dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
şiir tahlili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir tahlili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

NECİP FAZIL ''SAKARYA TÜRKÜSÜ ''ŞİİR TAHLİLİ



SAKARYA TÜRKÜSÜ


İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..



Necip Fazıl KISAKÜREK





Şiirin yazılış tarihi ve vesilesi:

Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü”nü 1949 yılında trenle bir Ankara dönüsü, bozkırlar arasından yol boyunca kıvrıla kıvrıla akısını seyrettiği Sakarya nehrinin verdiği ilhamla yazmış.

Şiirin Konusu:
Şiirde bireysel ıstıraplar yerine toplum sorunları ön plandadır. Sosyal bir ülkü dillendirilir.
Şiirin konusu, Türk milletinin 1949 yılındaki durumudur.

Bir aksiyon ve dava adamı olarak Necip Fazıl’ın cemiyet şiirlerinin baslıcalarından biri “Sakarya Türküsü-1949” (Çile, s.312) dür. O, bu şiirinde geleceği kuracak olan neslin dava çilesini Sakarya nehri temsilciğinde, onunla özdeşleştirerek veriyor.

Necip Fazıl, Anadolu Oğuz Türklerinin tarihini, hâlini, geleceğini değişik çağrışımlarla özetliyor. Taliplisi olduğu geleceği kurma mücadelesi kolay değildir.


Benimse alınyazım, yokuşlarda susamak.

Yorulmadan, zahmet, çile çekmeden, büyük bir mücadele vermeden bu davayı kazanmak mümkün değildir. Şiirde ayni zamanda bir tarih felsefesi ve yorumu yapılır.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.

Burada ilk insandan bu yana devam edip gelen iyi–kötü mücadelesine değiniliyor. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hep yan yana birlikte birbirleriyle mücadele ede ede gelmektedir. Bu mücadele de dünya Varolcukça sürecektir. Dolayısıyla bu mücadelenin dışında kalmak mümkün değildir. Mücadelenin gereği olan neyse o yapılacaktır.

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Nehrin yokuşa doğru akma mücadelesi, olmazları oldurma inadı ve azmidir. Necip Fazıl, şiirinde etkiyi ve vurguyu genellikle paradoksal bir yapı içinde ortaya koyar. Burada da o var. Nehir aşağı doğru akar, yokuşa doğru akmaz. Ama Sakarya; ki Sakarya’nın temsilciliğinde Türk milleti, tarih boyunca hep sırtına kursundan ağır yükler yüklenerek büyük isler başarmıştır. Hep imkânsız görünene talip olmuştur. Azim ve kararlılıkla her isin üstesinden gelmiştir.

Türk milletinin tarihî gidişatı ve seyri hep bu yöndedir. Maddeye karsı mana önceliği. Kafasını hiçbir zaman pozitivist mantığa göre kurgulamamıştır. Görünen sebeplere göre sonucu hesaplamamıştır. Dolayısıyla determinizme esir olmadığı için hep hür kalmıştır. Malazgirt Savaşında büyük komutan Alparslan, 250.000 kişilik en modern silâhlara sahip Bizans ordusuna karşı 50.000 kişiyle bir şey yapılamaz; bu sebeplerden zafer gibi bir sonuç çıkmaz, diye düşünseydi bugün buralarda; Anadolu'da, Türkiye'de olmazdık. Öyle “düşünmedi”. “İnandı” ve basardı. Tarihte birçok örnek var buna. Necip Fazıl’ın yukarıdaki mısralarda verdiği son örnek de Millî Mücadeledir.

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Mısralarıyla Millî Mücadelenin destansı boyutuna değiniyor. 1912 Balkan savaşları, 1914 Birinci Dünya Savaşı, 1919 Millî Mücadele süreci içinde tas üstünde tas, omuz üstünde bas kalmamıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ülkeyi fiilen işgal etmiş, en modern silâhlarla boğazımıza dayanmış bir hâlde, her şeyin bittiği sanıldığı bir anda necip Türk milleti, ruhunda barındırdığı tam bağımsız ve bağlantısız, hür yasama isteğiyle son bir Kuvâ-yı Milliye hamlesiyle ayağa kalktı, sanlı bir direnişle ülkesini emperyalist batili işgalcilerden temizledi.

Burada da Necip Fazıl’ın dediği gibi görünen sebeplere itibar etmeyiş ve yalnızca Allah'a dayanma inancı belirleyici olmuştur. O şartlarda görünen sebeplere göre direniş ortaya koymak delilik, çılgınlık olarak görülebilirdi. Nitekim mutlak iman teslimiyeti yerine pozitivist mantığın kıskacında sıkışmış kişiler, basta Atatürk olmak üzere Kuvâ-yı Milliyecilere maceracı, serüvenci, çılgın diyorlardı.

Ama Necip Fazıl’ın deyimiyle Allah isterse sular büklüm büklüm burulur, yani en olmayacak şeyler olur, imkânsız mümkün hâle gelir. Burada Kuran’da geçen “Allah ol! der, olur” ifadesinin bir açılımı var. Pozitivizm, determinizmi esas alır. Yani görünen fiziksel sebepler ne ise sonuç da ona göre ortaya çıkar. İslâm  inancında ise sebepler ne olursa olsun Allah’ın dediği olur. Buna göre görünüşte hiç olmayacak gibi görünen şeyler de Allah isterse hemen oluverir. Bu bağlamda Türk milleti, Sakarya’nın yani Anadolu'nun sırtına kendi mührünü vurur, bu topraklar üstünde millî hâkimiyetini sağlar.

Türk milleti, mukaddes yükün hamalıdır. Fakat bu hamallık, Allah rızası için, karşılık beklemeden, tam bir fedakârlık ve feragat içinde yapılan bir hamallıktır. Bu çalışma ve fedakârlığın sonunda rütbe ve mal gibi maddî bir ücret yoktur.

Sair, hâle ve maziye birlikte bakıyor. Hâlin kötü durumuyla mazinin parlak durumu arasında mukayese imkânı veriyor. Tarihin derinliklerine gömülmüş, Kehkeşanlara kaçmış eski güneşler, tarihî Türk büyükleridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Yunus Emre, tozu dumana katan akıncı orduları; yani Necip Fazıl’ın anlayışıyla mana ve madde kahramanları. Bu arada coğrafî anlamda yine büyük Osmanlı hinterlandını üç nehrin simgeselliğinde veriyor: Sakarya, Nil ve Tuna. Sakarya, Anadolu'nun, Nil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın, Tuna da Balkanların simgesidir. Buralar, Osmanlının hâkimiyet alanlarıdır. Sair, Türk-İslâm tarihinin ihtişamını ve bugün onlardan eser kalmayışını değişik unsurlarla hatırlatırken, hem bir hayıflanma içindedir hem de yeni bir hamle için zemin oluşturmaktadır. Bu, yeni nesle tarihsel anlamda öz güven oluşturma zeminidir. Büyük bir tarihi yapan milletin çocukları tarihî misyonuna uygun olarak yeniden büyük bir gelecek kurabilir.

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Sorusu ayni zamanda bir çağrıdır. Şanlı akıncıların, Türk yiğitlerinin yeniden dirilerek, milletini içinde bulunduğu zillet hâlinden kurtarıp tekrar tarihin efendisi yapma isteği saklı burada. Bu zillet hâlini:

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

Mısraı açıkça ortaya koyuyor. Bu gariplik ve paryalık hâli, milletin kendi ruhuna ve değerlerine uygun bir yönetim kademesinden yoksunluğu, millet ve yönetici tabakası arasındaki uyuşmazlığı, bürokrat / aydın kesiminin Türk milletinin ruh köküne ters tutumunu içeriyor.

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

“Bir hayata çattık” ifadesindeki hayat, millî ve manevî değerleri dışlayan, materyalist ve pozitivist; hatta totaliter baskıcı bir hayattır. Sair, Türk milletinin bu devasa yöneticiler tarafından yönetilme durumuna düşürülmesine değiniyor. Bu hayat, bir başka hayata pusu kurmuştur. O bir başka hayat da Türk milletinin tarih boyunca sürdüre geldiği millî ve manevî değerlerle örülmüş yerli olan kendi hayatidir. Batıdan ithal edilmiş yabancı hayat biçimi, yerli hayat biçimini avlamak üzere pusu kurmuştur. Yerli hayati öldürerek yok edecektir.

Maddeci bir hayatin manacı bir hayati bastırması, sadece dünyayı esas alanların, hem dünya hem ahreti esas alanlar üzerinde baskı kurması meselesi üzerinde duruyor sair.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

mısraı bunu işaret ediyor. “Ölümlü yalan”, sadece dünya ile sinirli olan düşünme ve yasama biçimidir. Dünyadan öncesini ve sonrasını yok sayan yaklaşım biçimi. Bir başka ifadeyle din dışı bir hayat kurgusuna sahip olanların dünya görüsü. Bu, ölümlü bir yalandır; fanidir, geçicidir, hakikat ve doğru değildir. Fakat sair:

Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

diyerek ölümlü yalan sahiplerinin ebediyen ölüme mahkûm olduklarını, dirilme imkânlarının kalmadığını söylüyor. Sadece dünyaya, maddeye, tensel hazlara, biyolojik gereksinmelerine bağımlı bir hayat sürenleri, “hayat süren leşler” olarak tanımlıyor ve bunların hayatlarını da hayat olarak görmüyor. Bunların ebediyen dirilemeyeceklerini belirtiyor.

Necip Fazıl, sanlı tarih ile sefil hâl arasında gidip gelerek, değerlendirmeler ve mukayeseler yaparak yeni Oğuz nesline yeniden diriliş çağrısı yapıyor:

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!

Şiirin Düşünce Boyutu

Şiir, düşünce bakımından ideolojik bir şiir. Belli bir siyasî ve sosyal, kültürel uygulama biçimini eleştirirken bunun karsısında kendi ideolojik yaklaşımını sergiliyor. İdeolojik bir çatışma sergileniyor. O da seküler batici bir dünya görüsüne karşı Türk-İslâm dünya görüsünün öncelenmesidir.

İzlek: Türk milleti, tarih boyunca büyük çileler, zorluklar çekerek büyük isler başarmıştır. İçine düştüğü olumsuz durumlardan yine imanı, azmi ve büyük zorluklara karsı direnme gücüyle kurtulacaktır.

Duygu: Şiirde sosyal kurtuluş ümidi duygusu telkin ediliyor.

Görüntü

1. Öznel / Resimsel Görüntü: Şiirde öznel / resimsel bir görüntü hâkim. Sair, Sakarya nehrinin akısını kendi izlenimlerine, duygu ve düşüncelerine göre tasvir ediyor. Sakarya nehrini teşhis sanatıyla kişileştiriyor ve “Kursundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;” gibi mısralarda ona kendi izlenimlerini yüklüyor. İzlediği Sakarya nehrinin akısında Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel ve sosyal durumunu görüyor. Ve Türk milletiyle nehir arasında bir özdeşlik kuruyor.

SAKARYA TÜRKÜSÜ


İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat?

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kaf dağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya; sâf çocuğu, mâsum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya!..



Necip Fazıl KISAKÜREK

Şiirin yazılış tarihi ve vesilesi:

Necip Fazıl, “Sakarya Türküsü”nü 1949 yılında trenle bir Ankara dönüsü, bozkırlar arasından yol boyunca kıvrıla kıvrıla akısını seyrettiği Sakarya nehrinin verdiği ilhamla yazmış.

Şiirin Konusu:
Şiirde bireysel ıstıraplar yerine toplum sorunları ön plandadır. Sosyal bir ülkü dillendirilir.
Şiirin konusu, Türk milletinin 1949 yılındaki durumudur.

Bir aksiyon ve dava adamı olarak Necip Fazıl’ın cemiyet şiirlerinin baslıcalarından biri “Sakarya Türküsü-1949” (Çile, s.312) dür. O, bu şiirinde geleceği kuracak olan neslin dava çilesini Sakarya nehri temsilciğinde, onunla özdeşleştirerek veriyor.

Necip Fazıl, Anadolu Oğuz Türklerinin tarihini, hâlini, geleceğini değişik çağrışımlarla özetliyor. Taliplisi olduğu geleceği kurma mücadelesi kolay değildir.

Benimse alınyazım, yokuşlarda susamak.

Yorulmadan, zahmet, çile çekmeden, büyük bir mücadele vermeden bu davayı kazanmak mümkün değildir. Şiirde ayni zamanda bir tarih felsefesi ve yorumu yapılır.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.

Burada ilk insandan bu yana devam edip gelen iyi–kötü mücadelesine değiniliyor. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hep yan yana birlikte birbirleriyle mücadele ede ede gelmektedir. Bu mücadele de dünya Varolcukça sürecektir. Dolayısıyla bu mücadelenin dışında kalmak mümkün değildir. Mücadelenin gereği olan neyse o yapılacaktır.

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Nehrin yokuşa doğru akma mücadelesi, olmazları oldurma inadı ve azmidir. Necip Fazıl, şiirinde etkiyi ve vurguyu genellikle paradoksal bir yapı içinde ortaya koyar. Burada da o var. Nehir aşağı doğru akar, yokuşa doğru akmaz. Ama Sakarya; ki Sakarya’nın temsilciliğinde Türk milleti, tarih boyunca hep sırtına kursundan ağır yükler yüklenerek büyük isler başarmıştır. Hep imkânsız görünene talip olmuştur. Azim ve kararlılıkla her isin üstesinden gelmiştir.

Türk milletinin tarihî gidişatı ve seyri hep bu yöndedir. Maddeye karsı mana önceliği. Kafasını hiçbir zaman pozitivist mantığa göre kurgulamamıştır. Görünen sebeplere göre sonucu hesaplamamıştır. Dolayısıyla determinizme esir olmadığı için hep hür kalmıştır. Malazgirt Savaşında büyük komutan Alparslan, 250.000 kişilik en modern silâhlara sahip Bizans ordusuna karşı 50.000 kişiyle bir şey yapılamaz; bu sebeplerden zafer gibi bir sonuç çıkmaz, diye düşünseydi bugün buralarda; Anadolu'da, Türkiye'de olmazdık. Öyle “düşünmedi”. “İnandı” ve basardı. Tarihte birçok örnek var buna. Necip Fazıl’ın yukarıdaki mısralarda verdiği son örnek de Millî Mücadeledir.

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.

