1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesinden sonra Birinci Dünya Savaşının galip devletleri, ülkenin önemli bir kısmını işgal etmeye başladılar. İşgale karşı Anadolu ve Rumeli’de bir direniş başladı. Ancak bu direniş hareketleri, birbirinden kopuk ve dağınıktı. Mustafa Kemal bu direnişleri birleştirmek ve onlara bir yön verebilmek için 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı.
Mustafa Kemal, 22 Haziran 1919’da Amasya Tamimini yayınladı[1]. Bu Tamimde Mustafa Kemal, “vatanın tamamiyeti, milletin istiklâli tehlikededir. Hükûmet-i merkezîyemiz İtilaf Devletlerinin tesir ve murakabesi altında mahsur bulunduğundan deruhte ettiği mes’uliyetin icabatını ifa edememektedir” demekte ve Erzurum’da bir kongre toplanmasını istemektedir.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919’dan 7 Ağustos 1919’a kadar devam etmiştir. Kongre sonunda, 7 Ağustos 1919’da Kongre Heyeti tarafından bir “Beyanname” yayınlandı[2]. Beyannamede İstanbul Hükûmetinin görevini yapamadığı takdirde, Millî Kongre veya Kongre toplantı halinde değil ise heyet-i temsiliye tarafından geçici bir hükûmet kurulacağı ilân edilmiştir.
Sivas Kongresi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında yapılmıştır. 11 Eylül 1919’da “Sivas Umumî Kongre Heyeti” bir “beyanname” yayınlamıştır[3]. Beyannamenin 9’uncu maddesinde İstanbul Hükûmetinden “Meclis-i Milliye”nin hemen ve vakit kaybetmeksizin toplanması istenmiştir. Yine Sivas Kongresinde Millî Kongrenin toplantı halinde olmadığı zamanlar faaliyette bulunmak üzere bir “Heyet-i Temsiliye”nin kurulması öngörülmüştü.
Bu gelişmeler karşısında İstanbul Hükûmeti 7 Ekim 1919 tarihli İntihab-ı Mebusan Kararnamesini çıkarmış ve bu kararname uyarınca Aralık 1919’da seçimler yapılmıştır. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı 12 Ocak 1920’de toplandı. İstanbul işgal tehdidi altındaydı. Meclis-i Mebusan 28 Ocak 1920’de “Misak-ı Millî Beyannamesi”ni kabul etti. Bu beyanname, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlar doğrultusunda ülkenin bütünlüğü ve devletin bağımsızlığı (istiklâl-i devlet) ilkelerini ilân ediyordu.
16 Mart 1920’de İstanbul işgal edildi. Meclis 18 Mart 1920 günü son toplantısını yaptı ve çalışmalarına ara verme kararı aldı. İstanbul’un işgal edilmesi üzerine Mustafa Kemal, 19 Mart 1920 Heyet-i Temsiliye adına yayınladığı bir tamimle “salâhiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis ”i Ankara’da toplantıya çağırmıştır[4]. Ergun Özbudun’un belirttiği gibi, “salâhiyet-i fevkalâdeyi haiz bir meclis” deyimiyle kastedilen şey kurulacak meclisin bir “kurucu meclis” olacağıdır[5].
Mustafa Kemal’in 17 Mart 1920’de yayınladığı İntihabat Tebliği toplanacak yeni meclisin seçim usûlünü belirliyordu. Nüfuslarına bakılmaksızın her livadan beş kişi seçilecekti. Bunları ise belediye meclisi üyeleri ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin yerel yönetim kurulu üyeleri seçecekti. Ayrıca İstanbul’dan Meclis-i Mebusandan gelecek üyeler de seçilmiş üye kabul edileceklerdi[6]. Bunu engellemek için ise, Damat Ferit Paşa, 11 Nisan 1920’de Meclis-i Mebusanı feshettirmiş böylece mebusların mebusluk sıfatlarını sona erdirmiştir[7]. Bu şekilde seçilenler Ankara’da toplanarak 23 Nisan 1920’de ilk Büyük Millet Meclisi toplantısını yaptılar. İşte bu Meclis kuruluşundan aşağı yukarı 9 ay sonra, 20 Ocak 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu kabul etmiştir.
2. Hazırlanışı
18 Eylül 1920 günü İcra Vekilleri Heyeti Meclis Genel Kuruluna, bir “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu Lahiyası ” hazırlayarak sundu. Bu lahiya, “Encümen-i Mahsus” isimli özel bir komisyona havale edildi. Komisyon raporunu hazırladı. 18 Kasım 1920’den Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kabulüne kadar iki ay sürecek görüşmeler başladı[8]. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun görüşülmesi ve kabulünde katı anayasalar için öngörülen özel kurallar (nitelikli çoğunluk vs.) uygulanmamış, adî kanunlar için varolan usûller izlenmiştir[9]. Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kabulünde 1876 Kanun-u Esasînin değiştirilme usûlünü öngören 116’ncı maddesindeki üçte iki çoğunluk kuralına uyulmamıştır.
Yazarlar, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun diğer Osmanlı ve Türk Anayasalarına göre hazırlanışı bakımından daha demokratik olduğunu not etmektedirler. Örneğin, Ergun Özbudun’a göre,
“Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyetinde millî iradeyi lâyıkiyle temsil eden bir meclis tarafından yapılmış tek anayasa, 1921 Anayasasıdır. 1876 Kanun-u Esasîsi, padişah tarafından atanmış bir komisyonca hazırlanıp, padişah fermanıyla ilân edilmiştir. 1924 Anayasası, tek parti egemenliğinin kurulmaya başladığı ve örgütlü bir muhalefetin mevcut olmadığı bir meclisçe yapılmıştır. 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayan Kurucu Meclisler de, genel oya dayanan bir seçimle oluşmuş yasama organları değillerdi”[10].
Bülent Tanör de aynı kanıdadır:
“1921 Anayasası, hazırlanışı ve kabul özellikleri bakımından Osmanlı-Türk anayasacılığının en demokratik, belki de tek demokratik örneğidir”[11].
Ahmet Demirel de Türkiye’nin “1920-1923 arasında (Birinci Meclis dönemi) dünyanın en ileri demokrasilerinden birine sahip” olduğunu yazmaktadır[12].
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kendini “Kanun-u Esasî” olarak değil, “Teşkilât-ı Esasîye Kanunu” olarak isimlendirmiştir[13].
3. Hukukî Niteliği
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun üçte iki gibi nitelikli bir çoğunluk ile yapılmamış olması, onun bir “anayasa” olmadığı anlamına gelmez. Keza, yapılışında 1876 Kanun-u Esasînin 116’ncı maddesinde öngörülen usûle uyulmaması da onun bir “anayasa” olmadığını göstermez. Eğer uyulmuş olsaydı, Teşkilât-ı Esasîye Kanununu yeni bir anayasa değil, 1876 Kanun-u Esasînde yapılmış bir değişiklik olarak kabul etmek gerekirdi. Keza bu takdirde, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, bir tali kurucu iktidar olayı olurdu. Oysa 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu bir “aslî kurucu iktidar” olayıdır. Bu hukuk dışı ve fiilî bir iktidardır. Hukuk boşluğu ortamında çalışır. Yeni bir anayasa yapma yetkisine fiilen sahiptir. Yaptığı anayasa geçerlidir[14]. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu da böyle bir aslî kurucu iktidar tarafından yapılmış yeni bir anayasadır.
4. 1876 Kanun-u Esasîsinin Yürürlüğü Sorunu
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1876 Kanun-u Esasîsini yürürlükten kaldırmamıştır. Ancak, 1876 Kanun-u Esasînin 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun hükümleri ile çatışan hükümlerinin lex posterior derogat legi priori ilkesi gereği zımnen ilga edildiği sonucuna varmak gerekir. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile çatışmayan 1876 Kanun-u Esasînin hükümleri ise geçerliliklerini korumaktadır. Ancak bu hükümler geçerliliklerini 1876 kurucu iktidarından değil, 1921 kurucu iktidarının iradesinden almaktadır. Aslında burada, “devrimlerin etkisiyle anayasasızlaştırma (déconstitutionnalisation par l’effet des révolution)”[15] teorisi uyarınca Kanun-u Esasînin hükümlerinin anayasal niteliklerini yitirdikleri ve adî bir kanun hükmü haline dönüştükleri kabul edilebilir.
5. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Üstünlüğü ve Katılığı Sorunu
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda kendisinin adî kanunlardan üstün olduğunu ilân eden bir hüküm yoktur. Keza, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kendi değiştirilişi için bir hüküm de getirmemektedir. O halde 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bir “yumuşak anayasa” olduğu, kanunlar gibi değiştirilebileceği sonucuna varabiliriz. Zaten 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu da yine kanunlar gibi nitelikli bir çoğunluk aranmadan yapılmıştır. Burada bir mesele ortaya çıkmaktadır: Hiyerarşik olarak diğer kanunlardan üstün olmayan ve değiştiriliş bakımından da diğer kanunlar gibi değiştirilebilen bir metne “anayasa” denebilir mi? Gerçekten de biçimsel anayasa anlayışına göre anayasa, kanunlardan hiyerarşik olarak üstün ve kanunlardan farklı usûllerle yapılan ve değiştirilebilen bir hukukî metindir. Bu nedenle 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun biçimsel anayasa anlayışına göre anayasal niteliğe sahip olmadığı ileri sürülebilir.
Şüphesiz maddî anayasa anlayışına göre 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu anayasal niteliktedir. Zira bu Kanunun içerik itibarıyla devletin temel kuruluşunu düzenlemektedir. Ancak maddî anayasa anlayışına göre bile, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun tam anlamda anayasal nitelikte olduğundan şüphe edilebilir. Zira, devletin temel organları arasında, yargı organına ilişkin, bu Anayasada tek bir hüküm yoktur. Diğer yandan temel hak ve hürriyetlere ilişkin de bir hüküm yoktur. Bununla birlikte, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu döneminde yargı organı ve temel hak ve hürriyetler konusunda 1876 Kanun-u Esasîsinin hükümlerinin geçerli olduğu söylenebilir. Ancak bu dönemde temel hak ve hürriyetler ve özellikle yargılama alanında 1876 Kanun-u Esasîsinin getirdiği güvencelere (örneğin istiklâl mahkemeleri 1876 Kanun-u Esasîsinin 89’uncu maddesinde öngörülen “kanunî hâkim güvencesi”ne aykırıdır) uyulmamıştır.
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 23 maddelik çok kısa bir Anayasadır. Şimdi bu Anayasanın temel ilkelerini kısaca görelim.
6. “Türk Devleti” mi, “Türkiye Devleti” mi?
