri millî dava için, Türk milletinin tarihî, kültürel, siyasî durumu konusunda okuyucuları heyecana getirmek için hitabet üslûbuna yer verilmiş. Bir dava şiiri olduğu için hitabet üslûbuna yer vermesi olağandır. Özellikle vasıta beyitleri hitabete dayalı heyecanı kademe kademe yükseltmekte, son mısraı ise zirveye taşımaktadır.
-Şaşırtma Üslûbu: Ayrıca şaşırtma üslûbuna da yer veriliyor. Bunu sağlamak için de soru sorma ve karşıtlık yöntemlerini kullanıyor.