Mısralarıyla Millî Mücadelenin destansı boyutuna değiniyor. 1912 Balkan savaşları, 1914 Birinci Dünya Savaşı, 1919 Millî Mücadele süreci içinde tas üstünde tas, omuz üstünde bas kalmamıştı. İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ülkeyi fiilen işgal etmiş, en modern silâhlarla boğazımıza dayanmış bir hâlde, her şeyin bittiği sanıldığı bir anda necip Türk milleti, ruhunda barındırdığı tam bağımsız ve bağlantısız, hür yasama isteğiyle son bir Kuvâ-yı Milliye hamlesiyle ayağa kalktı, sanlı bir direnişle ülkesini emperyalist batili işgalcilerden temizledi.

Burada da Necip Fazıl’ın dediği gibi görünen sebeplere itibar etmeyiş ve yalnızca Allah'a dayanma inancı belirleyici olmuştur. O şartlarda görünen sebeplere göre direniş ortaya koymak delilik, çılgınlık olarak görülebilirdi. Nitekim mutlak iman teslimiyeti yerine pozitivist mantığın kıskacında sıkışmış kişiler, basta Atatürk olmak üzere Kuvâ-yı Milliyecilere maceracı, serüvenci, çılgın diyorlardı.

Ama Necip Fazıl’ın deyimiyle Allah isterse sular büklüm büklüm burulur, yani en olmayacak şeyler olur, imkânsız mümkün hâle gelir. Burada Kuran’da geçen “Allah ol! der, olur” ifadesinin bir açılımı var. Pozitivizm, determinizmi esas alır. Yani görünen fiziksel sebepler ne ise sonuç da ona göre ortaya çıkar. İslâm  inancında ise sebepler ne olursa olsun Allah’ın dediği olur. Buna göre görünüşte hiç olmayacak gibi görünen şeyler de Allah isterse hemen oluverir. Bu bağlamda Türk milleti, Sakarya’nın yani Anadolu'nun sırtına kendi mührünü vurur, bu topraklar üstünde millî hâkimiyetini sağlar.

Türk milleti, mukaddes yükün hamalıdır. Fakat bu hamallık, Allah rızası için, karşılık beklemeden, tam bir fedakârlık ve feragat içinde yapılan bir hamallıktır. Bu çalışma ve fedakârlığın sonunda rütbe ve mal gibi maddî bir ücret yoktur.

Sair, hâle ve maziye birlikte bakıyor. Hâlin kötü durumuyla mazinin parlak durumu arasında mukayese imkânı veriyor. Tarihin derinliklerine gömülmüş, Kehkeşanlara kaçmış eski güneşler, tarihî Türk büyükleridir. Anadolu'nun manevî mimarlarından Yunus Emre, tozu dumana katan akıncı orduları; yani Necip Fazıl’ın anlayışıyla mana ve madde kahramanları. Bu arada coğrafî anlamda yine büyük Osmanlı hinterlandını üç nehrin simgeselliğinde veriyor: Sakarya, Nil ve Tuna. Sakarya, Anadolu'nun, Nil, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın, Tuna da Balkanların simgesidir. Buralar, Osmanlının hâkimiyet alanlarıdır. Sair, Türk-İslâm tarihinin ihtişamını ve bugün onlardan eser kalmayışını değişik unsurlarla hatırlatırken, hem bir hayıflanma içindedir hem de yeni bir hamle için zemin oluşturmaktadır. Bu, yeni nesle tarihsel anlamda öz güven oluşturma zeminidir. Büyük bir tarihi yapan milletin çocukları tarihî misyonuna uygun olarak yeniden büyük bir gelecek kurabilir.

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Sorusu ayni zamanda bir çağrıdır. Şanlı akıncıların, Türk yiğitlerinin yeniden dirilerek, milletini içinde bulunduğu zillet hâlinden kurtarıp tekrar tarihin efendisi yapma isteği saklı burada. Bu zillet hâlini:

Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

Mısraı açıkça ortaya koyuyor. Bu gariplik ve paryalık hâli, milletin kendi ruhuna ve değerlerine uygun bir yönetim kademesinden yoksunluğu, millet ve yönetici tabakası arasındaki uyuşmazlığı, bürokrat / aydın kesiminin Türk milletinin ruh köküne ters tutumunu içeriyor.

Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

“Bir hayata çattık” ifadesindeki hayat, millî ve manevî değerleri dışlayan, materyalist ve pozitivist; hatta totaliter baskıcı bir hayattır. Sair, Türk milletinin bu devasa yöneticiler tarafından yönetilme durumuna düşürülmesine değiniyor. Bu hayat, bir başka hayata pusu kurmuştur. O bir başka hayat da Türk milletinin tarih boyunca sürdüre geldiği millî ve manevî değerlerle örülmüş yerli olan kendi hayatidir. Batıdan ithal edilmiş yabancı hayat biçimi, yerli hayat biçimini avlamak üzere pusu kurmuştur. Yerli hayati öldürerek yok edecektir.

Maddeci bir hayatin manacı bir hayati bastırması, sadece dünyayı esas alanların, hem dünya hem ahreti esas alanlar üzerinde baskı kurması meselesi üzerinde duruyor sair.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

mısraı bunu işaret ediyor. “Ölümlü yalan”, sadece dünya ile sinirli olan düşünme ve yasama biçimidir. Dünyadan öncesini ve sonrasını yok sayan yaklaşım biçimi. Bir başka ifadeyle din dışı bir hayat kurgusuna sahip olanların dünya görüsü. Bu, ölümlü bir yalandır; fanidir, geçicidir, hakikat ve doğru değildir. Fakat sair:

Siz hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

diyerek ölümlü yalan sahiplerinin ebediyen ölüme mahkûm olduklarını, dirilme imkânlarının kalmadığını söylüyor. Sadece dünyaya, maddeye, tensel hazlara, biyolojik gereksinmelerine bağımlı bir hayat sürenleri, “hayat süren leşler” olarak tanımlıyor ve bunların hayatlarını da hayat olarak görmüyor. Bunların ebediyen dirilemeyeceklerini belirtiyor.

Necip Fazıl, sanlı tarih ile sefil hâl arasında gidip gelerek, değerlendirmeler ve mukayeseler yaparak yeni Oğuz nesline yeniden diriliş çağrısı yapıyor:

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!

Şiirin Düşünce Boyutu

Şiir, düşünce bakımından ideolojik bir şiir. Belli bir siyasî ve sosyal, kültürel uygulama biçimini eleştirirken bunun karsısında kendi ideolojik yaklaşımını sergiliyor. İdeolojik bir çatışma sergileniyor. O da seküler batici bir dünya görüsüne karşı Türk-İslâm dünya görüsünün öncelenmesidir.

İzlek: Türk milleti, tarih boyunca büyük çileler, zorluklar çekerek büyük isler başarmıştır. İçine düştüğü olumsuz durumlardan yine imanı, azmi ve büyük zorluklara karsı direnme gücüyle kurtulacaktır.

Duygu: Şiirde sosyal kurtuluş ümidi duygusu telkin ediliyor.

Görüntü

Öznel / Resimsel Görüntü: Şiirde öznel / resimsel bir görüntü hâkim. Sair, Sakarya nehrinin akısını kendi izlenimlerine, duygu ve düşüncelerine göre tasvir ediyor. Sakarya nehrini teşhis sanatıyla kişileştiriyor ve “Kursundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;” gibi mısralarda ona kendi izlenimlerini yüklüyor. İzlediği Sakarya nehrinin akısında Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel ve sosyal durumunu görüyor. Ve Türk milletiyle nehir arasında bir özdeşlik kuruyor.

  AHENK
Sair, şiirde ahengi sağlamak için su uygulamalarda bulunuyor:.
1. Ses Tekrarları:
a. Ünsüz Ahengi: Bilinçli ya da bilinçsiz olarak bazı harflerin sıklıkla tekrarı göze çarpıyor. Şiirin ilk üç mısraında 7 kez “s” ünsüzünün tekrarıyla Sakarya nehrinin kıvrım kıvrım akışı arasında resimsel (görüntüsel) bir paralellik kurulabilir. Ayni şekilde 8 ve 12. mısralar arasında “s” ünsüzü 7 kez tekrarlanarak nehrin akışı esnasında çıkan ses yani su şırıltısı yansıtılmaktadır.
b. Kafiye: Şiirde kafiye uygulaması oldukça basarili ve canlı. Sair en çok zengin ve tunç kafiye kullanmakla kafiye konusunda ne kadar basarili olduğunu ortaya koyuyor. Şiirdeki kafiye uygulamalarını söyle tasnif edebiliriz:
-Tam kafiye: ”burulur- vurulur”, ”gerçek-diriltecek”, ”astan – arkadaştan”
-Tunç kafiye: “akar ya – Sakarya”, “fikir – kir”, “kâinat – inat”, “ne – gövdesine”, “yük – büyük”, “hamal – mal”, “geziyordu – ordu”, “Tekbir – bir”, ”su – pusu”, “kil – akil”.
-Zengin kafiye: “basamak – susamak”, “için – perçin”, ”Sakarya – kanarya”, “Tuna – yurduna”, “bilmeceler – geceler”, ”Sakarya – parya”, ”Anadolu’nun – yolunun”, ”hamurdanız – çamurdanız”, ”kader – gider”, ”havuz – kılavuz”, “angarya – Sakarya”.
-Cinaslı kafiye: Tam cinas: ”ân – an”
2. Kelime Tekrarları:
a. Mısra İçi Kelime Tekrarları: “yanda”, ”birinden”, “eyvah”, “kayna”, “öz”, “hayata”, “böyle”, “onun”.
b. Mısralar Arası Kelime Tekrarı:
-Redif: “burulur – vurulur”, “astan – arkadaştan”, “bilmeceler – geceler”, “Anadolu’nun – yolunun”, “hamurdanız – çamurdanız”.
-Mısra Başı Tekrarı: “Hani”
-İkilemeler: ”kıvrım kıvrım”, “basamak basamak”, “büyük küçük”, “büklüm büklüm”, “çil çil”, “üç beş”.
3. İfade Tekrarı: “Bu dava”, “üç beş damla”
Ses Dalgalanması
a. Vezni: Şiir 7+7 duraklı 14′lü hece vezniyle yazılmıştır.

DIL VE ÜSLÛP
A. Dil
1. Dil Sapmaları: Şiirde dil sapmaları görülmemektedir. Sair, Türkçeyi çok güzel, etkili, canlı ve basarili bir şekilde kullanıyor. O âdeta bir dil virtüözüdür.
2. Konuşma Dili:
-Deyimler: “alin yazısı”, ”yokuşu sökmek”, “kandillere katran dökmek”, “yüz üstü sürünmek”
-Kalıp ifadeler: “böyle gelmiş böyle gider”
3. Cümle: Sair, hemen hemen her mısraı müstakil bir cümle olarak kurgulamış. İki veya daha fazla mısrada tamamlanan cümle yapılarına pek yer vermemiş.
B. Üslûp
-Hitabet Üslûbu: Şiirde hitabet üslûbu egemendir. Şiirde, kitleleri millî dava için, Türk milletinin tarihî, kültürel, siyasî durumu konusunda okuyucuları heyecana getirmek için hitabet üslûbuna yer verilmiş. Bir dava şiiri olduğu için hitabet üslûbuna yer vermesi olağandır. Özellikle vasıta beyitleri hitabete dayalı heyecanı kademe kademe yükseltmekte, son mısraı ise zirveye taşımaktadır.
-Şaşırtma Üslûbu: Ayrıca şaşırtma üslûbuna da yer veriliyor. Bunu sağlamak için de soru sorma ve karşıtlık yöntemlerini kullanıyor.
devamını okuyunuz... >>

YUNUS EMRE:''BANA SENİ GEREK SENİ''ŞİİR TAHLİLİ


YUNUS EMRE ŞİİR TAHLİLİ

Şiir ve Zihniyet: Tasavvufta mutlak sevgili ve dost Allah’tır. Allah’ın dışında¬ki her şey geçicidir. Dünyadaki her şey Allah’a ulaşmak için bir araç olarak görülür. Okuduğunuz şiirde geçen “Bana Seni Gerek Seni” dizesi Allah’a kavuşma arzusunun ifa-desi olarak tekrar edilmiştir. Şiirde gece – gündüz Allah aşkıyla yanıp tutuşan, dünya malına değer vermeyen, Allah aşkını zenginlik ve fakirliğe tercih eden bir dervişin düşünceleri dile getirilmiştir. Bu tasavvuf düşüncesidir. Yunus Emre’nin bu şiirinde 13 ve 14. yüzyılda Türk edebiyatında etkisini hissettiren tasavvuf düşüncesini, dolayısıyla ça¬ğının sanat, kültür ve din anlayışının yansımalarını görmek mümkündür.

Şiirde Ahenk: Yunus Emre’nin bu şiirinde ahenk hece ölçüsü, ve yarım uyakla sağlanmıştır. Verilen örnek şiirin büyük bir kısmı 4+4 duraklı 8′li hece ölçüsüyle yazılmıştır. Ayrıca dörtlüklerin sonunda tekrarlanan “Bana seni gerek seni” dizesi şiire bir ritim katmıştır.

——————beni
Bana seni gerek seni
——————-gün
Bana seni gerek seni
* “n” yarım kafiye / “-i ve –ü” redif



————–sevinirim
————–yerinirim
—————-avurum
Bana seni gerek seni
* “-in” tam kafiye / “-irim” redif

—————öldürür
—————daldırır
—————doldurur
Bana seni gerek seni
* “-l” yarım kafiye / “-dürür” redif

Şiirde koşma kafiye örgüsü kullanılmıştır: aaba, ccca, ddda…

Şiir Dili: Şiir dili, doğal dilden hareketle kurulan yeni bir dildir. Daha çok sözcüklerin mecaz anlamı, ifadenin, söyleyişin coş-kusu, çağrışım ve duygu değeri üzerinde durulur. Tasavvuf düşüncesini dile getiren şiirlerin öğretici¬lik yanı da vardır. Yunus Emre bu düşünceyi geniş halk kitlelerine konuşma diline yakın, sade bir Türkçeyle ulaştırmayı başarabilmiştir.

Açıklık, yalınlık, derinlik, içtenlik ve heyecan, Yunus’un şiirinin başlıca özelliklerindendir. Bu özellikleri şiirlerinde başarıyla uygulayan Yunus Emre için “Tasavvufî halk şiirinin en lirik şairidir” ifadesini kullanmak yanlış olmaz. Tasavvufun en karmaşık heyecanlarını bile kolayca ve güzel bir Türkçe ile anlatışı, Yunus’un Türkçeyi kullanmadaki başarısını gösterir. Bu yönüyle şiirleri sehl-i mümteniye örnek gösterilebilir.

Sözcüklerin ve eklerin yazılışına baktığımızda 13. yüzyılın dil özelliklerini görü¬rüz: “yanaram, vergil, maksudum…”
Şiirde “aşk, âşık, tecelli, sufi” kavramlarına yer verilmesi tasavvuf düşüncesinin özelliğidir.