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, “Türk Devleti”nden değil, “Türkiye Devleti”nden bahsetmektedir (m.3, 10). Keza, aşağıda göreceğimiz gibi, Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanununu değiştiren Kanun da “Türkler”den değil, “Türkiye”den bahsetmektedir. Aynı şekilde Osmanlı Saltanatını kaldıran 30 Ekim 1922 tarihli Meclis Kararında da “Türkiye Hükûmeti”nden bahsedilmektedir. Dahası Hilâfet ile Saltanatı birbirinden ayıran 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı Meclis Kararında daha da aşırıya gidilerek “Türkiye halkı”ndan bahsedilmektedir.
Bülent Tanör , devlet adının “Türk Devleti” değil de, “Türkiye Devleti” olmasını “anlamlı” bulmuştur. Yazara göre,
“ulusal kurtuluş savaşı esas olarak Türk milliyetçilerinin damgasını taşımakla birlikte, Türk olan ve olmayan unsurların anti-emperyalist birliğini temsil ediyordu. Erzurum ve Sivas Kongreleri belgeleri başta olmak üzere, pek çok tarihsel kaynakta bu birlik, zaman zaman ‘İslam ekseriyeti’, ‘bilcümle anasırı (unsurlar) islamiye’ gibi terimlerle de ifade olunmuş, bunların ‘öz kardeşliği’ vurgulanmıştır. Bu bakımdan ‘Türkiye Devleti’ ibaresi, etnik kökeni, dili ve kültürü ne olursa olsun, belli bir siyasal coğrafya (Misak-ı Millî sınırları) içinde yaşayan insanların siyasal birleşmesinin en üst noktası olan devleti, bütün kucaklayıcılığıyla ifade ediyordu”[16].
Kanımızca Bülent Tanör’ün yorumu abartılıdır. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda kullanılan “Türkiye Devleti” ibaresinden böyle bir sonuç çıkarılamaz. “Türkiye Devleti” ile “Türk Devleti” deyimleri arasında anlam farklılığı yoktur. Bunları arasında bir anlam farklılığı yaratmak için zorlama yorumlar gerekir. Bugün de içinde yaşadığımız Cumhuriyetin resmî adı “Türk Cumhuriyeti” değil, “Türkiye Cumhuriyeti”dir. Keza, gerek 1924, gerek 1961 ve gerek 1982 Anayasalarında da “Türkiye Devleti” ifadesi bulunmaktadır (örneğin bu Anayasaların birinci maddeleri “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir” demektedir). O halde “Türkiye Devleti” ibaresinden yola çıkarak yapılan yorumlar, Anayasamızda yer alan “Türkiye Cumhuriyeti” ifadesinden yola çıkarak bugün için de yapılabilir. Kanımızca, “Türk Devleti” ile “Türkiye Devleti” ve keza “Türk” ile “Türkiye halkı” ifadeleri arasında farklılık yaratan yorumlar, belirli bir etnik ideolojiden esinlenen zorlama yorumlardır.
7. Millî Egemenlik İlkesi
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu çok açık bir şekilde millî egemenlik ilkesini ilân etmektedir: “Hakimiyet bilakaydü şart milletindir”. Aslında 1876 Kanun-u Esasî yürürlükten kaldırılmamış da olsa, egemenliğin hükümdara ait olduğu bir sistemden çok farklı bir sistemin benimsendiği ortadadır[17].
8. Hükûmet Sistemi: Meclis Hükûmeti
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, hükûmet sistemi olarak “meclis hükûmeti sistemi”ni kurmuştur. Bilindiği gibi, hükûmet sistemleri anayasa hukukunun klasik teorisinde “kuvvetler ayrılığı-kuvvetler birliği sistemleri” şeklinde ikiye ayrılmaktadır. Kuvvetler ayrılığı sistemlerinde yasama ve yürütme kuvvetleri ayrı ayrı organlara verilmiştir. Bu sistemler de kendi içinde ikiye ayrılmaktadır. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin birbirinden kesin ve sert bir şekilde ayrıldığı sistemlere “başkanlık sistemi”, bu kuvvetlerin yumuşak ve dengeli bir şekilde ayrıldığı sistemlere de “parlâmenter sistem” ismi verilmektedir[18]. Kuvvetler birliği sistemlerinde ise, yasama ve yürütme kuvvetleri aynı organda toplanmıştır. Yasama ve yürütme kuvvetleri yürütme organında toplanmışsa, ortada “mutlak monarşi” veya “diktatörlük” rejimleri ardır. Yasama ve yürütme kuvvetleri yasama organında birleşmişse, ortada “meclis hükûmeti” veya “konvansiyonel rejim” vardır[19].
İşte bu hükûmet sistemleri şemasında 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kurduğu hükûmet sistemi şu nedenlerden dolayı meclis hükûmeti sistemine girmektedir:
1. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2’nci maddesinde açıkça kuvvetler birliği ilkesi kabul edilmiştir:
“İcra kudreti ve teşrî selâhiyeti milletin yegane ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder”.
Yani Büyük Millet Meclisi sadece yasama yetkisine değil, yürütme yetkisine de sahiptir. Yukarıda da belirtildiği gibi yasama ve yürütme kuvvetlerinin yasama organında yani mecliste toplanması, meclis hükûmeti sisteminin bir göstergesidir.
2. Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 3’üncü maddesi de aynı yoldadır. Bu madde “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve Hükûmeti Büyük Millet Meclisi Hükûmeti unvanını taşır” demektedir. Bu ilke de yine meclis hükûmeti sisteminin kabul edildiğini göstermektedir.
3. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 8’inci maddesi yine meclis hükûmetinin kabul edildiğini göstermektedir. Bu maddeye göre,
“Büyük Millet Meclisi, hükûmet inkısam eylediği devairi kanun-u mahsus mucibince intihap kerdesi olan vekiller vasıtası ile idare eder. Meclis, icra-i hususat için vekillere veçhe tayin ve ledelhace bunları tebdil eyler”.
Yani hükûmetin bölümlerinin (=bakanlıkların) Meclisin seçtiği vekiller aracılığıyla yönetileceği, bu vekillere meclisin yön vereceği ve keza gerektiğinde bu vekillerin Meclis tarafından görevden alınacağı hususu öngörülmektedir. Meclisin doğrudan vekil (=bakan) seçmesi, onları kendi arzusuna göre istediğinde değiştirebilmesi ve onlara yön verebilmesi meclis hükûmeti sisteminin tipik özelliklerindendir[20].
9. Devlet Başkanlığının Yokluğu
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda bir devlet başkanlığı makamı yoktur. Bunun nedeni pek muhtemelen Meclis üyelerinden önemli bir kısmının saltanatın devamına taraftar olmalarıdır[21]. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Ergun Özbudun’un gözlemlediği gibi, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, normal olarak devlet başkanına ait olması gereken birtakım fonksiyonları, “Büyük Millet Meclisi Reisi”ne vermektedir[22]. 9’uncu maddeye göre,
“Büyük Millet Meclisi Heyet-i Umumîyesi tarafından intihap olunan reis, bir intihap devresi zarfında Büyük Millet Meclisi reisidir. Bu sıfatla Meclis namına imza vaz'ına ve Heyet-i Vekile mukarreratını tasdike salâhiyettardır. İcra Vekilleri Heyeti içlerinden birini kendilerine reis intihap ederler. Ancak Büyük Millet Meclisi reisi Vekiller Heyetinin de reis-i tabiisidir”.
Özbudun’un gözlemlediği gibi, bu maddede değinilen “Meclis adına imza koyma yetkisi” gerçekte devletin temsil edilmesi anlamına gelmektedir[23]. Keza, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Meclis Başkanına verdiği Vekiller Heyeti kararlarını onaylama yetkisi de parlâmenter rejimlerde devlet başkanına ait olan bir yetkidir[24].
10. İcra Vekilleri Heyetinin Meclis Tarafından Seçilmesi
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yürütme yetkisi “İcra Vekilleri Heyeti” tarafından kullanılıyordu. Ancak, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu İcra Vekilleri Heyetinin nasıl seçileceğini öngörmüyordu. Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 8’inci maddesine göre, vekiller, “kanun-ı mahsus mucibince” seçileceklerdi. Uygulamada icra vekillerinin seçimi Meclise ait bir yetki olmuş ve vekiller Meclis tarafından teker teker seçilmişlerdir. Vekillerin seçilmesi Meclise ait bir yetki olduğu gibi onların görevden alınması da Meclise ait bir yetkidir.
11. Milletlerarası Andlaşma Yapma Yetkisi
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 7’nci maddesine göre “muahede ve sulh akdi” Büyük Millet Meclisine aittir.
12. Yargı Organının Durumu
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yargı düzenlenmemiştir. Yargı konusunda 1876 Kanun-u Esasînin hükümlerinin yürürlükte olduğu düşünülebilir. Ancak uygulama hiç de öyle olmamıştır. Hemen belirtelim ki, yukarıda 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kuvvetler birliği ilkesini ve meclis hükûmeti sistemini benimsediğini söylemiştik. Yine yukarıda belirtildiği gibi, kuvvetler birliği ilkesi ve meclis hükûmeti sistemi yasama ve yürütme yetkisinin tek elde toplanmasını öngörür. Yargı kuvvetinin de aynı ele verilmesi meclis hükûmeti teorisinde yoktur. Ancak 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu dönemi uygulamasına bakarsak, kuvvetler birliği ilkesinden yargının da nasibini aldığını gözlemlemek gerekir. Bu dönemde yargı yetkisinin de Meclisin elinde olduğu fikri hâkim olmuştur. Bu düşünceyle istiklâl mahkemeleri kurulmuştur. Bu mahkemelerin üyeleri Meclis tarafından kendi üyeleri arasından seçiliyordu. Haliyle bu mahkemelerin oluşumu tarzı, hakimlerin bağımsızlığı ilkesine ve kanunî hâkim güvencesine tamamıyla aykırıydı. Şüphesiz dönemin olağanüstü koşulları dikkate alınarak istiklâl mahkemelerinin yerindeliği konusunda birtakım mülahazalar ileri sürülebilir. Ancak mülahazalar hukukî olmaktan ziyade, siyasî ve tarihî niteliktedirler.
13. Yerinden Yönetim
23 maddelik bu kısa Anayasanın toplam 14 maddesinin (m.10-23) merkezî idarenin taşra teşkilâtına ve yerel yönetimlere ayrılması hayret vericidir. Bakanların seçim usûlünü düzenlemeyen bu Anayasa, nahiyelerin idare heyetlerinin nasıl seçileceğini düzenlemeyi ihmal etmemiştir. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun adem-i merkeziyete çok önem verdiği gözlemlenebilir.