Okuduğunuz şiirde şiir dilini oluşturan söz sanatlarına da yer verilmiştir:

Tezat : dün ü gün (gece gündüz), varlık – yokluk

Teşbih (benzetme) : Aşk; ateş, zincir ve denize benzetilmiştir. Aşkın bu kavramlara benzetilmesinin sebebi çileli ve zor bir yol olduğunu göstermek içindir.

Telmih :Yusuf Peygamber ile aşk kahramanları Leyla ve Mecnun’un isimleri anılarak bu hikâyelere gönderme yapılmıştır.

Şiirde Yapı: Şiirde anlam ve ses kaynaşmasıyla oluşan birimlere beyit, bent, dörtlük, şiir cümleleri denir. Bu birimler bir düzene bağlı olarak tema etra¬fında toplanarak yapıyı ve nazım şeklini oluşturur. Okuduğunuz şiir sekiz birimden oluşmuştur. Birim değeri ise dörtlüktür. Dörtlük, halk edebiyatı nazım birimidir. Şiirde birimler “aşk” teması etrafında bir araya gelerek “ilahi” nazım şeklini oluşturmuştur.

Şiirde Tema: Şiirin teması tasavvufun en belirgin özelliği olan “Allah aşkı”dır.

Gerçeklik ve Anlam: Şiirde soyut bir gerçeklik olan ilahi aşk anlatılmıştır. Şiirsel gerçeğin ifade aracı imge ve sestir. Şair bunu dile getirirken çeşitli ede¬bi sanatlarla somutlaştırma yoluna gitmiştir. Şiiri okurken aşk derdiyle yanıp tutuşan bir Yunus Emre âdeta bir tablo gibi gözümüzde canlanmaktadır.

Şiir ve Gelenek: Her kuşak kendi dönemini, zevk, anlayış, görgü, bilgi birikimi, düşüncesi ve duyarlılığından yararlanarak bir gelenek oluşturur. Geleneği sürdüren en önemli araçların başında edebi eser ve dil gelir.

Bu şiir, 12. yüzyılda Ahmet Yesevi’yle başlayıp 13. yüzyılda en olgun örneklerini veren tasavvuf anlayışı geleneğine göre ya-zılmıştır.

Metin ve Şair: ilâhî, dinî-tasavvufi edebiyatta; Allah’ın varlığı, birliği, Allah sevgisi gibi konuları işleyen nazım türüdür. Yunus Emre, şiirlerinde tasavvuf düşüncesini ve ilahi aşkı halkın kolayca anlayabileceği bir dille yazmıştır. Bu şiirinde de şairin edebî görüşünü yansıtan bir konuyu (ilahi aşkı) işlediğini görüyoruz. Eserlerinde Arapça ve Farsça sözcüklere de yer vermiştir. Ancak bu sözcükler Türk halkının diline girmiş, konuşulan, anlaşılan sözcüklerdir. Bu yönüyle Yunus Emre’yi Eski Anadolu Türkçesi’nin kurucularından sayabiliriz. Yunus Emre, o dönemde edebiyat dili olarak Türkçeyi, canlı biçimde kullanmıştır. Türkçenin kültür ve edebiyat dili olarak gelişmesine büyük hizmeti olmuştur.

Yunus, şiirlerinde hem ulusal ölçümüz heceyi hem de Araplardan aldı¬ğımız aruzu kullanmıştır. Nazım birimi olarak hem beyit hem de dörtlük kullanmıştır. Şiirlerini daha çok ilâhi, nutuk ya da nefes türünde söyleyen Yunus Emre; hür düşünceli, anlama değer veren, Vahdet-i Vücud inancını ve ilâhî aşkı anlatan bir mutasavvıf şairdir.

Vahdet-i Vücud inancına göre tek gerçek varlık Allah’tır. Ondan gayrı ne varsa, yani bütün evren O’nun yansımasıdır. Allah bilinmeyi dilemiş, kâi¬natı yaratmıştır.

İLAHİ HAKKINDA KISA BİLGİ
                 
• Dinî – Tasavvufi Türk şiirinde Tanrı’yı öven man¬zumelerdir. Dinî yönü ağır basar. Divan şiirinde “tevhid ve münacaat” ne ise tekke edebiyatında ilahi odur, denebilir.
• Tarikatlara göre çeşitli adlar alın Mevleviler’de “ayin”, Bektaşîlerde “nefes”, Gülşenilerde tabuğ, Halvetilerde “durak” Alevilerde “deme” gibi.
• İlâhiler yapı olarak Türk halk edebiyatı nazım biçimlerinden “koşma” biçiminde düzenlenir.
• Hece ölçüsünün genellikle 8′li kalıbıyla, “aaab, cccb, dddb” uyak düzeninde ifade edilir.
• Tekkelerde düzenlenen dinsel törenlerde kendi¬lerine özgü ezgilerle söylenir.
devamını okuyunuz... >>

FUZULİ-SU KASİDESİ ŞİİR İNCELEMESİ

SU KASİDESİ ÇÖZÜMLEMESİ
Kaynak: Bilinmiyor

SU KASİDESİ
Der Na’t-i Hazret-i Nebevi
Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su
Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çare su
Âb-gûndur günbed-i devvar rengi bilmezem
Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvare su
Zevk-i tiğinden aceb yok olsa gönlüm çak çak
Kim mürur ilen bırakır rahneler divare su
Suya versin bağ-ban gül-zarı zahmet çekmesin
Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gül-zare su
Ohşadabilmez gubarını muhharir hattına
Hame tek bakmaktan inse gözlerine kare su
Arızın yadiyhle nem-nak olsa müjganım nola
Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hare su
Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima
Parmağından verdiği şiddet günü Ensar’e su
Eylemiş her katreden bin bahr-i rahmet mevc-hiz
El sunup urgaç vuzu için gül-i ruhsare su
Hâk-i payine yetem der ömrlerdir muttasil
Başini taştan taşa urup gezer avare su
Zerre zerre hâk-i der-gâhina ister sala nûr
Dönmez ol der-gâhtan ger olsa pâre pâre su
Zikr-i na’tin virdini derman bilir ehl-i hatâ
Eyle kim def’-i humar için içer mey-hâre su
Yâ Habibu’llah yâ hayru’l-beşer müştâkinim
Eyle kim leb-teşneler yanip diler hemvâre su
Sensin ol bahr-i keramet kim şeb-i Mirâc’da
Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânıma
Var ümîdim ebr-i ihsânın sepe ol nâre su
Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûli sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su
Hâb-i gafletten olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Hâb-ı hasretten dökende dîde-i bîdâre su
Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam
Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su
Gam günü etme dil-i bîmârdan tiğin diriğ
Hayrdır vermek karanu gecede bîmâre su
İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et
Susuzum bir kez bu sahrâda benim’çün ara su
Ben lebin müştâkiyim zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su
Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr
Aşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftare su
Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek
Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vâre su
Dest-busı arzusiyle ger ölsem dostlar
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su
İçmek ister bölübülün kanın meger bir reng ile
Gül budağının mizâcına gire kurtare su
Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su
Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yi dürr-i istifâ
Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su
Kılmak için tâze gül-zâr-i nübüvvet revnâkın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâre su
Mu’cizi bir bahr-i bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su
Fuzuli

Günümüz Türkçesiyle:
1. Ey gözüm, gönlümdeki ateşlere gözyaşımdan su saçma. Çünkü böyle, alev alev tutuşan ateşlere su fayda vermez.
2. Şu dönen gökyüzü kubbesinin rengi su renginde midir? Yoksa gözümden akan yaşlar mı bu dönen kub¬beyi kaplamıştır, bilemiyorum.
3. Senin kılıç gibi keskin bakışlarının zevkinden gönlüm parça parça olsa şaşılır mı? Su da akarken duvarlarda yarıklar bırakır.
4. Yaralı gönül senin ok temrenine benzeyen kirpiklerinin adını korkarak söyler. Nitekim hasta olan da suyu korkarak, sakınarak azar azar içer.
5. Bahçevan boşuna yorulmasın; gül bahçesini sele versin, mahvetsin. Çünkü bin gül bahçesini sulasa, senin yüzün gibi bir gül açılmaz.
6. Hattatın beyaz kâğıda bakmaktan, uğraşmaktan gözlerine kalem gibi kara su inse, kör olsa, yine de gubar yazısını senin yüzündeki tüylere benzetemez.
7. Güle benzeyen yanağını hatırlayınca ağlarım, kirpik¬lerim ıslansa ne zararı var? Çünkü gül elde etmek için dikene su verilirse boşa gitmez.
8. Gamlı, acılı günümde hasta gönlümden kılıç gibi keskin bakışlarını esirgeme, karanlık gecede hastaya su vermek hayırlı bir iştir, sevaptır.
9. Gönül, sevgilinin ok temrenine benzeyen kirpiklerini iste; onun yokluğunda ateşini, arzunu söndür. Susuzum, bu aşk çölünde bir kez de benim için su ara.
10. Ben sevgilinin dudağına susamışım, sofular ise kevser isterler. Tıpkı sarhoşa şarap içmek, ayık olana da su içmek hoş geleceği gibi.
11. Su galiba o güzel, salınan selvi boylu güzele âşık olmuş ki, her an durmadan onun bulunduğu cennet gibi bahçede dolaşıyor.
12. Sevgilinin bulunduğu yere gitmesin diye toprak olup suyun yolunu tutmalıyım. Çünkü su da benim rakibimdir, oraya gitme-sine göz yumamam.
13. Dostlarım, eğer sevgilinin elini öpemeden, bu arzuyla ölürsem, toprağımdan testi yapıp onunla sevgiliye su verin.
14. Selvi, kumrunun yalvarışına aldırmıyor, dik başlılık ediyor. Eğer su eteğine sarılır, ayağına kapanır ve yalvarırsa, belki onu bu inatçılığından vazgeçirebilir.
15. Gülün dikenli dalı, bülbülün kanını içmek istiyor. Su, bir hile ile gül dalının damarına girer, onun isteğine göre davranırsa belki bülbülü kurtarabilir.
16. Su, Hz. Muhammed'in gösterdiği yola, Müslümanlığa uymakla temiz yaratılışını bütün dünyaya apaçık göstermiştir.
17. Hz. Muhammed insan cinsinin efendisi, seçkin incile¬rin çıktığı denizdir. Onun mucizeleri, kötülerin ateşine su serpip söndürmüştür.
18. Peygamberlik bahçesinin parlaklığını tazelemek için Hz. Muhammed'in mucizesiyle sert taş su çıkarmıştır.
19. Onun mucizeleri âlemde ucu bucağı olmayan engin bir denizdir. Bu denizden kâfirlerin binlerce tapınağını su basıp ateşlerini söndürmüştür.
20. En şiddetli, yakıcı günde parmağından Ensar'ına su verdiğini kim işitse, şaşkınlıktan parmağını ısırır.
21. Onun dostu yılan zehiri içse Âb-ı Hayat olur. Düşmanı ise su içse, içtiği su yılan zehrine döner.
22. Hz. Peygamber abdest alırken avucundaki suyu yana¬ğının gülüne vurunca, bunun her damlasından binler¬ce merhamet denizi dalgalanmıştır.
23. Su ömürler boyunca Hz. Peygamberin ayağının topra¬ğına erişeyim diye başını taştan taşa vurarak başıboş gezer, dolaşır.
24. Su, zerre zerre Peygamberin eşiğinin toprağını parlatıp nurlandırmak ister. Parça parça da olsa o eşiğe varmak isteğinden dönmez.
25. Sarhoşlar, baş ağrılarını gidermek için nasıl su içerlerse, günahkârlarda naatını dillerinden düşürmemeyi dertlerine derman bilirler.
26. Ey Tann'nın sevgilisi, insanlığın hayırlısı! Dudağı susamışlar yanıp nasıl durmadan su isterlerse, ben de seni istiyorum.
27. Sen öyle bir iyilik ve bağış denizisin ki, Miraç gecesinde bolluk ve bereketinin çiğ taneleri yıldızlara ve gezegenlere su yetiştirmiştir.
28. Türbeni tamir edip yenileyen mimara su gerekse güneşin pınarından her an çağıl çağıl berrak sular iner.
29. Cehennem korkusu yanan gönlümü üzüntü ateşleriyle doldurmuş. Bağışlama bulutunun bu ateşlere su serpip söndüreceğin-den umutlanıyorum.
30. Nisan yağmurunun büyük, değerli inciye dönüşmesi gibi, Fuzûlî'nin sözleri de senin naatının bereketinden inci olmuştur.
31. Kıyamet günü gaflet uykusundan uyandığında, ayrılık gözyaşlarını uyanık gözümü suya boğarken
32. Bu günde bağışından nasipsiz kalmayacağını, sana kavuşma pınarının yüzünü görmeye susamış olan bana, su vereceğini umu-yorum.
Fuzûlî
Şiir ve Zihniyet: 16. yüzyıl, klasik şiirin İran şiirinin etkisinden kurtulup ken¬di geleneğini oluşturduğu bir dönemdir. Fuzûlî ve Bakî bu yüzyılın şiirdeki zirve isimleridir. Klasik Türk şiirinin en büyük şairlerinden biri olan Fuzûlî, şiirleriyle yalnız Türk edebiyatının değil, dünya edebiyatının da klasikleri arasına girmiştir.
Okuduğunuz şiir, hem aşk şairi olan Fuzûlî'nin hem de divan şiiri ge¬leneğinin aşk anlayışını yansıtması bakımından önemlidir. Fuzûlî'nin işlediği aşk, daha önce Bakî'nin incelediğimiz örnek gazelinde ele al¬dığı beşeri aşktan farklıdır. Onun ele aldığı aşk maddi, beşeri aşktan başlayarak dinî, tasavvufi bir anlayışla yoğrulan ilâhi aşka geçen bir aşktır.. Şair bu kasidede ta-savvufi bir anlayış ve samimi bir duyguy¬la Allah'ın gönderdiği son peygamber olan Hz. Muhammed'e duyduğu coşkulu bir sevgi, saygıyı ve ona kavuşma arzusunu dile getirmiştir.
Hem dinî hem din dışı mecrada yürüyen divan şiiri geleneğini, besleyen birçok kaynak arasında İslam dini, Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed'in hayatı, mucizeleri ve sözleri önemli bir yer almaktadır. Metinde, Hz. Muhammed'in mucizeleri (18, 19 ve 20. beyitler), miraca yükselmesine (27. beyit) de yer verilmiştir, İslam kültürünün ve peygamber sevgisinin Türk kültürüne etkisini, dolayısıyla divan şiirine yansımasını bu şiirde baştan sona hissetmek mümkündür.
Şiirde Peygamberi seven ve ona ulaşmaya çalışan birini temsil eden "su"; Mevlana'nın Mesnevi'sindeki "ney" gibidir, yani bir semboldür.
Bilindiği gibi divan şiiri geleneğinde aşk, "âşık, maşuk, rakip" (seven, sevilen ve âşığın rakibi) üçlüsü etrafına şekillenir ve anla-tılır. Şiirin 12. beytinde değinilen bu aşk üçgeni, hem dönemin hem de genel ola¬rak divan şairlerinin aşka bakış açılarını yan-sıtması bakımından büyük önem taşır.
Yukarıda anlattıklarımızı edebî eser - zihniyet bağlamında değerlen¬dirirsek; 16. yüzyıla ait bu eserden hareketle dönemim sanat eserlerin¬de İslâmi temaların da yer aldığı sonucuna varabiliriz.

Şiirde Ahenk: Şiirde ritim ve ahenk; geleneksel araçlar olan kafiye, redif ve aruz ölçüsüyle sağlanmıştır. Aruz ölçüsünün "fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbının kullanıldığı şiirde "-e su" sesleri redifi, "-âr" sesleri zengin uyağı oluşturmuştur ( â = a+a). Divan şiirinde gazel kafiye düzeni dediği¬miz "aa, ba, ca, da ..." kafiye düzeni bu şiirde de kullanılmıştır.
a........odlaresu
a.........çâre su
b.....bilmezem ( "-âr" —> zengin uyak)
a....devvâresu ( "-e su" -> redif)
c.......çâk çâk
a......dîvâresu
Şiire ritim katan diğer bir unsur ise bir suyun akışını andıran "Dest-bûsi arzûsiyle ger ölsem dostlar / Kûze eylen toprağum sunun anunla yâre su" dizelerindeki "z, s" seslerinin tekrarıyla oluşan aliterasyondur.
Şir Dili: Coşku ve heyecanı dile getiren metinlerde dil genellikle "sanat¬sal, şiirsel, heyecana bağlı işlevde" kullanılır. Fuzûlî'nin incelediğimiz ka¬sidesinde şiir dilini oluşturan birçok unsur vardır. Başta mazmun ve edebi sanatlar olmak üzere sözcüklerdeki zengin yan anlam da metne şiirsellik katan unsurlardan biridir.
Fuzûlî'nin mazmun bulma ve kullanmadaki ustalığı bu şiirinde de görül¬mektedir. Mazmunları şiirinde bir hasırın telleri gibi örülmüş ve iç içe geç¬miş bir şekilde kullanmıştır.
Mazmunlardan bazıları şunlardır: servi, bağban, (bahçevan) gülzar (gül-bahçesi), gül-i ruhsar (gül yanaklı) bülbül, peykan (ok temreni gibi kirpik), ab-ı hayat...
Şiirde birçok mecaz, imge ve söz sanatı kullanılmıştır:
1. beyit:
• Şairin gönündeki ateşin su ile söndürülmeyecek kadar çok olması; mübalağa,
• Od (ateş) ve su (mecazen aşk ateşi ve gözyaşı) sözcükleriyle; tezat,
• Şairin içindeki acı, ateşe benzetilmiştir. Ancak benzeyen unsur olan "acı" dizelerde geçmeyip sadece kendisine benzetilen kullanıldığı için; açık istiare,
• Bir organ olan "göz"e kişilik verilip ona hitap edilmesi; teşhis,
• Göze hitap edilirken "ey" ünleminin kullanılması; nida,
• Dökülüp saçılan gözyaşları bir amaca yani gönüldeki ateşleri dindirme, söndürme sebebine yönelik akıtıldığı ifade edilerek bilinen bir gerçek, güzel bir sebebe bağlanmak suretiyle; hüsn-i talil,
• "Göz, eşk (gözyaşı), saç(mak) ve "od, dutuşan" sözcükleri anlamca birbiriyle ilgili olduklarından; tenasüp sanatı yapılmıştır.
2. beyit:
• Şairin " gökyüzünün rengi su renginde midir, yoksa benim gözyaşlarını mı onu bu renge bürüdü?" ifadesiyle cevabı bilinen ve cevap beklemeden soru sorma suretiyle; istifham,
• Gökyüzünün mavi olduğu bilindiği halde bilmezlikten gelinmesi; teca-hül-i arif,
• Şairin, gökyüzünü kaplayarak ona rengini verecek kadar çok gözyaşı döktüğünü düşünmesiyle; mübalağa,
• Gökyüzünün su renginde olmasının sebebi, gözyaşlarının gökkubeyi kaplaması gösterilerek; hüsn-i talil,
• Göz, günbed, devvar sözcüklerinin yuvarlak ve dönerek hareket etme özelliğiyle; tenasüp sanatları yapılmıştır.
3. beyit:
• "Ey sevgili, bakışın beni öldürüyor" şeklinde günümüze uyarlanabilecek bir düşünce çeşitli söz sanatlarıyla şiirselleştirilmiştir.
• Sevgilinin bakışı "tîg" yani kılıca benzetilmesi ancak "bakış" sözcüğünün beyitte geçmemesiyle; açık istiare,
• Sevgilisinin kılıç gibi keskin bakışının âşığın gönlünde açtığı yaralar bir örnekle açıklanıyor: "Tıpkı akar suyun duvarda veya su yatağının kenarında yarıklar oluşturması gibi." Bir fikri ispatlamak veya güçlendirmek için atasözü, halk deyimi veya bir örneğin kullanılmasıyla irsal-ı mesel,
• Birinci mısrada "tiğ, gönül ve çâk" sözcükleri sıralandıktan sonra ikinci mısrada bunlarla ilgili tamamlayıcı nitelikte "su, dîvar ve rahn" sözcük¬leri kullanılmıştır. Su, alakası sebebiyle tig ile kılıcın temas ettiği yer olan gönül suyun değdiği yer olan dîvar ile parça parça demek olan çak, yarık anlamına gelen rahne ile leff ü neşr (sözcükler alt alta değil de karışık bir şekilde sıralandığı için müşevveş (karışık) leff ü neşr,
"tiğ gönül, çâk"
"şu, dîvar, rahne"
• Çâk" sözcüğünün birinci mısrada iki defa tekrar edilmesiyle; tekrir sanatı yapılmıştır.
Şiirde Yapı: Bu şiirin nazım şekli kasidedir. Birim değeri beyit (ikilik), birim sayısı 32'dir. Uyak düzeni gazel uyak düzenindeki gibi "aa, ba, ca, da, ea..." şeklindedir.
Kasidenin ilk beytine matla, son beytine makta denir. Şair, takma adını (mahlas) genellikle kasidenin sonlarına doğru söyler. Şairin mahlasının geçtiği beyte "taç beyit" denir. Kasidenin en güzel beytine "beytü'l-ka-sid" (şah beyit) adı verilir. Kaside genellikle din ve devlet büyüklerini öv¬mek amacıyla yazılır. Aruz ölçüsüyle yazılan kasidelerin birim sayısı 31 ile 99 arasında değişir.
Kaside de ele alınan konular belli bir sıra takip edilerek bölümlere ayrılır.
Tam bir kaside altı bölümden oluşur:
Nesib / teşbib, girizgâh, methiye, tegazzül, fahriye, dua.
1. Nesib ya da Teşbib: 15-20 beyitten oluşan kasidenin ilk bölümüdür. Şairler bu bölümde çeşitli betimlemeler yapar, şair-lik yeteneğini ortaya koymaya çalışırlar. Kasideler, nesib (teşbib) bölümlerindeki konuya veya kasidenin redifine göre adlandırılır:
Kaside-i Bahariye: Bahar güzellikleri, çiçekler,
Kaside-i sûriye: Düğün ve eğlenceler
Kaside-i Şıtaiye: Kış mevsimi, kar,
Kaside-i Temmuziye: Yaz mevsimi, sıcaklar,
Kaside-i Ramazaniye: Ramazan ayı, oruç
Kaside-i lydiye: Bir devlet büyüğünün bayramını kutlama
Kaside-i Nevruziye: Nevruz heyecanı ve etkinliklerinden söz eden nesip bölümleridir.
• Kimi kasidelerde rediflerine göre adlandırılır: Sünbül kasidesi, kerem kasidesi, sözüm kasidesi gibi... "Su Kasidesi" bu adlandırmaya örnektir.
• Bazen kasidenin tüm beyitleri bir tema etrafında toplanabilir. Okuduğu¬nuz şiirin nazım şekli / kaside; peygamberlere övgü amacıyla yazıldığı için nazım türü, naat'tır.
• Bu şiirde nesib bölmü 1-15. beyitlerdir.
2. Girizgâh: Kasidenin yazılış amacını ortaya koyan "methiye" bölümüne geçişi belirler. Genellikle tek beyitten oluşan, methi-ye bölümünün başlayacağını belirten bölümdür.
• Su Kasidesi'nde girizgah bölümü 16. beyittir.
3. Methiye:[/b] Tanrı, peygamberler, din veya ve devlet büyüklerinin övüldüğü bölümdür. Beyit sayısı şairin isteğine kalmıştır. Bu bölümde sanatlı, özellikle de mübalağalı bir anlatım tercih edilir. Tarihin, mitolojinin ünlü kahramanlarına telmihte bulunulur. Kahramanlarla kasidenin sunulduğu kişi arasında benzerlikler kurulur. Bu kasidede Hz. Muhammed methedilmiş (övülmüştür). Su Kasidesi'nin methiye bölümü 17-29. beyitlerdir.
[b]4. Tegazzül: Genellikle methiye bölümünden sonra bir fırsat oluşturup kasideyle aynı ölçü ve uyakta söylenen gazeldir. 5-12 beyit arasında değişen bu bölümde şair; aşk, şarap gibi temaları işler. Bu bölüm her kasidede bulunmayabilir.
• Nitekim "Su Kasidesi"nde tegazzül bölümü yoktur.
5. Fahriye: Şairin kendisini, şairlik yeteneğini övdüğü bölümdür. Genellikle şairin mahlasının geçtiği bu bölüme "taç bölüm" adı da verilir. Divan şairleri burada kendilerini genellikle İran edebiyatının büyük şairleriyle karşılaştırmayı yeğlemişlerdir. Su kasidesinin 30. beyti fahriye bölümüdür.
6. Dua: Birkaç beyitten oluşur. Şair, methiye bölümünde övdüğü kişinin başarılı, uzun ömürlü ve talihinin iyi olması için iyi di-leklerde bulunur, dua eder. Su kasidenin 31-32. beyitleri dua bölümüdür.


SU KASİDESİ BÖLÜMLERİ
Nazım şekli: Kaside
Nazım türü: Naat
Birim sayısı: 32
Birim değeri: Beyit
Fahriye (Taç): 30. beyit
Dua: 31-32. beyitler
Nesib/Teşbib: 1 -15. beyitler
Girizgah: 16. beyit
Methiye: 17-29. beyitler
Tegazzül: -----------