14. Saltanatın Kaldırılması [25]
Millî Kurtuluş Savaşının başarıyla sonuçlanmasından sonra, Osmanlı Saltanatı kaldırılmıştır. Bu konuda iki “Meclis Kararı”nı zikretmek gerekir. Birincisi 30 Ekim 1922 tarihli ve 307 sayılı “Osmanlı İmparatorluğunun İnkıraz Bulup, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinin Teşekkül Ettiğine Dair Heyet-i Umumiye Kararı”dır. Bu Karar şöyledir:
“Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükûmeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükûmetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hududu millî dahilinde yeni varisi olduğuna ve Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile hukuk-ı hükümrani milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki padişahlığın madum ve tarihe müntakil bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir hükûmet mevcut olmayıp İstanbul ve Civarının Büyük Millet Meclisine ait ve binaenaleyh oraların umuru idaresinin de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükûmetinin hakk-ı meşruu olan makam-ı Hilâfeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi” [26].
Bu “Meclis Kararı”yla Osmanlı İmparatorluğunun sona erdiği ve onun yerine Türkiye Hükûmetinin geçtiği ilân ediliyordu. Yine aynı yönde Büyük Millet Meclisinin, 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı “Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-u Hakimiyet ve Hükümraninin Mümessil-i Hakikîsi Olduğuna Dair Heyet-i Umumîye Kararı”nı[27] zikretmek gerekecektir. Bu Kararda tarihsel gelişmeleri açıklayan bir girişten sonra şunlara yer verilmiştir:
“Türkiye halkı, hakimiyet-i şahsiyeye müstenit olan İstanbul’daki şekl-i hükûmeti, 16 Mart 1336 (1920) dan itibaren ve ebediyyen tarihe müntakil addeylemiştir.
Hilâfet, hanedan-ı âli Osman’a ait olup, Halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu hanedanın ilmen ve ahlaken erşet ve eslah olanı intihap olunur. Türkiye Devleti, makam-ı Hilâfetin istinatgahıdır”[28].
Karardan görüleceği üzere, önce Saltanat ve Hilâfet makamları birbirinden ayrılıyordu . Saltanat 16 Mart 1920’den geçerli olmak üzere kaldırılıyordu. Hilâfet ise korunuyordu. Hilâfetin Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul ediliyor, ama bu hanedan içinde kimin halife olacağına karar verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olacaktı.
Hilâfetin Saltanattan ayrılmasının ve Saltanatın kaldırılmasının hukukî şekil itibarıyla normal olarak bir “anayasa değişikliği” ile, hiç olmazsa bir “kanun”la yapılması beklenirdi. Oysa, bu işlemler yukarıda görüldüğü gibi “Heyet-i Umumiye kararı (genel kurul kararı)” ile yapılmıştır. Yani hukukî niteliği itibarıyla, bu işlemler, bir “kanun” değil “parlâmento kararı” niteliğindedir. İleride yasamanın işlemlerini inceleyeceğimiz bölümde göreceğimiz gibi, parlâmento kararıyla, devletin temel yapısına veyahut üçüncü kişilere ilişkin değil, parlâmentonun iç düzenine ve işleyişine ilişkin kurallar getirilir. Bu nitelikte olmayan bir konunun “parlâmento kararı” ile düzenlenmesi isabetsizdir.
Burada bu “Meclis Kararları” kolayca kabul edilmediğinin altını çizelim. Mustafa Kemal Paşa’nın şu tehdidini burada zikretmek gerekir:
“Bu bir emr-i vakidir. Mevzu-i bahs olan; millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele zaten emr-i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemahal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir”[29].
15. Birinci Meclisin Sonu
Büyük Millet Meclisinin 1 Nisan 1923 tarihli oturumunda seçimlerin yenilenmesi kararı alındı. Bu karar Meclisin basit çoğunluğuyla alınmıştır. Bu karar bizzat 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun “madde-i münferide”sine aykırıdır. Zira, ilk Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine karar verebilmek, “madde-i münferide”de öngörülen “gayenin husûlü (amacın gerçekleştirilmesi)” şartına bağlıydı. Gayenin gerçekleştirilmiş olduğuna ise, ancak “madde-i münferide” gereği “Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyeti” yani Meclis üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile karar verilmesi gerekiyordu. Oysa, seçimlerin yenilenmesi kararı üçte iki çoğunluk ile değil, basit çoğunlukla alınmıştır.
Birinci Meclis son toplantısını 15 Nisan 1923 tarihinde yapmıştır. Bir daha da toplanmamıştır. İkinci Meclis seçimleri Haziran-Temmuz 1923’te yapılmıştır. Seçimlerde Mustafa Kemal Paşa, kendi grubu adına milletvekili adaylarını bizzat belirlemiştir. Birkaç bağımsız aday dışında, Mustafa Kemal Paşanın belirlediği listeler seçimleri kazanmıştır. İkinci Dönem Meclisi çalışmalarına 11 Ağustos 1923’te başlamıştır[30].
16. Cumhuriyetin İlânı
Hemen vurgulayalım ki, Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşını yürütmüş olan “Birinci Meclis” tarafından değil, ikinci dönem Büyük Millet Meclisi tarafından ilân edilmiştir. Cumhuriyet 29 Ekim 1339 (1923) tarih ve 364 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun ile ilân edilmiştir[31]. Bu Kanun, bir anayasa değişikliği kanunudur. Kanun, 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1’inci maddesini söyle değiştiriyordu:
“Hâkimiyet, bilâkaydü şart Milletindir. İdare usûlü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir”.
Böylece Cumhuriyet ilân edilmiş oluyordu. Cumhuriyeti ilân eden 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı Kanun ile 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda önemli değişiklikler yapılmıştır.
Bir kere bir “cumhurbaşkanlığı” makamı oluşturulmuştur (m.11). Cumhurbaşkanının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kendi üyeleri arasından seçileceği öngörülmüştür (m.10). Hükûmetin kuruluş usûlü değiştirilmiştir. Hükûmetin kuruluş şeması bakımından meclis hükûmeti sisteminden uzaklaşılarak parlâmenter sisteme yaklaşılmıştır. Yeni sisteme göre,
“başvekil Reisicumhur tarafından ve Meclis âzası meyanından intihap olunur. Diğer vekiller, başvekil tarafından gene Meclis azası arasından intihap olunduktan sonra, heyet-i umumiyesi Resicumhur tarafından Meclisin tasvibine arz olunur” (m.12).
17. Hilâfetin Kaldırılması [32]
Yukarıda 1-2 Kasım 1922 tarihli Meclis Kararıyla saltanatın kaldırıldığını, Hilâfetin ise korunduğunu söylemiştik.
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı “Hilâfetin İlgası ve Hanedan-ı Osmanînin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun”[33] ile de Hilâfet kaldırılmıştır. Yine aynı Kanunun 2’nci maddesi ise Halifenin ve Hanedanın diğer mensuplarının sürgün edilmesini öngörüyordu:
“Mahlû Halife ve Osmanlı Saltanatı münderisesi hanedanının erkek, kadın bilcümle azası ve damatlar Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyyen memnudurlar. Bu hanedana mensup kadınlardan mütevellit kimseler de bu madde hükmüne tabidirler”.
Kanunun 3’üncü maddesi ile söz konusu kimselerin ülkeyi terk etmeleri için azamî 10 gün süre verilmiştir. Keza Kanunun 4’üncü maddesi, bu kimselerin vatandaşlık sıfatını ve haklarını kaldırmıştır. Kanunun 5’inci maddesi, bu kimselerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde gayrimenkul mallara sahip olmasını yasaklamış ve 7’nci maddesi de sahip oldukları gayrimenkullerini “bir sene zarfında Hükûmetin malûmat ve muvafakatiyle tasfiyeye mecbur” etmiştir. Diğer yandan, bu Kanunun 8’inci maddesine göre ise, “Osmanlı İmparatorluğunda Padişahlık etmiş kimselerin Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkuleleri millete intikal etmiştir”. Dahası Kanunun 9’uncu maddesine göre, sarayların içindeki “mefruşat takımlar, tablolar, âsarınefise ve sair bilûmum emvali menkule
1924 ANAYASASI(TEŞKİLAT-I ESASİYE)
1. Hazırlanışı
İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, seçildikten hemen sonra, yeni bir anayasa yapma sorunuyla karşı karşıya kalmıştı. Zira, 1876 Kanun-u Esasîsi resmen ilga edilmemişti. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu da yeni bir devletin ihtiyaçlarını karşılayacak derecede ayrıntılı değildi[1].
İkinci dönem Büyük Millet Meclisi, yeni bir anayasa yapmak için özel olarak seçilmiş bir “kurucu meclis” değildi[2]. Anayasa tasarısı Kanun-u Esasî Encümeni tarafından hazırlandı. Hazırlanan tasarı Genel Kurula sunuldu. Mecliste hangi çoğunlukla kabul edileceği belli değildi. Meclis ilk önce bu konuda 11 Mart 1340 (1924) tarih ve 83 sayılı “Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Ekseriyet-i Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul Edilmesine Dair Kararı” almıştır[3]. Bu karara uyularak, yeni Anayasa, toplantı yeter sayısı olan üye tam sayısının salt çoğunluğun üçte ikisinin oyu ile kabul edilmiştir. Yeni Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 20 Nisan 1340 (1924) günü kabul edildi[4].
2. Anayasanın Üstünlüğü
Öncelikle belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1876 Kanun-u Esasîsini ve 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununu açıkça yürürlükten kaldırıyordu (m.104). Böylece 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu döneminde yaşanan “ikili anayasal düzen”[5] son buluyordu.
“Anayasanın üstünlüğü ilkesi” 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 103’üncü maddesinde açıkça ilân edilmiştir:
“Teşkilât-ı Esasîye Kanununun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahane ile ihmal ve tatil olunamaz.
Hiçbir kanun Teşkilât-ı Esasîye Kanunu münafi olamaz”.
Birinci fıkra ülkedeki herkese yönelik bir emirdir. Anayasa maddelerinin bağlayıcı olduğuna işaret etmektedir. İkinci fıkra ise, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile adî kanunlar arasında varolan hiyerarşiyi dile getirmektedir. Teşkilât-ı Esasîye Kanunu bir anayasa olarak kanunlardan üstündür; kanunlar Teşkilât-ı Esasîye Kanunu aykırı olamazlar. Ancak bu dönemde kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanununa uygunluğunu denetleyecek bir Anayasa Mahkemesi kurulmamıştır. Yargıtay ve Danıştay da kanunların Teşkilât-ı Esasîye Kanununa uygunluğunu denetleme yetkisini kendilerinde görmemiştir. Bu duruma bakarak, doktrinde, 1924 Anayasası döneminde anayasanın üstünlüğü ilkesinin pratikte büyük ölçüde etkisiz kaldığı, yani Teşkilât-ı Esasîye Kanununa aykırı kanunların çıkarılmış olduğu iddia edilmiştir. Örneğin, İlhan Arsel’e göre,
“ancak bu hüküm (m.103) tatbikatta müessir bir netice tevlit etmemiş ve devlet organları ve idare makamları Anayasanın kendilerine doğrudan doğruya hitap etmediğini ve bu itibarla kendilerini sadece kanun ile bağlı gördüklerini beyanla Anayasa ile kanunun çarpıştığı her defasında Anayasayı değil, fakat kanunu tatbik yoluna gitmişlerdir”[6].