Şiirde Tema: Fuzûlî'nin, Peygamberimiz Hz. Muhammed'e karşı beslediği derin sayı ve sevgisinin tasavvufi aşk çerçevesinde övgü dolu sözlerle dile getirilmesidir.
Şiirde Gerçeklik ve Anlam: Şair Hazreti Peygamber'in varlığını, sahip olduğu özellikleri ve ona olan sevgisini, sanatsal gerçeklikle ifade etmiştir. Bu kasidede şair, gerçeği anlatırken, bunu edebî metin olan şiirinde hayaller, mazmunlar, söz sanatları ve çeşitli mecazlarla harmanlamış, ortaya gerçekle ilişkisi olan, ama gerçeğin aynısı olmayan bir dünya çıkarmıştır. Böylece soyut bir gerçeklik olan "aşk, sevgi" somutlaştırılarak dile getirilmiştir.
Şiir ve Gelenek: Bu şiir; zihniyet, ahenk öğeleri, yapı, dil ve tema vb. Bakımından divan edebiyatı geleneği içinde oluşturulmuştur. Övgü konusunu işleyen bu tür şiirler, divan edebiyatı geleneği içinde kaside nazım şekli ile verilmiştir. Hemen her şairin divanında "kaside" bulunur. Yazılan kasidenin bir devlet büyüğüne sunulması ve kendisine kaside sunulan kişinin de şaire "caize" vermesi bir gelenek haline gelmiş; birçok divan şairi bu geleneği sürdürmüştür. (Caize: Şairlerin kasidelerle övdükleri büyükler tarafından kendilerine verilen bahşiş)
Okuduğunuz şiir, Hz.Muhammed'i övdüğü için naat özelliği taşır. Klasik Türk edebiyatında naat yazma geleneği de önemli bir yer tutmaktadır.
Sonuç olarak bu şiir, divan şiiri geleneğinin özelliklerini taşır. Bu özellik şunlardır:
• Şiirin birim değerinin beyit olması
• Aruz ölçüsünün kullanılması
• Mazmun ve mecazlarla yüklü, sanatlı bir söyleyişin bulunması
• Arapça, Farsça sözcük ve tamlamalara yer verilmesi
• Divan şiirinin tasavvufi aşk anlayışını yansıtması
• Naat türünün özelliklerini taşıması
Yorum: Divan şiiri geleneği içinde din ve devlet büyüklerine övgü her dö¬nemde söz konusudur. Edebî türler şekil bakımından değişse de bu övgü geleneği günümüzde de vardır ve övgüde abartılar kaçınılmazdır.
Sanatsal metinlerin yorum sınırları kesin çizgilerle belirlenmemiştir. Anlam birden fazla olabilir. Çok anlamlılık bu metinler için pozitif bir değerdir. Okuyucuya bu anlam modelinde sınırsız yorum yetkisi tanınmıştır.
Sanatsal metinlere yazarın/şairin birden fazla anlam koyduğu düşünülürse, yukarıda bahsedilen anlamın bir ağaca benzetilişi modeli kabul edilebilir. Bu tür metinlerde anlam, ağacın meyvelerinin alttan üste sıralandığı gibi, üst üste istiflenmesiyle oluşmuş olabilir. Burada "yüzeysel anlam", "derin anlam" ya da "yüce anlam" söz konusudur.
• Fuzûlî'nin okuduğunuz şiirinde de anlam katmanları vardır ve her okuyucu sahip olduğu bilgi birikimi ve kültür düzeyine göre bu derinliklere ulaşabilir, şairin sözcüklere yüklediği anlamları kendince yorumlayabilir.
• Divan şiiri geleneği içinde başta Allah, peygamberler, halifeler, din ve devlet büyüklerine derin bir saygı ve sevgi beslenmiş, bu sevgi çeşitli sanat eserleri vasıtasıyla dile getirilmiştir. Genellikle "övgü" teması çerçevesinde gelişen bu ürünler-de zaman zaman abartılı bir üsluba yer verilmiştir.
• Anlatım araçları, dil ve anlatımı değişse de büyükleri övme geleneği günümüzde de kendisini göstermektedir. Özelikle Peygamberimiz Hz. Muhammed'e karşı duyulan derin sevgi şiirlere yansımaktadır. Günü¬müz şairlerinden Nurullah Genc'in yazdığı ve Peygamber sevgisini konu alan "Yağmur" adlı şiir bunun bir göstergesidir.
Metin ve Şair:
• Oğuzların Bayat boyundan olan şairin asıl adı Mehmet'tir. Zamanın geçerli bütün bilimlerini öğrenmiş; Türkçeyi, Arapçayı, Farsçayı çok iyi kullanmıştır.
• Bütün ömrünü Bağdat ve çevresinde geçirmiş. 1556'da çıkan bir veba salgınında Kerbelâ'da ölmüştür.
• XVI. yüzyıl Azeri ve divan edebiyatının en güçlü gazel şairidir.
• Şiirlerinde Azeri şivesinin özellikleri hâkimdir.
• Alçakgönüllü ve dünya malında gözü olmayan şair, maddi yokluk içinde yaşamıştır.
• Geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Fuzûlî, bunu şiirlerinde başarıyla işlemiştir. Mutasavvıf bir şair değildir, tasavvuf onun için bir amaç değil bir araç olmuştur.
• Leyla ile Mecnûn mesnevisinde ile ilahi aşkı işlemiştir. Aşk acısının tasavvufa göre kendisini olgunlaştıracağı anlayışla şiirlerinde aşk acısın¬dan duyduğu mutluluğu dile getirmiştir.
• Hazreti Muhammed için yazdığı "Su Kasidesi" adlı naatı çok ünlüdür.
• Padişaha kasideler yazmış, kendisine bağlanan 9 akçelik maaşı ala¬mayınca, ünlü "Şikâyetname" adlı eserini yazmıştır. Bu eser mektup türündedir. Mektubu, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi'ye sunmuştur.
• Aşk acısını, çaresizliği, yalnızlığı, coşkulu bir lirizmle dile getirmiştir.
• Gazel ve kasideleriyle de tanınmış, Türkçenin bir şiir dili olmasını istemiş, Türk dilini ustalıkla kullanmıştır.
• Söylenmesi kolay gib görünen; ama gerçekte herkesin söylemeyeceği sehl-i mümteni sanatını örnekleyen şiirler yazmıştır.
• Türk edebiyatının Azeri sahası şairlerinden olan Fuzûlî'nin şiirlerinde hem Azeri Türkçesinin hem de XVI. yüzyıl Türkçesinin ses ve söyleyiş özelliklerini görüyoruz. Klasik Türk edebiyatının en büyük ve en lirik şairlerinden olan Fuzûlî, Su Kasidesi ile lirik şiirin ve peygamber sevgisinin en güzel örneklerinden birini vermiştir.
• Fuzûlî, her şeyden önce bir aşk ve ıstırap şairidir. Aşkı, hep hüzün, keder ve acı yönüyle görür. Ayrılık, dert ve üzüntüyü arar,; acı çekmekten hoşlanır. Her kavuşmanın sonunda dayanılmaz bir ayrılık olduğu için kavuşmayı istemez. Şairin gençlik hevesiyle söylediği şiirler maddi ve beşeri aşkı, ilim tahsilinden sonra yazdıkları ise tasavvufi aşkı anlatan şiirlerdir. Fuzûlî'de aşkın böyle beşeri aşktan nasıl yavaş yavaş sıyrılarak ve maddeden uzaklaşarak ilâhi, tasavvufi aşka eriştiği bu kasidesinin dışında en iyi şekilde "Leyla ve Mecnûn" mesnevisinde görülür. Leyla ile Mecnûn'un aşkları okulda maddi bir aşk olarak başlar ve eserin sonunda ilâhi bir aşk haline gelir.
• Tasavvuf, Fuzûlî'nin şiirlerinde önemli bir yer tutar. Fakat o; Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesimî, Ahmet Yesevî, Niyazi-i Mısrî, Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi tasavvufu asıl gaye edinen mutasavvıf şairler gibi değildir. O, tasavvufu sanat yönünden, ilham için uygun bir konu olarak gören bir şairdir. Öncelikle şiir ve sanatı amaçlayan sanatçı, tasavvufu bu sanatın içinde eriterek ifade eder. Kısaca Fuzûlî, önce şair sonra mutasavvıftır. Su Kasidesi'ni inceledikçe bunu görmek mümkündür.
• Arap, Fars ve Türk dillerini çok iyi bilen zamanın geçerli bütün ilimlerini okuyan Fuzûlî, bilgin bir şairdir. Türkçe Divan'ının Mukaddime'sinde (ön sözünde) şiir hakkında düşüncelerini açıklarken şöyle der: ilimsiz şiir, temeli olmayan duvar gibidir. Nasıl ki temelsiz duvar yıkılmaya mahkûm ise ilimsiz şiir de onun gibi yok olmaya mahkûmdur." ilimden yoksun şiirlerin uzun ömürlü olmayacağını belirten Fuzûlî'nin bunu şiirlerinde uyguladığını görüyoruz. Nitekim şairin okuduğunuz kasidesinde geçen şu bilgiler bunun bir delilidir:
1.beyit: "Anâsır-ı Erba'a" dediğimiz bütün maddeleri oluşturan dört ana maddeden (hava, toprak, su, ateş) ikisine (su, ateş) değinmiştir.
2. beyit: Gökyüzüyle (kozmik âlem) ilgili bilgilere yer vermiştir.
3 ve 4. beyit: Ok, mızrak, hançer ve kılıç gibi aletlerin demirinin su verilerek daha sert bir hale geldiği bilgisine sahip oldu-ğu görülmektedir.
4. beyit:[/b] Tıp ile ilgili bilgisini yansıtmıştır. (Ayrıca şairin "Sıhhat ü Maraz" adlı eserinden de tıp ile ilgili geniş bilgi sahibi olduğunu anlıyoruz.)
[b]6. beyit: Hat ve hattatlıkla ilgili bilgisi olduğu anlaşılmaktadır.
• Fuzulî, söz, fikir ve bilgi kudretini daha çok bu kasidesinde aksettirmiştir. Fuzûlî'nin yaşadığı şehir olan Bağdat ile şiir-deki sembol olan "su" arasında bir ilgi var, diyebiliriz. Günümüzde de söz konusu bölgede yaşayan insanlar için su, istenen aranan ve arzulanan en büyük ni¬metlerden biridir. Fuzûlî bu şiirinde, Peygamberimizin, çorak gönüllere, taşlaşmış kalplere "âb-ı hayat" sunan, insanları hidayet pınarlarına ulaştıran bir mürşit ve bir rahmet kaynağı olduğunu tasvir etmiştir.
devamını okuyunuz... >>

NECİP FAZIL KISAKÜREK- ZAMAN ŞİİR TAHLİLİ

ZAMAN
Nedir zaman, nedir?
Bir su mu, bir kuş mu?
Nedir zaman, nedir?
İniş mi, yokuş mu?
Bir sese benziyor;
Arkanız hep zifir!
Bir sese benziyor;
Önünüz tüm kabir!
Belki de bir hırsız;
İzi, lekesi var.
Belki de bir hırsız;
O yok, gölgesi var.
Annesi azabın,
Sonsuzluk, şarkısı.
Annesi azabın,
Cinnetin tıpkısı.
İçimde bir nokta;
Dönüyor aleve.
İçimde bir nokta;
Beynimde bir güve.
Akrep ve yelkovan,
Varlığın nabzında.
Akrep ve yelkovan,
Yokluğun ağzında.
Zamanın çarkları,
Sizi yürütüyor!
Zamanın çarkları,
Beni öğütüyor.
Zaman her yerde ve
Her şeyin içinde.
Zaman her yerde ve
Acem'de ve Çin'de.
Kime kaçsam ondan;
Ha yakın, ha ırak?
Kime kaçsam ondan;
Ya sema, ya toprak...
Necip Fazıl Kısakürek

“ZAMAN” ŞİİRİNİN BİÇİMSEL İNCELEMESİ:
Necip Fazıl Kısakürek, ilk şiirlerinde aruz veznini kullanmış olmasına rağmen daha sonra hece ölçüsüyle yazmaya başlamıştır. Onun hece ölçüsüyle yazmasına içinde bulunduğu döneminde büyük etkisi vardır.
Şiir dörtlükler halinde ve altılı hece ölçüsüyle yazılmıştır. Redif ve kafiye ustalıkla kullanılmıştır. Tüm kafiye çeşitlerini bu şiirde görebiliriz.

-------- nedir?
-------- kuş mu?
-------- nedir? == redif ve zengin kafiye
-------- yokuş mu?

KAFİYE DÜZENİ:
---------------- a
---------------- b
---------------- a
---------------- b
---------------- c
---------------- d
---------------- c
---------------- d

ZAMAN ŞİİRİNİN TAHLİLİ:
İlk şiir örnekleri, korku ve yalnızlık temasına dayalı insanın iç dünyasına yönelen çalışmalardır.
İkinci dönem diyebileceğiz 1935 sonrasında daha çok şiirlerinde Allah, ölüm, ve zaman konularına yer verdi. Dönemin sorunlarına ve insanılığa bir çözüm olarak gördüğü fikirlerini ifade edebilmek için şiiri büyük ölçüde kullandı. Şiire dair görüşlerini Poetika adlı çalışmasında dile getirdi. 1970 li yıllarda daha önce çeşitli isimler adı altında yayımladığı şiirlerini özellikle benimsediklerini Çile isimli şiir kitabında topladı. Necip Fazıl’ın şiirinde değişimin temel nedeni olarak onun ideolojisini değiştirmesi ve mükemmeliğe ulaşma çabası gösterilebilir. Nitekim bu değişim ve reddetmeler sonunucunda onun 200’den fazla şiirinden sadece 48 tanesi değişmeden kalabilmiştir. Sürekli olarak ritimde ve içerikte mükemmeli yakalama çabası ve şiirin amacı olarak hakikati bulmayı dile getirmesi onun şiire bakışını kısaca ifade eder.
Şair zamanı bir suya, bir kuşa, bir inişe ve bir yokuşa benzetmektedir. Çünkü zaman, hayatın bir parçasıdır. Hayat bir suya benzer. Çünkü ırmaktan akan bir su, bir daha aynı noktadan geçmemektedir. İnsan aynı dakikayı bir daha yaşayamadığı gibi. Hayat bir kuşa benzer. Çünkü kuşu yakalamak çok zordur. Zamanı yakalamak bir kuşu yakalamaktan da zordur. Hayat bir iniş ve yokuştan ibarettir. Belli bir yaşa kadar yani gençliğin bitimine kadar zorla çıkarsınız merdivenleri, belli bir yaştan sonra ise birden inişe geçer ve neye uğradığınızı şaşırırsınız. Yani şaire göre hayat su, kuş, iniş ve yokuştur.
Zaman bir sese benzemektedir şaire göre. O sesi duyup arkanıza yani geçmişe baktığınızda hiç bir şey görülmemektedir. Her şey tarihin tozlu sayfaları arasında kalmıştır. Geriye dönmek isteseniz karanlıkta kaybolursunuz. Geleceğe baktığınızdaysa ölümden başka bir şey görülmemektedir. Yani şaire göre zaman; geriye dönüşü olmayan bir yol, gelecekse ölüme yaklaşmanın göstergesidir.
Şaire göre zaman bir hırsızdır. Çünkü en önemli şeyi elimizden alamktadır. Ömrümüzden saniyeler, dakikalar çalmaktadır. Bu hırsızlığı yaparken bazı izler bırakmaktadır. Bu izler şunlardır: Saçlarımıza düşen aklar,yaşımızın ilerlemesi gibi bir çok şeyler.
Zaman bir yanda sonsuzluğu simgelerken bir yanda da cinneti simgelemektedir. Zaman sonsuzdur. Çünkü bir kişi ölüp başkası doğmaktadır. Yani zaman devingen bir şeydir.
Zamanın çarkları olan akrep ve yelkovan bir ayağını varlığa atmışken diğer ayağınıysa yokluğa atmıştır. Yani şairin demek istediği yaşamla ölüm arasındaki ince sınırdır.
Zamanın sürekli akıp gittiğinin farkında olmayanlar için hayat gayet normal geçmektedir. Şair zamanın akıp gittiğini farketmekte ve ürpermektedir.
Dünyanın bir ucundan diğer ucuna da gitseniz zaman yine sizinledir. İster Acem’e ister Çin’e gidin zaman yine sizinledir.
Ne kadar uzaklaşsanız yine onunlasınız. Çünkü zaman her şeyi kuşatmıştır. Gökyüzü ve toprak gibi insanı kuşatmıştır.
devamını okuyunuz... >>

OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ TAHLİLİ

A) ŞİİRİN BİÇİM YÖNÜNDEN İNCELENMESİ

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
N'eylesin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında
Cahit Sıtkı Tarancı

Otuz beş yaş şiiri yedi beşlikten oluşmuştur. Şiir 11’li hece ölçüsüyle yazılmıştır.