Birçok yazar, 1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanununun, anayasanın üstünlüğünü sağlayacak bir mekanizma kabul etmediğini, bu dönemde, Anayasa Mahkemesinin olmadığını, genel mahkemelerce kanunların anayasaya uygunluğunun denetim sisteminin de kabul edilmediğini vurgulamaktadırlar. Bu nedenle, pratikte Türkiye Büyük Millet Meclisinin yaptığı kanunların Anayasaya aykırı olabildiğini yazmaktadırlar[7]. Yani, bu yazarlara göre 1924 Anayasası sisteminde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin pratik bir müeyyidesi yoktu. Dolayısıyla, 1924 Anayasasının gerçek anlamda “Anayasanın üstünlüğü” ilkesini gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildi[8]. Buna karşılık bu yazarlar, 1961 Anayasasının anayasanın üstünlüğü ilkesine saygıyı sağlamakla görevli bir Anayasa Mahkemesi kurduğunu ve artık anayasanın üstünlüğü ilkesinin sözde kalmadığını yazmaktadırlar[9].
Eleştiri.- Yukarıdaki görüşler çok abartılıdır. Bir kere hemen belirtelim ki, aşağıda anayasa yargısını inceleyeceğimiz bölümde de gereceğimiz gibi, anayasa mahkemelerinin kurulması yeni bir olgudur. İlk Anayasa Mahkemesi 1920’de Avusturya’da, ikincisi 1948’de İtalya’da ve üçüncüsü 1949’da Almanya’da kurulmuştur. Zaten 1924 Anayasasının bir Anayasa Mahkemesi kurması çok şaşırtıcı olurdu.
Kanımızca 1924 Anayasası döneminde “Anayasanın üstünlüğü ilkesinden söz edilemeyeceği yolundaki görüş, hukukun genel teorisi açısından pek tutarlı değildir. Zira bu sonuç kanunların anayasaya uygunluk denetiminin olmadığı bir sistemde, anayasa normlarının etkisizliğini ve dolayısıyla geçersizliğini iddia etmektedir ki, bu tamamıyla yanlıştır. Anayasa Normlarının Geçerliliği Sorunu başlıklı çalışmamızda gösterdiğimiz gibi[10], kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin mevcut olmadığı bir sistemde kanunların anayasaya uygunluğundan veya aykırılığından hukuken söz edilemez. Böyle bir sistemde kanun ile anayasa arasında hukukî değil, görünüşte bir aykırılık vardır. Diğer bir ifadeyle kanunların anayasaya aykırı olduğunu söylemeye yetkili otantik bir organ yok ise, kanunun anayasaya aykırılığı hukuk düzeni içinde hiçbir zaman tespit edilemeyecektir. Herkes, kanunun anayasaya aykırı olup olmadığı konusunda bir görüş açıklayabilir; ama kimse hukuk düzeninden böyle bir kanunu geçersiz kılmak için karar verme yetkisi almamıştır. Yani böyle bir “görünüşte” anayasaya aykırılığı “hukuk düzlemi”ne çıkarmak imkânsızdır. O halde 1924 Anayasası ortamında kanunların anayasaya uygunluğu denetimi mümkün olmadığına göre, kanunların anayasaya uygunluğundan veya aykırılığından hukuken bahsedilemez.
1924 Anayasası sisteminde anayasanın kanunlara üstün olmadığı sonucuna da varamayız. Böyle bir sistemde de hukukun genel teorisi açısından, anayasanın üstünlüğü söz konusudur. Ancak ilk önce anayasa yargısının olduğu bir sistemde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin ne anlama geldiğini tespit edelim:
Kanunların anayasaya uygunluğunun denetiminin mümkün olduğu bir sistemde (örneğin 1961 Anayasası ortamında), anayasanın üstünlüğü ilkesi, önce yasama organına (TBMM'ye), sonra ve nihaî olarak da anayasaya uygunluk denetimi yapmakla görevli organa (Anayasa Mahkemesine) hitap eder. Eğer yasama organının anayasanın üstünlüğü ilkesine saygı göstermediği yetkili kişiler ve makamlar tarafından iddia edilirse, anayasa yargısı organı, kanunun anayasaya aykırı olup olmadığını inceler. Anayasaya aykırı olduğu kanısına varırsa kanunu iptal eder. Böylece anayasanın üstünlüğü ilkesi müeyyidelendirilmiş olur. O halde, kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin olduğu bir sistemde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin anayasa yargısı organının otantik yorumuyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Buna karşılık, kanunların anayasaya uygunluğunun denetlenmesinin mümkün olmadığı bir sistemde, örneğin 1924 Anayasası sisteminde, anayasanın üstünlüğü ilkesinin sadece yasama organına hitap ettiğini kabul etmek gerekir. O halde yasama organının kendisi anayasanın üstünlüğü ilkesine saygı göstermelidir; anayasanın hükümlerine aykırı olarak bir kanun kabul etmemelidir. Ancak, yalnızca ve yalnızca yasama organı kendi kabul ettiği kanun metninin anayasaya uygun olup olmadığına karar vermeye yetkilidir. Eğer kendisine sunulan kanun tasarısını veya teklifini oylayıp kabul ediyorsa, bu, onun söz konusu kanun metnini anayasaya uygun olarak yorumladığı anlamına gelir. Bu halde anayasanın üstünlüğü ilkesinin bizzat yasama organı tarafından müeyyidelendirildiği sonucuna ulaşmak gerekir. Dolayısıyla, kanunların anayasaya uygunluğu denetiminin mümkün olmadığı bir sistemde, yürürlükteki bütün kanunların, yasama organının otantik yorumuna göre, anayasaya uygun olduğunu ve dolayısıyla anayasanın üstünlüğü ilkesinin ihlâl edilmediğini kabul etmek gerekir. Zira onlar anayasaya aykırı olsalardı, yasama organı onları kabul etmeyecekti. O halde, 1924 Anayasası döneminde, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen bütün kanunların anayasaya uygun olduğunu varsaymak gerekir. Sonuç olarak, 1924 Anayasası sisteminde anayasanın üstünlüğü ilkesi, yasama organı tarafından müeyyidelendirilmektedir.
Şüphesiz yasama organına hitap eden anayasanın üstünlüğü ilkesinin yine yasama organının yorumu ile müeyyidelendirilmesinin gerçek bir müeyyide olmadığı söylenerek bu çözüm tarzı eleştirilebilir. Gerçekten de bu anayasanın üstünlüğü ilkesi yasama organını sınırlandırmaktadır, yani sınırlandırılacak süje bizatihi yasama organıdır. Oysa yine bu süje kendisinin tâbi olduğu sınırların anlamını belirlemektedir. Anlamı kendisi tarafından belirlenecek sınırlarla bir süjenin sınırlanmasının pek anlamlı bir sınırlama olmadığı düşünülebilir.
Kanımızca bu eleştiri, görünüşteki tutarlı mantığına rağmen, hukukî anlamdan mahrumdur. Zira, realist yorum teorisinin gösterdiği gibi[11], bir kanunun anayasaya uygun olup olmadığı sorusuna birçok cevap verilebilir. Bir kanun X’e göre anayasaya uygun, Y’ye göre ise aykırı olabilir. Yalnızca yetkili organın cevabı otantiktir. Diğerleri sadece kişisel kanaatlerdir. 1924 Anayasası sisteminde ise yetkili organ, yasama organıdır.
Sonuç olarak, 1924 Anayasası sisteminde, yalnızca yasama organının kanunların anayasaya uygunluğu sorunu üzerinde karar verme yetkisine sahip olduğunu söyleyebiliriz. O halde, X’e veya Y’ye göre anayasaya aykırı olsalar bile, yasama organı tarafından kabul edilen bütün kanunları, anayasaya uygun ve dolayısıyla geçerli olarak kabul etmek gerekir. Bu halde anayasanın üstünlüğü ilkesi sorunu ortaya çıkmaz.
Bu çözümde garip bir yan yoktur. Zira yasama organının yorumu yanlış olabileceği gibi, kanunun denetlenmesi işinin bir anayasa mahkemesine verilmesi ihtimalinde de, anayasa mahkemesinin yorumu da yanlış olabilir[12]. Teorik açıdan durum değişmez. Aslında realist yorum teorisinin gösterdiği gibi, “doğru yorum” veya “yanlış yorum” yoktur. “Otantik yorum ” veya “otantik olmayan yorum” vardır[13]. 1924 Anayasası döneminde de yasama organının yorumu otantiktir.
Özet olarak 1924 Anayasası sisteminde kanunu uygulayacak organlar, kanunun anayasaya uygunluğunu araştıramazlar. Zira o kanunun anayasaya uygunluğu konusunda tek yetkili makam, Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Meclis de bu kanunu kabul ettiğine göre, o kanunun Anayasaya uygun olduğu sonuca varmıştır. 1924 Anayasası döneminde de devlet organları aynı sonucuna varmışlar ve Anayasayı değil, Anayasaya aykırı olduğu iddia edilen kanunu uygulamışlardır. Bu uygulama Türk anayasa hukukçuları tarafından şiddetle eleştirilmiş olsa da hukukun genel teorisine en uygun uygulama budur.
3. Anayasanın Katılığı
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu “katı” bir anayasadır. Yani değiştirilişi adî kanunlardan daha zor usûllere bağlanmıştır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun değiştiriliş usûlü 102’nci madde de düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, değişiklik teklifi, Meclis üye tamsayısının üçte biri tarafından imzalanmalı ve üye tamsayısının üçte ikisi tarafından kabul edilmelidir. Bu usûl 1876 Kanun-u Esasîsinin değiştiriliş usûlü ile aynıdır. 102’nci maddenin son fıkrasında devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna ilişkin birinci maddenin değiştirilmesi yasaklanmıştır. Anayasa değişikliğinin tâbi olduğu tek maddî (içeriksel) sınırlama budur. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda değiştirilemeyecek başka madde yoktur. İlginçtir ki, anayasa değişikliği sürecinde Cumhurbaşkanının bir rolü yoktur. Cumhurbaşkanına zorlaştırıcı veto yetkisi tanınmadığı gibi, olağan kanunlar için Cumhurbaşkanının sahip olduğu bir kez daha görüşülmek üzere kanunu Meclise geri gönderme usûlü bile anayasa değişiklikleri için kabul edilmemiştir (m.35). Cumhurbaşkanı üçte iki çoğunlukla kabul edilen anayasa değişikliğini ilân etmek zorundadır.
4. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Anayasal Niteliği
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun maddî anlamda anayasa anlayışına göre anayasal nitelikte olduğu tartışmasızdır. Aşağıda görüleceği üzere içeriği devletin temel organlarının kuruluşuna ve temel hak ve hürriyetlere ilişkindir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun şeklî anlamda anayasa anlayışına göre de anayasal nitelikte olduğu tartışmasızdır. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi, bu Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, kendisinin diğer kanunlardan üstün olduğunu açıkça ilan etmekte, ve değiştirilmesi için kanunlardan daha zor bir usûl öngörmektedir.
* * *
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 6 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde “genel hükümler” (madde 1-8); ikinci bölümde “yasama” (madde 9 – 30), üçüncü bölümde “yürütme” (madde 31 - 52); dördüncü bölümde “yargı” (madde 53-67), beşinci bölümde “temel hak ve hürriyetler” (madde 68 – 88); altıncı bölümde ise “değişik konular” düzenlenmiştir.
5. Genel Hükümler
Devlet Şekli.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1’inci maddesine göre, “Türkiye Devleti bir Cumhûriyettir”. Keza devlet şeklinin cumhuriyet olduğu hükmünün değiştirilmesi 102’nci madde ile yasaklanmıştır.
Din/Lâiklik.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk şekline göre, “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır”. Bu hüküm Anayasadan 11 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanunla çıkarılmıştır. 10 Kânûn-u-evvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla ise Türkiye Devletinin nitelikleri arasında “lâik” sıfatı sayılmıştır. O halde 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk şeklinde, devletin resmî bir dinî vardır. 1928 değişikliğinden sonra, Anayasada din konusunda bir hüküm yoktur. 1937’de ise bu boşluk lâiklik ilkesi ile doldurulmuştur.
Egemenlik.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 3’üncü maddesine göre, “hâkimiyet bilâ kayd-ü-şart milletindir ”. Egemenlik konusundaki bu hüküm 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1’inci maddesindeki hükmün aynısıdır. Anayasaya göre egemenliğin sahibi, “millet”tir. Ancak, bu egemenliği kullanma hakkı doğrudan millete ait değil, onun temsilcisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir (m.4).
“Altı Umde ”.- Cumhuriyet Halk Partisinin “altı umde”si (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inkılâpçılık) 10 Kanunuevvel 1937 tarih ve 3115 sayılı kanunla 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ikinci maddesine ithal edilmiştir.
6. Yasama
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ikinci faslı “vazife-i teşrîiye” başlığını taşımaktadır. Burada “vazife (görev)”den değil, 5’inci maddede olduğu gibi “salâhiyet (yetki)”den bahsetmek daha uygun olacaktır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 5’inci maddesine göre, “teşrî salâhiyeti... Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder”. 6’ncı maddeye göre ise, “Meclis, teşrî salahiyetini bizzat istimal eder (kullanır)”.
Yasama Organının Kuruluşu, Seçme ve Seçilme Hakkı.- Mebus seçilebilmek için otuz yaşını bitirmiş olmak gerekir (m.10). 1934’te yapılan değişiklikle kadınlara da seçilme hakkı tanınmıştır. Seçme hakkı ise on sekiz yaşını bitiren her erkek Türk vatandaşına aittir. 1934’te on sekiz yaş sınırı yirmiikiye çıkarılmış, kadınlara da seçme hakkı tanınmıştır. Seçimler dört yılda bir yapılacaktır (m.13). Mebusların yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı 17'nci madde de güvence altına alınmıştır.
Kanun Yapma.- Kanun yapma yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir (m.26). Meclisçe kabul edilen kanunların Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması gerekir. Ancak Cumhurbaşkanının mutlak veya zorlaştırıcı bir veto yetkisi yoktur. Cumhurbaşkanına sadece geciktirici bir veto yetkisi tanınmıştır. Cumhurbaşkanı 10 gün içinde kanunu ya onaylamalıdır, ya da “bir daha müzakere edilmek üzere” Meclise iade etmelidir. Meclise bu şekilde iade edilen bir kanun, meclis tarafından tekrar kabul edilirse, Cumhurbaşkanı onu ilân etmek zorundadır (m.35).
Burada ekleyelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kanunları “tefsir etme (yorumlama)” yetkisini de Türkiye Büyük Millet Meclisine vermiştir[14].
7. Yürütme
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, yürütme yetkisini (icra kudretini) de Büyük Millet Meclisine vermiştir (m.5). Ancak, yasama yetkisini bizzat kullanan Meclis, “icra salâhiyetini, kendi tarafından müntehap Reisicumhûr ve onun tâyin edeceği bir İcrâ Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder” (m.7).
Yürütme Organının Kuruluşu.- Yürütme organı, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun “vazife-i icraîyye ” başlığını taşıyan üçüncü bölümünde düzenlenmiştir. Yürütme organı ikili yapıdadır. Bir yanda Cumhurbaşkanı, diğer yanda ise “İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu)” vardır.
a) Cumhurbaşkanı.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 31’inci maddesine göre, Cumhurbaşkanı (Reisicumhûr) Büyük Millet Meclisi Genel Kurulu tarafından ve kendi üyeleri arasından bir seçim devresi için seçilir. Seçilen Cumhurbaşkanı tekrar seçilebilir. Yukarıda Cumhurbaşkanının sadece geciktirici veto yetkisine sahip olduğunu söylemiştik. Anayasanın 39’uncu maddesine göre, Cumhurbaşkanının ısdar edeceği bütün kararların başbakan ve ilgili bakan tarafından imza edileceği öngörülmüştür. Burada karşı-imza kuralı vardır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının siyasal sorumsuzluğu sözkonusudur. Anayasa göre Cumhurbaşkanı sadece “hıyanet-i vataniye halinde Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür” (m.41). Cumhurbaşkanının ısdar edeceği diğer işlemlerden doğabilecek sorumluluk başbakan ve ilgili bakana aittir (m.41). Ancak 1924 Anayasası, Cumhurbaşkanının kişisel sorumluluğunu da düzenlemiştir. 41’inci maddeye göre, “Reisicumhûrun hususat-ı şahsîyesinden dolayı mes’ûliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilât-ı Esasîyye Kanûnunun masuniyet-i teşrîiyeye (yasama dokunulmazlığına) taalluk eden on yedinci maddesi mûcibince hareket edilir”. Özetle, 1924 Anayasasında Cumhurbaşkanının konumu, herhangi bir parlâmenter rejimdeki cumhurbaşkanının konumundan farklı değildir.
b) Hükûmet.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 44’üncü maddesine göre, “başvekil, Reisicumhûr canibinden ve Meclis âzâsı meyanından tâyin olunur. Sair Vekiller Başvekil tarafından, Meclis âzâsı arasından intihap olunarak Hey’et-i umûmîyesi Reisicumhûrun tasdikile Meclise arzolunur”. Hükûmet bir hafta içinde programını (hatt-ı hareket ve siyâsî nokta-i nâzârını) Meclise sunmak ve güvenoyu (itimat) istemek zorundadır. Bakanlar (vekiller), başbakan (başvekilin) başkanlığında İcra Vekilleri Heyetini oluşturmaktadır (m.45). 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 46’ncı maddesinde İcra Vekilleri Heyetinin, hükûmetin genel siyasetinden müştereken sorumlu olduğu (kolefktif sorumluluk) ve keza, vekillerin de kendi salâhiyeti dairesindeki icrâattan münferiden sorumlu oldukları (bireysel sorumluluk) öngörülmüştür. Özetle, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu sisteminde, yürütme organının, gerek Cumhurbaşkanı, gerek Bakanlar Kurulu kanadı parlâmenter sistemin genel ilkelerine uygun olarak düzenlenmiştir.
8. Hükûmet Sistemi: Kuvvetler Birliği ve Görevler Ayrılığı
Sistemi[15]
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, meclis hükûmeti ile parlâmenter sistem arasında karma bir hükûmet sistemi kurmuştur[16]. Gerçekten de 1924 Anayasasında her iki hükûmet sistemini andıran özellikler vardır[17].
1. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda bulunan meclis hükûmeti sistemine benzeyen yönler şunlardır[18]:
a) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 4’üncü maddesine göre, “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegâne ve hakîkî mümessili olup Millet nâmına hakk-ı hâkimiyeti istimâl eder”.
b) Anayasanın 5’inci maddesine göre ise, “teşrî salâhiyeti ve icrâ kudreti Büyük Millet Meclisinde tecellî ve temerküz eder”. Bu hüküm 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2’nci maddesindeki formülün aynısıdır. 5’inci maddede görüldüğü gibi, Anayasa sadece yasama yetkisinin değil, yürütme yetkisinin de Büyük Millet Meclisinde toplandığını ilân etmektedir. Yasama ve yürütme kuvvetlerinin aynı elde toplanması kuvvetler birliği sisteminin kabul edildiğine işaret eder. Bu kuvvetlerin toplandığı elin ise, Büyük Millet Meclisinin olması meclis hükümeti sisteminin benimsendiği anlamına gelir.
c) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 7’nci maddesinin 2’nci fıkrasına göre, “Meclis, hükûmeti her vakit murâkabe ve ıskât edebilir”. Buna karşılık hükümetin meclisi feshetme yetkisi yoktur. Hükümete fesih yetkisinin tanınmaması parlâmenter sistemin kabul edilmediğine, buna karşılık meclisin hükümeti her zaman denetleyip görevden alabileceği hükmü meclis hükümetini sisteminin kabul edildiğine bir işaret sayılabilir.