Kafiye , Kafiye Şeması ve Redif

yarısı eder. a eder ve gider’deki –er; redif
ömrün. b -er; tam uyak
cevher, a -ün; tam uyak
bugün, b
gider. a
yağdı ne? c -üz; tam uyak
çizgili yüz? d -lar; redif
halkalar? e -a; yarım uyak
görünüyorsunuz d
aynalar? e
insan! f -an; tam uyak
baksam ben değilim: g ben değilim; redif
heyecan? f -am; tam uyak
adam ben değilim g
yalan. f
ilk aşkımız; h -ir; tam uyak
gelir. ı -ımız; redif
başladığımız h -k,-ğ; yarım uyak
bir bir; ı
yalnızlığımız h
varmış! j -mış; redif
sert olduğunu. k -ar; tam uyak
yakarmış! j olduğunu; redif
dert olduğunu, k -ert; zengin uyak
anlarmış. j
sonbahar! l -ar; tam uyak
benimsediğim. m -kim; tunç uyak
kuşlar? l
Ölen kim? m
tarumar. l
başında. n -ında; redif
uyanamadın olacak o -aş; tam uyak
yaşında? n olacak; redif
saltanatın olacak. o -ın; tam uyak
taşında n

B)ŞİİRİN İÇERİK YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
1.BENT: Dante, Sevgi Gökdemir ve Ayvaz Gökdemir’in dediğine göre; İtalyan şairi, otuz yaşında iken siyasete atılmış, otuz beş yaşındayken rakip taraf duruma hakim olunca kaçmış, sonunda rakipleri tarafından dâimi sürgünlüğe ve ele geçtiği takdirde diri diri yakılmaya mahkûm edilmişti. Bu arada meşhur eserini( İlahi Komedya) “Hayat yolunun ortasında kendini karanlık bir ormanda buldum” diye başlıyor diyorlar. Tarancı da Dante’den esinlenerek başlamış şiirine.
Şair otuz beş yaşın hayat yolunun yarısı olarak kabul ediyor. Artık bu yaştan sonra bütün canlılığın yavaş yavaş azaldığını ölümün yaklaştığını belirtmek istemiş. Devletlerin doğuşu( kuruluşu ) vardır. Yükselme dönemi, duraklama dönemi ve çökme dönemi vardır. Burada da şair insan hayatının yükselme devrinin sonunu otuz beş yaş olarak kabul ediyor. Bu yaştan sonra artık insan duraklamaya başlıyor ve daha sonrasında da hayat sona eriyor. Delikanlılıktaki cevher, canlılık, delidoluluk, hayata sıcacık bakmaların geçici olduğunu, biz ne kadar istesek de bu günlerin biteceğini vurguluyor.
2.BENT: Şair sûretindeki değişikliği aynaya bakarak farkediyor. Saçlarının yavaş yavaş beyazladığını, yüzündeki yaşlılık çizgilerini, gözünün altındaki mor halkaları farkediyor ve önceden olan( genç iken ) yüzünün güzelliğini, pürüzsüzlüğünü hatırlayıp, aynaların kendine düşman göründüğünü söylüyor. Kendini güzel, genç göstermediğinden yakınıyor. Fakat yaşlandığının da farkındadır.
3.BENT: Şair artık yavaş yavaş yaşlandığının farkındadır. Önceden çekilmiş olduğu resimlere bakınca resimdeki kendisiyle aslının birbirine benzemediğini görüyor. Eskiden olan heyecanı, canlılığı, gençlik duyguları artık kaybolmuş. Yüzü eskisi gibi gülmüyor artık. Resimlerdeki gülen adamı kendisine benzetemiyor. Artık hayatından şüphe ediyor, kaygıya düşüyor. Her an ölüm gelebilir. Kaygısız olduğu yalanmış, kaygı duyuyor artık.
4.BENT: Bu dizelerde diğer şiirlerinde olduğu gibi yalnızlıktan bahsediyor. İlk aşkını hayal meyal hatırlıyor. Şairden şimdi o kadar uzaklaşmıştır ki, hatırası bile yabancı gelir. O duygular, o hayaller, o heyecan ve ümitler sanki bir zamanlar onun değilmiş, onları yaşamamış gibi şaire uzak, yabancı geliyor. Gençlik yıllarında her zaman beraber olduğu arkadaşları, dostları artık yanında yok, hepsinden yolları ayrılmış. Hepsi bir tarafa dağılmış, yapayalnız kalmış hayatta.
5.BENT: Gökyüzünün rengini genel olarak mavi diye biliriz. Zaten gökyüzü denince akla mavi, açık, güzel bir görüntü olarak algılarız. Gençliğin de verdiği canlılıkla sadece gökyüzünün güzel yanlarını görmek isteriz, öyle hatırlamak isteriz. Fakat yaşlanınca artık gerçekler gözümüze gözükür ve şair de gökyüzünün başka renklerini farkediyor. Taşın sert olduğunu, suyun insanı boğduğunu, ateşin ise yaktığını farkediyor. Artık hayatın tozpembeliğini aşıp gerçekleri görebiliyor.
6.BENT: Ayva sarı, nar kırmızı ; demek ki her yıl biraz daha benimsediği sonbahar mevsimindeymiş şair. Sonbaharı biraz daha benimsemesinin sebebi , 35 yaşı, ömrün ortası, hayatın güze dönüş noktası olarak kabul etmesidir. Bu yaştan sonra şair, artık sararan ayva, kızaran nar gibi her an dalından koparılmayı bekliyor. Neden dönüp duruyor havada kuşlar ? Kuşların havada dönüp uçması, hastalıklı, ölmesi yakın canlıyı yırtıcı kuşlar anlar ve peşini bırakmadan takip eder. Şair de kendini artık yaşlı hissettiği için, ölüme yakın hissettiği için böyle soruyor kendine.
7.BENT: Her insanın ölümü tadacağını söylüyor. Hiçbir insan ebedi olmayacak. Burada tasavvufi bakış açısıyla yaklaşmıştır. Ebedi uykuya yatıp daha uyanmayacağız. Gözlerimizi son defa kapattığımızda ebedi uykuya dalacağız ve daha uyanmayacağız. Bu ölüm ne zaman, nerde, ne şekilde, kaç yaşında olacağı da bilinmez. Şair en sonda ince bir istihza (olay) ve büyülü Divân şâiri Bâkî’nin : “Kadrini seng-i musallada bilip ey Bâkî – Durup el bağlayalar karşında yârân sâf sâf” olarak vasıflandırıyor. Yani bir namazlık saltanatın olacak sen musalla taşında yatıca padişah huzurunda durdukları gibi herkes senin önünde ellerini bağlayacak.

Tarancı’nın ilk şiirlerinde görülen yalnızlık ömrü boyunca onun şiirine sinmiştir. Aile ocağından ayrı İstanbul’da tek başına yaşamanın Tarancı üstünde bıraktığı bir etki olarak bilinen yalnızlık Tarancı’yı içkiye yönlendiren nedenlerden biri olarak düşünülmüştür. İçki sayesinde kendisini mutlu ve neşeli yapan bir dünyaya gittiği düşünülebilir. Fiziksel görünüşünün onun ruhsal yaşamını etkilediği, bu yüzden de yalnızlık duygusunun arttığı söylenebilir. Otuz Beş Yaş şiirinde yalnızlık duygusunun arttığı ve dostlarının yavaş yavaş yaşamdan göçmelerinin de onu etkilediği görülür. Yalnızlık duygusu içinde zamanın geçmediğinden yakınır fakat yinede kaderini kabul eder ve yalnızlık içinde geçse de yaşamın yaşam olduğunu ve herkesin aslında yalnız olduğunu savunur.
• Bireyden, aynadaki görüntüsünden yola çıkarak ölüm ve fanilik konularına değinmiştir. Genele gitmiştir.
• Bu şiir ömrün yarısına varmanın bilincine ermiş bir insanın, ölümden duyabileceği ürpertiyi dile getirmiştir. Buna rağmen şair ölümün herkesin başında olduğunu düşünerek avunmaktadır: “Neylersin ölüm herkesin başında”.
• “Dante gibi ortasındayız ömrün” diyerek kendisini İtalyan şair Dante’ye benzetmiştir. Dante ile Tarancı’nın bu konudaki benzerliği ise iki şairinde ölüm konusunu işlemeleri ve yapıtlarında ölümden bahsetmeleridir.
• Cahit Sıtkı ölümü ızdırap duyarak karşılar fakat metafizik duygulara kaçmaz. Bunun sebebi ise laiklik düşüncesinden dolayı başka konulara çekmez.
• Cahit Sıtkı sosyal konularla ilgilenmez.
• Şiirde sade, yalın, basit, halk deyişlerine yer verilmiştir. Şiirde geçen deyimler: “gözünün yaşına bakmadan gider”, “şakaklarıma kar mı yağdı ne var?”, “gözler altındaki mor halkalar”.
• Gerçeklerden ayrılıp hayal dünyasına . Şair yaşadığı ana çok bağlı ve o andan kopmuyor.
• Bu şiire hâkim olan zaman şimdiki zamandır. Otuz beş yaşına gelmiş bir insanın geçmiş ve geleceğine bakışı vardır.
• Şiir otuz beş mısradan oluşmuştur.(5x7)
• 11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. abab sarmal uyak örgüsü kullanılmıştır.
devamını okuyunuz... >>

TEVFİK FİKRET - SABAH OLURSA ŞİİR TAHLİLİ

Sabah Olursa
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
* * *
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
8 Eylül 1321 / 21 Eylül 1905

Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri, 8 Eylül 1321/21 Eylül 1905 tarihini taşır. Bu şiiri anlayabilmek için, bu şiirin yazıldığı yılı ve o yıla giden yılları bilmek gerekir. 1905 yirminci yüzyılın daha başlangıcıydı ve ondan önceki on dokuzuncu yüzyıl ise, “imparatorluğun en uzun yüzyılıydı.” On dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun problemleri hızla artmış, âdeta içinden çıkılamayacak bir hâle gelmişti.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Batılı siyaset adamlarının dilinde “Hasta Adam” idi. Meselâ, daha yüzyılın ortalarına gelmeden (1831-1839) devlet, valisiyle başa çıkamıyor, valisi karşısında defalarca hezimete uğruyor ve içinde düştüğü bu zor durum karşısında Rusya, İngiltere ve Fransa’dan yardım istemek zorunda kalıyordu.1 Yine on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlet içeride ve dışarıda yüksek faizlerle hızla borçlanıyor ve kısa bir süre sonra da, bu borçlarının faizlerini bile ödeyemecek bir hâle geliyordu.2 Tam bu hâldeyken, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı patlak veriyor, devlet ağır bir yenilgiye uğruyor ve sonunda Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’yla Rumeli’de ve Anadolu’da birçok topraklarını kaybediyor, Rusya’ya milyonlarla Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyor3, maliyesi alt üst oluyordu. Bu arada 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı bahane edilerek Meclis kapatılıyor, demokratik gelişimin önü tıkanıyordu. Sefil bir istibdat topluma darbeler vuruyor, bu durum karşısında Genç Türklerin bazısı fikirlerini terk ederek veya uzaklaşarak Sultanın hizmetinde memuriyet buluyor4, bunu onuruna yediremeyenler ise âdi bir mücrim gibi sürgün, hapis ve çeşitli acılara maruz kalıyordu5. Diğer yandan, devrin sömürgeci büyük devletleri, bu “Hasta Adam’ın” ölümünü ve mirasının paylaşımını bekliyordu. O daha ölmeden en değerli parçaları ondan koparılıyordu. 1881 yılında Tunus Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır İngilizler tarafından, 1885 yılında Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından işgal edilmişti. Bir müddet sonra 1897 yılında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş, hükümet Girit’in özerkliğini kabul etmek zorunda kalmıştı6.
Bütün bu büyük felâketler karşısında padişah II. Abdülhamit’in çeşitli gerekçelerle uygulamaya koyduğu koyu bir baskı yönetimi, yapılan birçok reformlara ve aydınlanma hareketlerine rağmen7 ülkeyi bunaltıyor bazen yaşanmaz bir hâle getiriyordu. Ülkede ordu, hükümet, saray, ulema ve bürokrasi arasındaki hassas dengeler bozulmuş, merkeziyetçi bir idare iyice yerleşmiş, bütün yetkiler Yıldız’daki padişahta toplanmıştı.
Ülkenin geleceğinden endişeli, belki de bu yüzden fazlaca vehimli ve şüpheci padişah, görünüşte güçlü bir istihbarat teşkilatı kurarak herkesi, düşündüklerini söylemekte ve yazmakta çekinir bir hâle getiriyordu8. Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor, öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı fikirlere sahip oldular diye, üniversite öğrencileri okullarından atılıyor, muzır yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor9, çeşitli aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin bekası, ülkenin birliği, bütünlüğü adına yapılıyordu.
Bu şartlar altında bütün ülkede, hemen herkese derin bir melânkoli, hayattan bezginlik, ümitsizlik ve karamsarlık egemen oluyor, toplumun önemli bir bölümünde bir nemelâzımcılık yaygınlaşıyordu10. Hemen herkes kendi derdine düşüyor, küçük çıkar hesapları peşinde koşuyordu. Âdeta sosyal sorumluluk duygusu ve bilinci bütünüyle kaybolmuştu11. Konuşması gerekenler susuyor, susması gerekenler ise konuşuyordu. Halk bunalmış ve sesi kesilmiş bir şekilde bekliyordu12. Toplumun bütün etkin olması gereken kesimleri, sanki üzerlerine ölü toprağı silkilmişcesine duruyor, gazetecilik güdümlü bir hâle geliyor ve gazeteler, suya sabuna dokunmayan magazin haberleri, çeşitli okulların açılış ve kapanış duyuruları, hükümet erkânı ve padişahın katıldığı resmî törenlerin şatafatlı, fakat içi boş konuşmalarıyla yani yapay bir gündemle doluyordu. Bunun yanında, sosyal ve siyasî hayatla pek ilgisi olmayan resimli, eğlenceli dergiler, büyük bir gelişme gösteriyor, bunların sayıları hızla artıyordu13.
İşte Osmanlı Türkiye’si, yirminci yüzyılın ilk yıllarına, yani Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiirini yazdığı yıllara, genel çizgileriyle panoramasını çizdiğimiz bu şartlar altında girmişti. Fikret, bu şâir olarak ülkenin içinde bulunduğu bu şartlardan derinden etkilenmiş, kâh Ömr-i Muhayyel’i (1898) yazarak her hakikatten uzak, herkese meçhul bir diyara gitmek, kaçmak, bütün insanlardan uzak orada yaşamak istemiş, kâh Gayya-yı Vücut’u (1899) yazarak hayatı “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu” kokuşmuş bir bataklığa benzetmiş, kâh Sis’i (1902) yazarak imparatorluğu sembolize eden imparatorluk başkenti İstanbul’u mel’un ve menfur bir şehir olarak tasvir etmiş ve yaşlı, ahlâksız bir kadına benzetmişti.
Bütün bu şiirlerinde karamsar, bedbin ve gelecekle ilgili bütün umutlarını yitirmiş, melânkoli içinde kıvranan Rübab-ı Şikeste şâirinin, 1905 yılında yazdığı Sabah Olursa şiirinde hayat karşısında takındığı tavır, önemli bir değişikliğe uğrar. "Sabah Olursa şiiri, Fikret’in içinde, büyümen oğlu ile beraber sosyal bir kurtuluş ümidinin uyandığını gösterir"14. 1895’te doğan Haluk, bu şiirin yazıldığı 1905’te on yaşındadır. Fikret, bütün umutlarını, ülkenin bütün geleceğini oğlu Haluk’a ve onun neslinin içinden çıkacak bir kahramana bağlamıştır. Burada,

Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,

Mısraı, şiirin en güçlü, en güzel mısraı olarak dikkat çeker, ayrıca bu mısra, ülkenin aydınlık geleceğine karşı duyulan büyük bir özlemi de ifade eder:

Bu Memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse…

Yukarıdaki mısralar Fikret’in kurtuluşu, bir sosyal sınıftan değil, kuvvetli ve diriltici, güçlü bir elden, iradeli bir insandan beklediğini gösteriyor. Bütün toplumu sükût etmiş gören, milyonlarca insan içinde pâk ve temiz çıkacak pek az alın bulunabileceğini söyleyen ve mizaç itibarıyla da bireyci olan Fikret’in, ülkenin kurtuluşunu bir kahramandan beklemesi çok tabiîdir15. Fikret, Halûk’un nesli içinden ülkeyi kurtaracak böyle bir kahramanın çıkacağına inanır. Şaire göre bu kahraman, yaptıklarıyla milletin yüzünü güldürecektir. Kuvvetle buna inanan Fikret, bunun çok yakın bir gelecekte olacağına ihtimal vermez. Bu değişiklik, ancak kendisinin ölümünden sonra veya iyice yaşlandığı yıllarda gerçekleşecektir:

…………….....................………. O gün
Ben ölmemiş bile olsa, hayata pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz.

Fikret oğlundan, o gün geldiği zaman kendisinden ümidi kesmesini, kendisini kötrüm ve boş muhîtinde, acılarıyla unutmasını ister. Çünkü Fikret’in aksak, eski, perişan bakışları, oğlunu maziye çekmek isteyecektir. Halbuki Fikret’e göre oğlu "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti"dir. Fikret, burada melâl içinde çürüyen kendisi ve kendi nesliyle, "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti" olan, geleceği temsil eden oğlu arasındaki farkı özellikle vurgular:

............................................ O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!




Fakat artık Fikret, ülkesinin içinde yaşadığı karanlık günlerin birgün gelip biteceğine, karanlık gecelerin haşir sabahına kadar sürmeyeceğine, sonunda "Bu sema, bu mâi göğün" bize birgün acıyacağına, bu ülkede de birgün sabahın olacağına kuvvetle inanır. Haluk’a ve Haluk’un nesline, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan dolayı üzülmemeleri gerektiğini anlatır. Eskisinin aksine umut doludur:

Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.

Fikret bu mısralarında eski şiirlerinin aksine ümit doludur, geleceğe kuvvetle inanır. Ona göre insanlar ve toplumlar, üzüntü, sıkıntı, moral bozukluğu ve bezginliğe düşerlerse çürüyüp giderler:

Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi…

Fikret daha sonraki mısralarda, bütün ümidini bağladığı bugünün çocukları, yarının gençlerine seslenir. Onlardan uyanmalarını, ülkenin aydınlığa ihtiyacı olduğunu anlatır. Fikret’e göre, yeni yetişen nesiller, ülkeyi aydınlatmalı, ülkenin üzerindeki kara bulutları silmeli, ülkedeki korku ve dehşet havasını dağıtmalıdır. Böylece ülke, içinde bulunduğu korkunç durumdan sıyrılacak, kurtuluşa erecektir. Rühab-ı Şikeste şâiri bunu, gençlere en büyük hedef olarak gösterir.

............................. Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.

Fikret, şiirin sonunda, kendisinin bütün ümidinin bu nesil olduğunu açıkça söyler. Eğer gençler, onun gösterdiği hedefe yönelirlerse, ülke içinde bulunduğu şu zindan karanlığından mutlaka kurtulacak, o ve nesli ölse de arkadan gelen nesiller, ebediyen aydınlık içinde yaşayacaktır:

Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!

Fikret’in bu şiiri, kendi ülkesinde karanlıklar, ıstıraplar içinde yaşayan, horlanan, kendisini "öz yurdunda garip", "öz vatanında parya" olarak hisseden bir insanın ruh hâlini ve onun geleceğe ait hayallerini, umutlarını anlatır.
Çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerde yaşayan, dürüst, çalışkan, ülkesini seven birçok insan, özellikle birçok aydın, zaman zaman Fikret’in bu şiirinde anlattığı ve yaşadığı duyguları yaşamış, bunalmış, umutlarını yitirir gibi olmuş fakat yine de bir çıkış yolu aramış ve bunun için de, ümit tomurcuklarını olan yeni nesiller yetiştirmeye kendini adamış ve ülkenin kurtuluşunu o ideal nesle16 bağlamıştır. Bu açıdan Fikret’in şiiri, doksan altı yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ ter ü tazedir. Daha bugün yazılmış gibi birçok insan, günümüzde de Rübab-ı Şikeste şâirinin bu mısralarını büyük bir heyecanla okuyabilir.
Zaten bilimsel eserlerle, başarılı edebî eserler arasındaki en büyük fark da budur. Bilimsel eserler, ne kadar büyük, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar bir süre sonra eskirler, aşınır ve aşılırlar. Fakat başarılı edebî eserleri yıllar, hatta yüzyıllar eskitemez, aşındıramaz. Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlâna’nın eserleri gibi ve üzerinde durduğumuz Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiiri gibi.
devamını okuyunuz... >>

İSTİKLAL MARŞI - ŞİİR TAHLİLİ

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak
Mehmet Akif Türk milletine cesaret,ve tahammül aşılamak için ve onda bulunan duyguları harekete geçirmek için şiirine korkma sözüyle başlıyor. Bayrak bir milletin bir milletin geleceğinin ve bağımsızlığının sembolüdür. Bayrağın sönmesi türk milletinin istiklalini kaybetmesidir. Şair ülkemizde tek bir insan kalana kadar bu vatanı savunacağımızı belirtiyor. O halde en son Türk bireyi son nefesini vermeden türk istiklal ve bağımsızlığını yok etmek, Türk bayrağını söndürmek mümkün değildir. Zira bayrağımız milletimizin yıldızıdır. Bayrağın kaderi ile milletimizin kaderi birbirine bağlıdır. Bayrak bizimdir, biz yaşadıkça onu elimizden kimse alamaz.
Türk milletinin bütün fertlerini öldürmedikçe bağımsızlığını kimse yok edemez.
Çatma, kurban olayım çehreni ey nazlı hilal!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celal?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal!
Şair ikinci kıtada bayrağımızın o zaman ki kırgın, küskün, öfkeli halini dile getiriyor. Türk vatanının bazı parçaları, işgal edilmiştir. Bu yüzden bazı bölgelerde bayraklarımız indirilmiş yerine düşman bayrakları asılmıştır. Kaş çatmak öfke halini ifade eder. Kaş ayrıca edebiyatımızda hilale benzetilir. Sevgilinin kaşları daima hilal şeklinde gösterilmiştir. Bayraktaki hilal de tıpkı nazlı bir sevgilinin kaşı gibi çatılmıştır. Kahraman türk milletini üzmektedir. Türkün beklediği, özlediği gülen bir bayraktır.
Türk bayrağının gülmesi göklerde dalgalanmasıdır. Bir aşığın sevgilisinden güler yüz beklemesi gibi bağımsızlığa aşık Türk milletide özgürlüğün sembolü olan bayraktan gülmesini beklemektedir. Bu milletimizin en doğal hakkıdır. Çünkü türkler bağımsızlıkları ve bayrakları uğruna pek çok kan dökmüşlerdir. Bu kanları bayrağa helal etmeleri için onun da nazlanmayı bırakıp göklerde dalgalanması gerekir. Türk milleti daima Allah’a inandığı ve taptığı için özgürlük onun hakkıdır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım
Şair “ben” diyor.(Ancak kast ettiği mana aslında bizdir türk milleti adına konuşmaktadır) Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır,hür yaşayacaktır. Onun özgürlüğünü elinden almak isteyen ancak çıldırmış olmalı,zira böyle bir harekete kalkışanlar ağır bir şekilde cezalandırılır. Türk milleti bağımsızlığı uğrunda önüne çıkacak her engeli aşacak güçtedir. O; böylesine yüce bir amaç için dağları delecek, enginlere sığmayıp,denizleri taşıracaktır güçtedir
Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu kıtada şair vatanımızı istilaya kalkışan avrupalılara meydan okuyor.
20. asrın başında avrupa medeniyeti 19.yy. deki görkeminden oldukça uzaktır. O sebeple şair bayıyı tek dişi kalmış canavara benzetiyor. Ancak avrupa mevcut teknik imkanlarını seferber ederek topuyla, tüfeğiyle, tankıyla bizi yok etmeye çalışmaktadır. Mehmetçik ise bu güce topla, tüfekle, mızrakla, kılıçla cevap vermeye çalışmaktadır. Avrupalı kendini çelik zırhla korurken mehmetçik ona iman dolu altın göğsüyle karşılık vermektedir.
Arkadaş! Yurdumu alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayasızca akın.
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın
Şair kahraman Türk askerine hitap ediyor. Türk yurdunu alçakları uğratmaması için gerekirse canını feda etmesini öneriyor. Şehit gövdelerinin meydana getireceği siperler düşmana mani olacaktır. Mehmet Akif düşmanın çok kısa bir süre içinde bu hayasızca akına son vereceği Allah’ın Türk milletine Kuran-Kerimde vaad ettiği zafer gününün yarından bile daha yakın bir zamanda doğacağına inanmaktadır
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Şair Türk ordusuna vatanın kutsallığını hatırlatıyor. Toprak ile vatan arasında büyük bir fark vardır. Toprağı vatan haline getiren onu elde etmek ve korumak için savaşan fertlerin varlığıdır. Kısacası sıradan bir toprak büyük bir değer taşımaz; ama vatan toprağı uğrunda şehit olan atalarımızın o topraktaki mezarlarıdır. Bu kutsal vatanı dünyalara değişmeyiz. Toprak dünyanın dünyanın her yerinde bulunur. Ancak atalarımızın kanlarıyla sulanan topraklar vatanımız üzerindedir
Kim bu cennet vatanının uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsında Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Bu vatan cennet kadar kıymetlidir. Şehit olanların ruhu dini inanışımıza göre doğrudan doğruya cennete gider. Şehitlerimiz bu vatan toprağında yattığı için cennetten farksızdır. Bir avuç toprağı sıksak şehitler fışkıracak sanırız. Canımızdan çok sevdiğimiz insanları varımızı yoğumuzu Allah alsında yalnız yaşadığımız sürece bizi vatanımızdan ayrı düşürmesin.
Ruhumun senden, ilahi, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar-ki şahadetleri dinin temeli-
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli
Allah’a şair hitap ediyor. Mehmet Akif’in Allah’tan tek dileği ibadet yerlerinin göğsüne düşman elinin değmemesidir. Camilerimizden okunan ezanlar sonsuza kadar türk yurdunun üstünde inlemelidir. Çünkü bu ezanlar dinimizin temelidir
O zaman vecd ile bin secde eder-varsa-taşım,
Her cerihamdan, ilahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-ı mücerred gibi yerden na’şım;
O zaman yükselerek arşa değer belki başım
Ezan sesleri yurdumuzun üstünde inledikçe şehitlerimizinde ruhları şaad olacaktır. Ezan sesi sadece yaşayanlara değil, ölülere hatta onların mezar taşlarına bile tesir eden yüce bir anlam taşır. Şehit atalarımızın her şeyden arınmış ruhları yerden fışkıracak, ezan sesiyle ayağa kalkacak ve dışa yükselecektir.
Dalgalan sen de şafakalar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal!
Şair zafer gününün heyecanını yaşıyor. Şanlı bayrağımız dalgalandıkça gökyüzünü şafakla yarış edercesine gökyüzünü kızıl renge boyamaktadır. Türk milleti yeniden bağımsızlığına kavuşmuştur. Atrık onun için yok olma korkusu kalmamıştır. Bayrağımız şehitleri mizin kanlarını hak etmiştir. Bağımsızlık Allah’a tapan ve doğruluktan ayırmayan Türk milletinin en doğal hakkıdır.