2. Ne var ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bazı yönleri de parlâmenter sistemin özelliklerine benzemektedir.
a) Bir kere Büyük Millet Meclisi, yasama yetkisini kendi kullanabileceği halde (m.6), yürütme yetkisini ancak kendi seçeceği bir Cumhurbaşkanı ve onun tayin edeceği İcra Vekilleri Heyeti (=bakanlar kurulu) eliyle kullanabilir (m.7). Yani, Türkiye Büyük Millet Meclisi yürütme yetkisine teorik olarak sahip olmakla birlikte, yürütme fonksiyonunu bizzat yerine getiremez[19].
b) 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun benimsediği hükûmetin kurulması şeması tamamıyla parlâmenter hükûmet sistemi modeline uygundur. Yukarıda gördüğümüz gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 44’üncü maddesine göre, Başbakan Cumhurbaşkanı; diğer bakanlar da Başbakan tarafından seçilmektedir. Bu şekilde seçilen Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanı tarafından “tasdik” edilmekte ve Meclisin güvenine sunulmaktadır. Bu usûl bugünkü usûlle hemen hemen aynıdır. Başbakanlık ve bakanlık sıfatları güven oylamasından önce, Cumhurbaşkanının onama tarihinde kazanılır[20].
c) Nihayet, parlâmenter hükûmet sisteminin temel ilkelerinden biri olan “hükûmetin kolektif sorumluluğu” ilkesi, 1924 Anayasasının 46’ncı maddesinde açıkça kabul edilmiştir: “İcrâ Vekilleri Heyeti Hükûmetin umûmî siyasetinden müştereken mes’ûldür”.
Özetle, 1924 Anayasasının kurduğu hükûmet sistemi, bazı yönleriyle meclis hükûmeti sistemine, diğer bazı yönleriyle de parlâmenter hükûmet sistemine benzemektedir. Bu nedenle, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bir “karma sistem” kurduğu söylenmektedir. Bu sisteme de “kuvvetler birliği ve görevler ayrılığı sistemi” ismi verilmektedir[21]. Gerçekten de yukarıda görüldüğü gibi, yasama ve yürütme kuvvetleri teorik olarak birleşmiştir ve bunlar mecliste toplanmıştır (m.5). Ancak, Meclis sahip olduğu yürütme kuvvetini bizzat değil; Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu marifetiyle kullanabilmektedir. Yani yürütme görevi veya fonksiyonu meclise değil, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna aittir. Özetle, kuvvetler bir, ama görevler veya fonksiyonlar ayrıdır.
9. Yargı
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 8’inci maddesine göre, “hakk-ı kazâ, Millet nâmına, usûlü ve kanunu dairesinde müstakil mehâkim tarafından istimal olunur”. Yani Anayasa, yargı yetkisinin millet adına bağımsız mahkemeler tarafından kullanılacağı ilkesini getirmiştir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun dördüncü faslı, “kuvvet-i kazaiye (yargı kuvveti)”ye ayrılmıştır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun önceki fasıl başlıklarında yasama ve yürütmeden “vazife” olarak bahsederken, burada yargıdan “kuvvet” olarak bahsetmesi ilginçtir. Bülent Tanör, bundan yargının konumunun yükseltildiği sonucuna ulaşmıştır[22]. Kanımızca, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun koyucularının bu yolda bilinçli bir tercihte bulunduklarını söylemek oldukça güçtür. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yasama ve yürütme için “vazife”, yargı için “kuvvet” kelimelerinin kullanılması, kanımızca, daha ziyade rastlantısaldır.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yargı ile ilgili şu hükümler getirilmiştir: “Mahkemelerin teşkilâtı, vazife ve salâhiyetleri kanûnla muayyendir” (m53). Hakimler, bağımsız ve her türlü müdahaleden âzâdedir (m.54). Hâkimler kanûnen muayyen olan usûl ve ahvâl haricinde azlolunamazlar (m.55). Hakimlerin özlük hakları kanun ile belirlenir (m.56). Hâkimler kamusal veya özel hiçbir görev kabul edemezler (m.57). Yargılama alenîdir (m.58). Herkes, mahkeme huzûrunda haklarını müdâfaa için lüzûm gördüğü meşrû vasıtaları kullanmakta serbesttir (m.59). Hiçbir mahkeme, vazife ve salâhiyeti dahilinde olan davalara bakmaktan imtina edemez (m.60).
Hemen belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun yargıyla ilgili getirdiği güvenceler, 1876 Kanun-u Esasîsinin yargıya ilişkin getirdiği güvencelerden çok daha yetersizdir. Yargıya ilişkin hükümleri itibarıyla 1924 Anayasası, 1876 Anayasasından daha geridir. Yukarıda gördüğümüz gibi, 1876 Kanun-u Esasîsi, “kanunî hâkim ilkesi” veya “doğal yargıç ilkesi” denen ilkeyi eksiksiz kabul etmişti (m.23, 89). Kanun-u Esasî, özel davalara bakmak için, normal mahkemelerin “haricinde fevkalâde bir mahkeme veyahut hüküm vermek salahiyetini haiz komisyon teşkilini katiyen” yasaklıyordu. Oysa, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda bu konuda bir hüküm yoktur. Bu basit bir unutma eseri değildir. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun meclis görüşmelerinde, “fevkalâde mahiyeti haiz mahkeme teşkili memnudur” şeklinde bir ek fıkra önerisi reddedilmiştir[23].
Diğer yandan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununda yargıyla ilgili hükümler de yasama karşısında bir güvence teşkil etmekten uzaktır. Çünkü Anayasa getirdiği güvenceleri “kanun dairesinde” sınırlandırmıştır. Örneğin mahkemelerin teşkilâtı, görev ve yetkileri kanunla belirlenmektedir (m.53). Hâkimlik teminatı ve hâkimlerin özlük hakları da kanunla düzenlenecek bir şeydi (m.54). Keza, vatandaşların, “mahkeme önünde haklarını korumak için gerekli gördüğü yasalı araçları kullanma” özgürlüğü (m.59) de yasa koyucunun hangi araçlara izin vereceğine bağlı kalmıştır. Çünkü, 1876’da olduğu gibi kapsamlı bir yargı yolu teminatı ve genel bir savunma hakkı 1924 Anayasasında eksiktir[24].
Diğer yandan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun yargıya bu olumsuz bakışı idarî yargı alanında da göze çarpmaktadır. İdarî dava ve ihtilaflara bakmakla görevlendirilen Şura-ı Devlet (m.51) yargı bölümünde değil, yürütme bölümünde düzenlenmiştir. Keza nizamnamelerin (tüzüklerin) kanunlara aykırılığını denetlemek görevi Şura-ı Devlete değil, Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir.
Ayrıca, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu kanunların yorumlanması yetkisini mahkemelere değil, yasama organına vermiştir (m.26). Hukuk teorisinde, “yasama yorumu (teşrîi tefsir)” kuvvetler ayrılığı prensibine aykırı bulunduğundan dolayı eleştirilmektedir[25].
10. Temel Hak ve Hürriyetler[26]
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, “Türklerin Hukuk-ı Ammesi (Türklerin Kamu Hakları)” başlığı taşıyan beşinci faslında düzenlemiştir (m.68-88).
“Türklük ”.- Hemen belirtelim ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu bu maddelerde tanıdığı hakların sahibi olarak “her Türk”ten veya “Türkler”den bahsetmektedir. O nedenle bu ifadeden ne anlaşılması gerektiğini belirtmek uygun olur. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 88’inci maddesinde kime “Türk” dendiğini tanımlamaktadır. Teşkilât-ı Esasîye Kanununa göre, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla ‘Türk’ ıtlak olunur (denir)”. Burada belirtmek gerekir ki, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, din ve ırk gibi unsurları dışlamıştır. Türklüğü, bir “coğrafi unsur” (Türkiye ahalisi )[27], bir de “hukukî unsur” (vatandaşlık bağı) ile tanımlamıştır.
Tabiî Hak Doktrini .- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, temel hak ve hürriyetlerin felsefî kökeni ve sınırları konusunda 18’inci yüzyıl filozoflarının geliştirdikleri tabiî hak doktrinini benimsemiştir[28]. Münci Kapani’nin isabetle gözlemlediği gibi, “tabiî haklar doktrini, havası, ruhu, hatta dili ile bu bölümde canlı olarak sezilir”[29]. Hürriyetin tanımı bile doğrudan doğruya 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesinin 4’üncü maddesinden alınmıştır:
“Hürriyet, başkasına muzır (zararlı) olmıyacak her türlü tasarrufatta bulunmakdır. Hukûk-u tabiîyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudûd-ı hürriyetidir” (m.68).
Hak ve Hürriyetler Listesi.- 68’inci maddedeki bu tabiî hukuk prensibinden sonra izleyen maddelerde yine 1789 modeli klasik hak ve hürriyetler kataloğu verilmiştir[30]: Eşitlik ilkesi (m.69), kişi dokunulmazlığı (şahsî masûniyet), kişi güvenliği (m.72), işkence ve eziyet yasağı (m.73), mülkiyet hakkı (m.74), din hürriyeti (m.75), konut dokunulmazlığı (m.76), basın hürriyeti (m.77), seyahat hürriyeti (m.78), sözleşme (akit) hürriyeti, çalışma (sây ü amel) hürriyeti, mülk edinme ve tasarrufta bulunma hürriyeti, toplanma (içtimâ) hürriyeti, dernek (cemiyet) kurma hürriyeti, şirket kurma hürriyeti (m.70, 79), eğitim hürriyeti (m.80), haberleşmenin gizliliği esası (m.81), dilekçe hakkı (m.82), vicdan hürriyeti, düşünce (tefekkür) hürriyeti, söz (kelâm) hürriyeti (m.72). Dikkat edilirse tüm bu hak ve hürriyetler “negatif statü hakları”[31] niteliğindedir. 1924 Anayasa koyucusu, sosyal ve ekonomik haklar akımına yabancı kalmıştır[32]. 1924 Anayasası, sosyal devlet anlayışından uzak, klasik, liberal bireyci bir felsefeye sahiptir[33].
Anayasada bazı siyasal haklar da tanınmıştı. Mebus seçme ve seçilme hakkı (m.10, 11), vatandaşlık hakkı (m.88), devlet memuriyetine girebilme hakkı (m.92), Türkiye Büyük Millet Meclisine başvurabilme hakkı (m.82) gibi.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun temel hak ve hürriyetleri düzenlemesinde dikkati çeken bir özellik de, bunların çok kısa olarak düzenlenmesidir. Temel hak ve hürriyetlere 20 maddelik bir yer verilmiştir. Birçok temel hak ve özgürlüğün Anayasada sadece ismi vardır: Örneğin 70’inci madde şöyle demektedir: “Şahsî masûniyet, vicdan, tefekkür, kelâm, neşir, seyahat, akit, sây ü amel, temellük ve tasarruf, içtimâ, cemiyet, şirket, hak ve hürriyetleri Türklerin tabiî hukûkundandır”. Temel hak ve hürriyetlerin hangi hallerde ve hangi ölçütlere uyularak sınırlandırılacağı hususu Anayasada düzenlenmemiştir. 68’inci madde “hukûk-u tabiîyeden olan hürriyetin herkes için hududu başkalarının hudûd-u hürriyetidir. Bu hudûd ancak kanûn mârifetiyle tesbit ve tâyin edilir” demektedir. Yani teorik olarak temel hak ve hürriyetler kanunla olmak şartıyla sınırlandırılabilir. Ayrıca birçok madde de o hürriyet zaten tanınırken “kanun dairesinde” tanınmıştı. Örneğin matbuat “kanun dairesi”nde serbestti (m.77). Keza, sözleşme, çalışma, toplanma, dernek ve şirket hürriyetlerinin sınırlarının da “kanunla” çizileceği öngörülmüştür (m.79). Ancak bu kanunların uyması gereken anayasal ilkeler ve ölçütler getirilmemişti. Bu nedenle, yasama organının temel hak ve hürriyetleri keyfi bir biçimde sınırlandırmasının yolu açıktı[34].
Anayasanın 86’ncı maddesinde ise sıkıyönetim (idare-i örfiye ) düzenlenmiştir. Anayasa sıkıyönetim halinde, kişi ve konut dokunulmazlıklarının, basın, haberleşme, dernek ve şirket hürriyetlerinin geçici olarak sınırlandırılabileceğini veya ertelenebileceğini belirtmiştir (m.86/2).
Hak ve Hürriyetler Konusunda Uygulama.- 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, temel hak ve hürriyetler konusunda oldukça liberal bir anlayışa sahip olmasına rağmen, bu dönemde, özellikle 1950’lere kadar temel hak ve hürriyetler konusunda uygulama hiç de liberal olmamıştır. 3 Mart 1924’te çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitim özgürlüğü sınırlandırılmıştır. 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile basın ve siyasal muhalefet tümüyle susturulmuştur. Bu dönemde çıkarılan “İnkılâp Kanunları”nın uygulanmasında şiddete başvurulmuş, “olağanüstü mahkeme” niteliğinde olan “gezici” Ankara İstiklâl Mahkemesi bu kanunlara aykırı hareket edenleri terörle sindirmiştir. Bu mahkemeler âdil yargılanma hakkını ihlâl etmişlerdir. Şapkaya muhalefetten dolayı idama mahkum edilenler bile vardır. Yine bu Mahkeme, “ceza kanunlarının geriye yürümezliği” şeklindeki evrensel hukuk ilkesini ihlâl ederek kanunu çıkmasından önce yapılan fiillerden dolayı idam cezası verebilmiştir. 1925 yılında muhalif dergi ve gazetelerin çoğu kapatılmıştır. 25 Temmuz 1931 tarih ve 1881 nolu Matbuat Kanunu ile “memleketin umumî siyasetine dokunacak” yayınlar yapan gazetelerin Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılması öngörülmüştür. Dernek kurma özgürlüğü fiilen izne bağlıydı. Anayasadaki “altı umde”ye aykırı dernek kurulması yasaklanıyordu. Bazı militan lâiklik uygulamaları (bazı camilerin ibadete kapatılması, hac izni verilmemesi, din eğitiminin yasaklanması) din ve ibadet özgürlüğünü zedelemiştir. Siyasal haklar da görünüşte idi. Zira seçimler iki dereceli olarak ve “açık oy, gizli sayım” esasına göre yapılıyordu. Keza adaylar doğrudan doğruya Mustafa Kemal ve 1938’den sonra İsmet İnönü tarafından belirleniyordu[35].
11. Çok Partili Döneme Geçiş [36]
Hemen belirtelim ki, Türk tarihinde ilk kez çok partili döneme 1924 Anayasası döneminde, 1940’ların ikinci yarısında veya 1950’lerde geçilmemiştir. Çok partili döneme İkinci Meşrutiyette geçilmiştir. Bu çok partili dönem, aslında birinci ve ikinci gruplar adı altında birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi döneminde de sürmüştür. Türkiye’de çok partili rejim, 1923’te faaliyete geçen ikinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ile kesintiye uğramış ve bu kesinti 1946’ya kadar sürmüştür.
Celal Bayar , Adnan Menderes , Fuat Köprülü, Tevfik Koraltan birleşip Demokrat Partiyi kurdular[37]. Kuruluş işlemi verilen izinle gerçekleşti (7 Ocak 1946). 1947’de yapılması gereken genel seçimler, genç muhalefeti gafil avlamak için bir yıl öne alındı[38]. Seçimler, 21 Temmuz 1946 günü yapıldı. Seçimlerde çeşitli yolsuzluklar oldu. Nihayette seçimlerde gizli oy, açık sayım ve yargı denetimi de yoktu. Bu “şaibeli seçimler ” sonucunda CHP 402, DP 54, bağımsızlar 8 üyelik elde ettiler[39]. 1950 seçimlerinden önce ise 1950 tarihli yeni Milletvekili Seçim Kanunu çıkarıldı. Bu Seçim Kanununda gizli oy, açık sayım ve yargı denetimi ilkeleri yerine getirildi. Bu koşullara uyularak yapılan 14 Mayıs 1950 tarihli seçimlerinden DP büyük bir zaferle çıktı. Böylece halk serbest iradesiyle yöneticilerini değiştirmiş oldu. Cumhuriyet döneminde tek partili rejimden çok partili rejime geçişte askerlerin bir rolü yoktur. Bu tamamıyla sivil bir süreçtir[40].
Çok partiye geçiş için bir anayasa değişikliği yapılmamıştır. Yapılan tek değişiklik Seçim Kanunundadır.
12. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Demokrasi Anlayışı
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, “çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” demokrasi anlayışı na sahipti. İlk önce Ergun Özbudun’dan yararlanarak[41] çoğunlukçu ve çoğulcu demokrasi anlayışlarının ne olduğunu kısaca açıklayalım.
Köklerini Rousseau’nun genel irade görüşünden alan çoğunlukçu demokrasi anlayışı, çoğunluğun iradesinin, “genel irade” olduğunu, bu iradenin daima kamunun iyiliğine yöneldiği ve yanılmaz olduğunu kabul eder. Gerçekten de, çoğunluğun iradesi kamunun iyiliğine yöneliyorsa ve yanılmazsa, bu irade sınırlandırılmamalıdır. Çoğunluk ülkeyi istediği gibi yönetmelidir. Böyle bir anlayışta, çoğunluğun yönetme haklarını sınırlandıracak, azınlık haklarını koruyacak kurumlara gerek yoktur[42].
Buna karşılık, “çoğulcu demokrasi anlayışı ”, temelde çoğunluğun yönetme hakkını inkâr etmemekle birlikte, bu hakkın sınırlandırılması gerekliliği üzerinde durur. Bu anlayışa göre, çoğunluğun yönetme hakkı mutlak değildir. Çoğunluğun yönetme hakkı azınlığın temel hakları ile sınırlıdır. Kamunun iyiliği, toplum içinde yapılan özgür tartışma ve pazarlıklardan doğar. Bugün azınlık olan bir görüş yarın çoğunluk haline gelebilir. Belirli bir tarihte çoğunluk olan grup, azınlığın çoğunluk olma hakkını yok etmemelidir. Dolayısıyla bu anlayışta. Çoğunluğun yönetme haklarını sınırlandıran tedbir ve kurumlara ihtiyaç vardır[43].
1924 Anayasası, bu demokrasi anlayışlarından “çoğunlukçu demokrasi anlayışını ” benimsemiştir. Bunu, Anayasanın “hakimiyet bila kayd-ü-şart milletindir” (m.3) ve “Türkiye Büyük Millet Meclisi milletin yegane ve hakikî mümessili olup millet namına hakk-ı hakimiyeti istimal eder” (m.4) diyen hükümlerinden anlıyoruz. Egemenlik “kayıtsız, şartsız” Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanıldığına göre, Meclisin iradesi sınırsızdır. O halde Mecliste çoğunluğu elinde bulunduran parti veya grup istediğini yapmakta serbesttir[44].
1924 Teşkilât-ı Esasiye Kanununda tanınan hak ve hürriyetlerin yargısal güvencelerinin olmaması, temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının ölçütlerinin gösterilmemiş bulunması, keza bu dönemde bir Anayasa Mahkemesinin kurulmamış ve yargı bağımsızlığının tam anlamıyla sağlanamamış olması gibi hususlar da çoğunlukçu demokrasi anlayışının pekişmesine, azınlık haklarının korunamamasına yol açmıştır[45].
13. “1945 Anayasası”
20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945 yılında, dönemin öz Türkçecilik akımına uyularak, 10 Ocak 1945 tarih ve 4695 sayılı Kanunla[46], “mana ve kavramda bir değişiklik yapılmaksızın Türkçeleştirilmiş”tir. Demokrat Parti iktidarı döneminde ise, 1952 yılında, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanunla[47] 1945’te Türkçeleştirilen metin yürürlükten kaldırılarak, 24 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945 yılına kadar yapılan beş değişiklik ile birlikte tekrar yürürlüğe konmuştur. 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanunun 1’inci maddesine göre, “20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 4695 sayılı Kanunun kabûl tarihine kadar yürürlükte bulunan tadilleriyle birlikte tekrar meriyete konulmuş ve bu kanun yerine ikame edilmiş olan 10.1.1945 tarihli ve 4695 sayılı Anayasa meriyetten kaldırılmıştır”.
Aslında biçimsel açıdan bakarsak, 1924-1960 döneminde Türkiye’de bir değil üç Anayasa vardır: 1924-1945 döneminde 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu, 1945-1952 yılları arasında 1945 Anayasası ve 1952-1960 yılları arasında, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanun ile tekrar yürürlüğe konulmuş 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu. Türk anayasa hukuku literatüründe böyle bir ayrım yapılmamaktadır. Zira, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ile 1945 Anayasası anlam olarak aynıdır. 1952’de yürürlüğe konulan Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ise 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun kendisidir. Oysa biçimsel açıdan bu görüşte isabet yoktur. Bu dönemde tam üç adet anayasal kanun, yani kurucu işlem vardır.
Kural olarak, bu üç anayasal metnin anlam olarak aynı olduğu kabul edilmektedir. Zaten 10 Ocak 1945 tarih ve 4695 sayılı Kanun da, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun “mana ve kavramda bir değişiklik yapılmaksızın Türkçeleştirilmiş” olduğunu belirtmektedir. Ancak gerçek bu değildir. Anayasa normu, anayasa metninin anlamıdır. Metin değiştikçe bu metne atfedilecek anlamda pek doğal olarak değişebilir[48]. Bir metne hangi anlamın atfedileceği bir yorum sorunudur. Ve buna anayasayı yorumlamakla görevli organlar yetkilidir. Yorum ise metne göre yapılır. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu ve 1945 Anayasasının metinleri karşılıklı olarak incelenirse bunların arasında birçok anlam farkının da olduğu görülür. Örneğin 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 59’uncu maddesi şöyledir:
“Herkes mahkeme huzurunda hukukunu müdafaa için lüzum gördüğü meşru vesaiti istimalde serbesttir”.