İstiklâl Marşı 41 mısradır. Aruz vezninin Fe'ilâtün/ fe'ilâtün/ fe'ilâtün/ fe'ilün, kalıbıyla yazılmıştır.
1- BİRİNCİ KIT'A
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen alsancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
1. Kıt'anın Manası:
Ey Milletim ye'se düşme; Allah'tan ümidini kesme; Endişelenme. Batı ufkunun gurup haline bakarak hüzünlenme. Akşam ufkunun şafak kızıllığı sönebilir; bir alev, bir ateş gibi parlayan alsancağım milletimin son ferdi kalana kadar emin ve korkusuzca dalgalanacaktır; asla sönmeyecektir.
Âkif, 3. ve 4. mısralarda, Türk Milletinin istiklâline sarsılmaz imanını korkunç gök gürültüleri gibi haykırıyor. Bayrağın semalarda dalgalanışını Türk milletinin varlığı, kaderi ve talihiyle aynı görüyor. Bir imanı, bir hükmü haykırıyor: Milletimiz var oldukça, Bayrağımız göklerde nazlı nazlı dalgalanmaya devam edecektir.
2- İKİNCİ KIT'A
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül...Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
2. Kıt'anın Manası
M.Âkif, İstiklâl Marşı'nın tamamında inanmış adam, vefalı insan görüntüsünden asla taviz vermemiştir. Bu inanmışlık ve samimiyet içerisinde bir canlıya seslenir gibi Bayrağa seslenir.
Ey benim güzel Bayrağım, ey benim hilal kaşlım! Öyle dargın gibi kaşlarını çatma. Senin kaşlarını çatman, bu Milleti derinden yaralar, üzer. Hem niçin bize kızmış gibi bakıyorsun?
Senin Millete güleryüz göstermen hayat verir, canlılık, dirilik verir. Bu Millet buna layıktır.
Benim kahraman milletim hürriyet uğruna oluk oluk kan döktü. Gerekirse bundan sonra da döker. Hem benim Milletim Bayrağına renk olarak sadece al kanının rengini uygun görmüştür. Milletimin uğruna baş koyduğu, can verdiği, İstiklâl simgesi olan Bayrak Milletime gülmezse, Millet de kanını helal etmeyecektir. Bu fedakarlığa karşılık senden sadece güleryüz bekliyoruz.
İstiklâl ve bağımsızlık, Allah'tan başka mabut tanımayan Milletimin Hakkıdır. Bundan asla şüphe edilemez.
***
Şubat 1921. Taceddin Dergahı'nda merdivenden çıkınca hemen sol taraftaki küçük odada, rafta idare (küçük gaz lambası) yanmakta; yer yatağında yatmakta olan Mehmet Âkif uyanmış, kağıt arıyor. Yok. Eline geçirdiği kurşun kalemle yer yatağının sağındaki duvara dönmüş; pınar gibi ilham fışkıran imanlı bağrından çıkan, Türk'ün tarihini ve ebedi geleceğini bir mısrada anlatan kıt'ayı yazıyor. Sabah namazı ezanına kalkan oda komşusu Hafız Bekir Efendi (Konya meb'usu) M. Âkif'i elindeki çakısı ile duvardaki (kağıda aldığı) kıt'ayı kazırken görüyor.
3- ÜÇÜNCÜ KIT'A
Şairin, Bayrağımıza yönelip, kurban olayım diye başlayan ikinci dörtlüğünden sonra, 3. kıt'ada bir meydan okuma görülüyor.
Bu kıt'ada benzeyen de benzetilen de yapmacık değil, sade, samimi tabii ve doğaldır.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.
3. Kıt'anın Manası:
Bu Millet tarihin her döneminde hür yaşamış, bundan sonra da hür yaşayacaktır. Bu Milleti esarete teşebbüs, çılgınlığın ta kendisidir. Böyle bir şeye tevessül edenin ahvaline şaşarım! Çünkü o bu hareketinden dolayı başına gelecekleri düşünemeyecek kadar çıldırmış biri yahut birileri olmalıdır.
Kükremiş azgın suların hiç bir sed tanımadan önündeki engelleri çiğneyip aştığı gibi, ben de değil mahkum olmak; gerekirse dağları yırtar enginlere sığmam taşarım.
Bir başka açıdan...
Ben ezelden beridir hür yaşadım diyerek bir mısranın yarısına, san'at kudreti ile ikibin beşyüz senelik Türk tarihini sığdırıyor. "Hür yaşarım" diyerek Türk'ün hür yaşamak karakterini, azmini ve sonsuza kadar ebediyyen hür yaşayacağını; geleceğini haykırıyor. Böyle bir milleti esir etmeyi hayal edenlere şaşılır.
3. Mısrada Türk'ün kuvveti, kudreti ve haşmeti vardır. Hürriyetine mani olan, sed çeken her şeyi ezecek bir sel gibidir. Zaten Orta Asya'dan Altay Dağları'ndan Tuna Boyları'na akan bir sel gibidir.
4. Mısrada, tarihte dağ yırtmış olmanın kudretini, gururunu yani: Ergenekon Türklerini, Ergenekon Destanını hatırlatır. Ezcümle, tarihin ilk devirlerinden beri hür yaşayan Türk, ebediyen de hür yaşayacaktır. Buna mani olmak isteyenleri dağları yırtan kuvveti ile sel gibi ezer, aşar.
***
4- DÖRDÜNCÜ KIT'A
Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar;
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
4. Kıt'anın Manası:
Batı çelik zırhlı bir duvar misâli bütün âfâkı doldurmuş üstümüze geliyor.
Püfff! Bunda telaş edecek ne var ki? Çünkü bu vahşi saldırılara karşı benim öylesine güçlü ve emin bir sığınağım var ki bunu, Batı âleminin hafsalası dahi almaz. Bu sığınak, bu serhad iman dolu göğsümdür.
Medeniyyet denilen sahte, yalancı, vahşi, saldırgan ama gerçekte güçsüz canavar, ulusun dursun. Sonu yaklaşmış olan bu canavar, Milletimin göğsündeki imanı boğmaya yetmeyeceği gibi, onun gebermesi Milletimin eliyle olacaktır.
Bir San'at İnceliği
Çoğu insanımız eski yazıyı bilmez... Eski yazıda (Osmanlıca yazıda) iki türlü "n" harfi vardır. Biri "nun" harfi ile yazılır, diğeri "kef (nazal n)" ile yazılır. Şair gerektiğinde "nun" kullanmış, gerektiğinde "kef (nazal n)" kullanmış. Bu kıt'anın üçüncü mısrasında geçen "ulusun" kelimesinin sonuna "nun" koymuş; emir verildiği zaman "nun" kullanılır.
Sen görevlisin, sen hastasın gibi kelimelerde "kef" yani nazal n kullanılır. Burada ise (ulusun kelimesinde) "nun" kullanmıştır. Yani burada tevriye san'atı yoktur. Buradaki kelimenin sonuna "nun" koymak suretiyle: bırak o "ulumak fiilini işlesin" denmek istenmiştir.
Bir Başka Açıdan
Ulusun: Kelimenin kökü: hayvanlar için kullanılan -ulumak-fiilidir. İstilacı, sömürgeci, saldırgan, sahte "medeniyet" yaptığı vahşiliklerden canavara: Silahları ile çıkardığı seslerde hayvan ulumasına benzetilmiş. Zaten ulumak, boğmak ve canavar kelimeleri arasında uygunluk var.
Okunuşu: "Ulusun" sözünü okurken, ayaklarımızın altında, ölmek üzere uluyan bir köpeğe hitab ediyormuş gibi küçük gören, aşağılayıcı, hakaretli bir sesle okunmalıdır.
"Medeniyet": Rahmetli M. Âkif, şiirlerinde manasını, esas anlamından düşük gördüğü kelimeyi "tırnak" işareti içinde kullanmıştır. Burada, yukarıda arzettiğim sahte medeniyeti kasdettiği için böyle yazılmıştır. M. Âkif asla medeniyyete düşman değildi. Bilakis, geriliğin düşmanı idi.
İlim ve çalışma tavsiye ediyordu. Körü körüne Avrupa hayranı olmayın, batının sadece ilmini tez elden alın diyordu.
****

5- BEŞİNCİ KIT'A
Ve bir sesleniş:
Arkadaş! yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
5. Kıt'anın Manası:
Arkadaş!
Şehidler beldesi Yurduma, hain düşmanın girmesine fırsat verme. Sen düşmanı kovmak için gerekirse şehid olmayı göze alır, canını siper edersen, Allah vaadettiği zaferini sana verecek, Seni düşmanlarına galip getirecektir.
Hem bu zafer günleri öylesine yakın ki... Kimbilir? Belki yarın, belki de ondan daha yakın bir zamanda o zaferi göreceksin.
****

6- ALTINCI KIT'A
Şair, bu kıt'ada vatan denen toprağın kutsallığını hatırlatır ve şöyle seslenir:
Bastığın yerleri, "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı;
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
6. Kıt'anın manası:
Bastığın yerleri toprak sanarak yürüyüp gitme. Bu toprağın altında bin yıldır bu beldeleri vatan yapmak ve vatanını savunmak için çarpışmış bu uğurda şehid olmuş sayısız insan yatıyor.
Onların kimi senin baban, deden. Soy kütüğünden geriye doğru gidersen hiç şüphen olmasın, bu topraklar altında hem de çok yakınlarının şehid olarak yattığını göreceksin.
Bu toprakları ataların gibi koruyamazsan yazık olur. Hem onları da üzmüş olursun.
Bütün dünyaları alsan dahi bu Cennet vatanı, veremezsin; vermemelisin.
Bir Başka Açıdan...
Şehid: Dini, vatanı, milleti ve namusu için savaşarak veya vazife başında canını veren (ölen) müslüman. Askerlikte en yüksek mertebe şehidliktir.
Dünyada Türk Milleti kadar vatanı için şehid veren başka bir Millet yoktur. Vatanımızın her karış toprağı şehidlik olduğu gibi, Vatanımızın dışında da 42 yerde Türk Şehidliği vardır.
M.Âkif, -Çanakkale Şehidlerine- şiirinde Şehid'e manevi türbe kurmuştur. Tarihe sığdıramamış, bu taşındır diyerek kâbeyi başına dikmiş, mor bulutları türbesine tavan diye çatmış, Yedi Kandilli Süreyya'yı uzatmış; tüllenen mağribi akşamları yarasına sarmış ve:
– Yine birşey yapabildim diyemem hatırana.
Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber
Sana ağucunu açmış duruyor Peygamber, diyerek Şehid'in büyüklüğünü anlatmıştır.
****
y- YEDİNCİ KIT'A
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüdâ
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ.
7. Kıt'anın Manası:
Bu Cennet Vatanın uğrunda nice canlar şehid oldu. Toprağın altı öylesine şehid doludur ki, eğer mümkün olsa da toprağı sıksan her taraftan şehidler fışkıracak.
Yarabbi! Canımı, sevdiklerimi, bütün varımı al; Fakat benim vatanımı elimden alma. Beni vatanımdan ayrı koyma.
Bir Güzel Tesbit:
Hiç birşeyim olmasa da vatanımın toprağında yatmak bana yeter. (Bu mısralar Oğuz Han'ı hatırlatır. Oğuz Han, düşmanlarının isteğine göre atını, silahını, en yakınlarını verir. Ama iş çorak bir toprak, vatan parçasına gelince vermez. Türklerle, Çinliler harp eder ve Türkler Çin ülkesini baştan başa zaptederler).
****
8- SEKİZİNCİ KIT'A
Bir hatırlatma! Bu kıt'a okunurken bağrılmaz. Öyle ya; bize şah damarımızdan daha yakın Allah'a dua edilirken nasıl bağrılır? Burada bir yalvarma, bir istek var. Bu da yumuşak, titrek, hafif bir sesle, yalvarırcasına, gözyaşları içerisinde, O yüce Yaratıcı ile fısıldaşıyormuş gibi:
Rûhumun senden İlahi şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar ki şehâdetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
8. Kıt'anın Manası:
Yarabbi! Bizler vatanımız için ölüyoruz; Senden son dileğimiz vatanıma düşman girmesin. Mabedime pis elini değip, pis ayağıyla basmasın. Şehadetleri dinimin temeli olan bu ezanlar, benim vatanımın üstünde senin adını yükseltsin.
(Dinin temeli olan kelime-i şehadet ezan içerisinde geçmektedir.)
Bir Başka Açıdan…
Bitişikteki Taceddin Camii'nde ve diğer camilerde hazin hazin sabah ezanı okunmaktadır. Bu ezanlar susacak mıdır?
M.Âkif, Yüce Allah'a ellerini açarak milletinin ağzından, bütün vücudu titreyerek niyazda bulunuyor.
Bütün Milletin, Mehmetçiğin tek arzusu kendileri şehid de olsalar; yeter ki vatana düşman girmesin, ma'bedlerimizin göğsüne onların kirli elleri ve ayakları değmesin. Türk Müslümandır. Dünyaya gelen Türk'ün ilk kulağına giren ses, Ezan sesidir. Ezandan sonra kulağına adı söylenir. Türklüğün ve Müslümanlığın damgasını taşıyan güzel Camilerimizdeki zarif minarelerden günde beş defa yükselen ezan sesleri Cenab-ı Allah'a ulaşır.
****
9- DOKUZUNCU KIT'A
O An...
Dualar sanki kabul olmuştur. Memleket kurtulmuştur. İstiklâl ve hürriyet yeniden gelmiştir ve sanki o an yaşanır, onun hazzı içerisinde de dokuzuncu dörtlük seslendirilir; sanki kabul olmuş gibi; memleket ve millet kurtulmuş gibi...
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-i mücerred gibi yerden na'şım!
O zaman yükselerek Arş'a değer, belki, başım.
9. Kıt'anın Manası:
Yarabbi! Vatanım ve senin dinin uğrunda canlarını veren biz şehidlerin son dileklerini kabul buyur.
Bu dileğim vatanımın hür, Milletimin mü'min kalmasıdır. Bu dileğimi kabul edersen, işte o zaman eğer başıma dikilmiş bir mezar taşım varsa o bile sevinçten secdeye kapanır. Sevinç gözyaşlarım, savaşırken, döğüşürken aldığım yaralardan boşanır. Ve yine o zaman benim ruhum yerden yükselerek şehidler makamina gönül huzuruyla gidebilecektir.
10- ONUNCU KIT'A
Şair bir önceki kıt'ada "arşa değer belki" derken "belki" kelimesini, "eğer layıksan" anlamında kullanmaktadır. Başım arşa değmeye layıksa ben oraya yükselirim.
Son beşlik huzur içinde, mutluluk içinde, saadet içinde ve fakat akla gelen bir kötü ihtimal de hesaba katılarak tamamlanıyor. Artık istiklâl hak edilmiştir. Onun için şair şöyle seslenir.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
10. Kıt'anın Manası:
Ey benim, şanlı Bayrağım! Artık sen de sabah şafakları gibi dalgalan. Artık senin uğrunda dökülen kanlarımızın hepsi de sana helal olsun.
Ebediyyen sana ve milletime esaret yoktur. Bugüne kadar nasıl hür yaşadınsa, bundan sonra da hür yaşayacaksın. Hür yaşamak senin hakkındır.
Artık Allah'a tapan milletim için de İstiklâl hak edilmiş ve kazanılmıştır.
Bir Başka Açıdan...
Şubat 1921'de, İstiklâl Marşı'mızın yazıldığı günlerde, Yurdumuz düşman işgali altında inlemektedir. Kuvvetlerimizin üç misli silaha ve imkânlara sahip olan Yunan kuvvetleri Ankara'ya doğru yürümekte; Polatlı'dan düşmanın top sesleri duyulmaktadır. Meclis'in Kayseri'ye nakli düşünülmektedir.(10 Ocak 1921) I. İnönü Harbi başlayalı beş hafta olmuştur. Büyük taarruza ve Yunan'ın denize dökülmesine 18 ay ve 18 gün vardır. Ama bu kadar zaman önce ve bu kadar zor ve ümitsiz bir durumda; M. Âkif, son kıt'ada Millî Mücadele'nin kazanılacağını, kesin zaferin -Ebedî İstiklâl'in müjdesini verir. Artık ikinci kıtadaki gibi hilal çehresini, kaşını çatmıyor, naz etmiyor. Zafer kazanılmış- şanlı hilal- olmuştur. 1. Kıt'adaki karanlığı haber veren şafağın yerine aydınlık güzel günleri haber veren gittikçe aydınlanan, huzurlu Sabah Şafağında, hür ufuklarda şanlı hilal ebediyyen dalgalanmaktadır. Artık milletimizin sevgilisi Bayrağı, güldüğüne göre (7. mısrada helal olmaz dediğimiz kanımızı) onun için döktüğümüz kanları da helal ediyoruz. Bayrağımız ve milletimiz, ezelden beri olduğu gibi, ebediyete kadar birbirinden ayrılmayacak ve yok olmayacaktır.
Tarih boyunca olduğu gibi bu defa da kahraman milletimiz yüce Allah'a olan iman ve ümidiyle mücadele etmiştir. O'nun adıyla canını vermiştir. Ezanları susturmamıştır. O halde Yüce Allah'tan Kur'an'ı Kerim'de vaadettiği zaferleri ve İstiklâl'i hak etmiştir. Bayrağımızın ebediyen hür dalgalanmak hakkıdır. Yüce Allah'a iman eden milletimizin de İstiklâl ebediyyen hakkıdır
devamını okuyunuz... >>