Buna karşılık 1945 Anayasasının 59’uncu maddesi şöyledir:
“Herkes mahkeme önünde haklarını korumak için gerekli gördüğü yasalı araçları kullanmakta serbesttir”.
Görüldüğü gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu “meşru vesait”ten; buna karşılık, 1945 Anayasası “yasalı araçlar”dan bahsetmektedir. “Yasalı araçlar” ne demektir? “Yasayla belirlenen araçlar” demek ise, bundan yasama organının savunma hakkının bir “yasa” ile istediği gibi sınırlandırabileceği sonucu çıkar. Oysa “meşru vesait” ibaresinden böyle bir sonuç çıkarmak hayli zordur. Görüldüğü gibi 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun Türkçeleştirilmesi hukuk tekniği bakımından zararlı sonuçlara yol açabilir. Hukuk tekniği bakımından bir hukukî metnin terimleriyle oynanmasının tehlikeli olması bir yana, 1945 Anayasası metninin Türkçe bakımından da doğru olduğu pek şüphelidir. Örneğin, 59’uncu maddenin 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu versiyonunda herkes haklarını “müdafaa için” demektedir. 1945 Anayasası ise bu “müdafaa için” ibaresini “korumak için” diye öz Türkçeleştirmiştir. Bilindiği gibi, “koruma”, “müdafaa”nın değil “muhafaza”nın karşılığıdır. “Korumak için” ifadesi yerine “savunmak için” denmeliydi[49].
Diğer yandan belirtelim ki, 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanun ile tekrar yürürlüğe konulan 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun metni ile bu Kanunun ilk metni arasında birtakım farklılıklar da vardır. 24 Aralık 1952 tarih ve 5997 sayılı Kanuna ek olarak 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu tekrar kaleme alınarak yayınlanmıştır[50]. 1924 metni ile 1952 metinleri arasında kelimelerin yazılış farklılıkları vardır[51]. Bundan başka bazı maddelerin anlamını değiştiren farklılıklar da vardır: 28’inci maddenin 1924 versiyonunda “... mebusluk sakıt olur” denmekte; buna karşılık 1952 versiyonunda, “... mebusluk zail olur” denmektedir. Keza 32’nci maddenin 1924 versiyonunda “Reisicumhur... Meclis münakaşat ve müzekaratına iştirak edemez ve rey veremez” derken, aynı maddenin 1952 versiyonunda “ve rey veremez” ifadesi yer almamaktadır. Aynı şekilde 88’inci maddenin ikinci fıkrasının 1924 versiyonunda “Türkiye’de ve hariçte bir Türk tebaanın...” ifadesinde yer alan “tebaanın” kelimesinin yerini 1952 versiyonunda “babanın” kelimesi yer almıştır. Yine, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun ilk versiyonunda yer alan “Türkiye Büyük Millet Meclisini intihap edilen ve edilecek olan bilumum mensubin-i askerîyenin tâbi olacaklı şerait hakkındaki 19 Kanunuevvel 1339 tarihli Kanun ahkamı bakidir” şeklindeki muvakkat madde, Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 1952 versiyonunda yoktur.
Tüm bunlar göstermektedir ki, bir hukukî metnin kelimeleri fevkalade önemlidir. Onlarla oynanmamalı, metnin mevsukiyeti hakkında tereddüt yaratılmamalıdır.
1961 ANAYASASI
A. 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi
27 Mayıs 1960 sabahı bir grup genç subay yönetime el koydu. Kendilerine Millî Birlik Komitesi [1] ismini veren grup, Türk Silahlı Kuvvetlerinin darbenin arkasında olduğu izlenimini uyandırmak için bir generali aralarına alma ihtiyacını hissettiler. Bunun için de Kara Kuvvetleri eski komutanı orgeneral Cemal Gürsel’i buldular[2].
Yüksek Adalet Divanı .- Darbeciler Cumhurbaşkanını, Başbakanı, bakanları ve Demokrat Parti milletvekillerini tutukladılar. Bunları yargılamak için “Yüksek Adalet Divanı” isimli bir kurul kurdular. Bu kurulun üyeleri Millî Birlik Komitesi tarafından seçildi[3]. Bu Divan, suç sayılan olaylardan sonra kurulan, iddia edilen suçun işlendiği sırada mevcut olmayan bir kuruldu. Dolayısıyla bu kurul, kanunî hâkim güvencesine veya doğal yargıç ilkesi diye bilinen ilkeye aykırı nitelikte “olağanüstü bir mahkeme”idi. Bu kurul, çok sayıda ağır hapis, ömür boyu hapis ve ölüm cezası vermiştir. Verdiği idam cezalarından üçü de 16 ve 17 Eylül 1961’de infaz edilmiştir (Adnan Menderes , Fatin Rüştü Zorlu , Hasan Polatkan)[4].
Değerlendirme.- Türk anayasa hukuku literatüründe, 27 Mayıs Hükûmet Darbesi genellikle olumlu karşılanmıştır. Bazı yazarlarda 27 Mayıs Hükûmet Darbesine yapılmış açık övgüler vardır. Örneğin Bülent Nuri Esen’e göre Demokrat Parti iktidarı meşruluğunu kaybetmişti[5]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi, “anayasal düzeni korumak uğrunda ihtilal”dir[6]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi, “Türkiye’de istibdat teşebbüslerine son verici ve demokratik düzeni koruyucu bir hareket”tir[7]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi bir “meşru ihtilal”dir[8]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi “insan hakları prensiplerine saygılıdır”[9]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi, bir “hürriyet mücadelesi”dir[10]. 27 Mayıs Hükûmet Darbesi bir “hukuk devleti ihtilali”dir[11].
Kanımızca, Bülent Nuri Esen’in 27 Mayıs Hükûmet Darbesi hakkındaki düşünceleri akıllara durgunluk vericidir. Seçimle iş başında gelmiş bir Hükûmetin zorla devrilmesi ve iktidarın silahla ele geçirilmesi nasıl oluyor da “demokratik” olabiliyor? Kanunî hâkim ilkesine saygılı olmayan olağanüstü bir mahkeme kurup insanları yargılayan ve idam eden bir ihtilal, nasıl olabiliyor da “hukuk devleti ihtilali ” olabiliyor? Bunları anlamak için geniş bir hayal gücüne sahip olmak gerekir.
İlginçtir, Türk anayasa hukuku doktrininde 1961 Anayasasını eleştirmiş olan bazı yazarlar dahi 27 Mayıs Hükûmet Darbesini olumlu bir hareket olarak görebilmişlerdir. 1982 Anayasasını hazırlayan Komisyonun başkanı olan Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı , 27 Mayıs Hükûmet Darbesi hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“27 Mayıs’ta Türk milleti adına Silahlı Kuvvetlerimiz, gayri meşru duruma düşmüş bir iktidarı tasfiye etmiştir. Aydınların totaliter eğilimli bir idareye karşı ayaklanması, direnme hakkını kullanması doğaldır. Hürriyet mücadelesi daima aydınlar tarafından yapılmıştır. Çünkü aydın düşünür ve düşündükçe hürriyeti ister... Hürriyete karşı baskı, toplum hürriyeti benimserse başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Bilakis baskı altına alınan toplumda, karanlıklara gömülen hürriyet fikri, eğer toplumun ihtiyaçlarını karşılıyorsa, karanlıklardan keskin kılıçlar halinde çıkar. Bizde de böyle olmuş, ilkel görüşleriyle her şeyi satın alabileceğini sanan 1950-1960 iktidarı, satın alınamayacak varlıkların mevcut olduğunu böylece anlamıştır. Cumhuriyeti gençliğe emanet eden Atatürk’ün dehası bir kere daha anlaşılmıştır”[12].
Bülent Tanör’e göre de, 27 Mayıs Hükûmet Darbesi, “siyasal demokrasiyi kurumsallaştırmak isteyen bir sivil toplum canlılığı üzerine oturmuştu... Askerî müdahale başarılı olmuştu ve bir meşruluk sorunu da yaratmadı”[13].
Mustafa Erdoğan’ın belirttiği gibi, 27 Mayıs Hükûmet Darbesinin sivil toplumla veya direnme hakkıyla bir alâkası yoktur. Burada direnme hakkı değil, askerlerin sivil yönetime meydan okuması söz konusudur[14]. Erdoğan’ın isabetle gösterdiği gibi, 27 Mayıs darbecilerinin amacı “siyasal demokrasiyi kurumsallaştırmak” değil, devlete tepeden inmeci, halkın iradesinden bağımsız yön vermekti. Bu ise anti-demokratik bir zihniyet ve tutumun ifadesidir[15]. Yine Erdoğan’a göre,
“Darbeye yardımcı olan ortam ‘sivil toplum canlılığı’ değil, sadece CHP sempatizanı bir grup üniversite hocası ve çok az sayıdaki üniversite öğrencisi ile, onlarla aynı ideolojik bakışı paylaşan basın camiası idi. Bu nedenle, bu kesimler arasında müdahalenin ‘meşruluk sorunu’ olmaması normaldi, ama meşruluk eğer sivil-toplumsal temelli bir şey ise, halkın büyük bir çoğunluğunun sahnede olmadığı apaçık ortadaydı”[16].
Bazı anayasa hukuku kitaplarında, 27 Mayıs Hükûmet Darbesini hazırlayan olaylardan uzun uzun bahsedilmektedir. 27 Mayıs 1960 öncesi ülkede bir “bunalım”ın olduğuna işaret edilmektedir. Bu bunalımı yaratan olayların dökümü yapıldığında ise, bu olayların fevkalade zayıf kaldığı ortaya kendiliğinden çıkmaktadır. “Bunalım” olarak şunlardan bahsedilmektedir:
1. Millet Partisi, din mezhep ve tarikat esaslarına dayalı propaganda yaptığı gerekçesiyle 27 Ocak 1954 günü kapatılmıştır[17].
2. Seçim Kanununda 30 Haziran 1954 tarihinde yapılan değişiklikle propaganda yapma özgürlüğü iktidar partisi lehine bozulmuştur[18].
3. 30 Haziran 1954’te Demokrat Partiye oy vermeyen Kırşehir ili, ilçe haline getirilerek cezalandırılmıştır[19]. Ancak 1930 yılında CHP de, Silifke ilini Serbest Fırkaya oy verdiği için ilçe haline getirmiştir[20]. Dolayısıyla bu uygulamanın eski örneği de vardır[21].
4. Hakimlere ve memurlara baskı yapılmıştır. 5434 sayılı Emekli Sandığı kanununun 39’uncu maddesinin b fıkrasının son bendi 6422 sayılı Kanunla değiştirilmiş ve “bu fıkra hükümlerine göre re’sen emekliye sevk edilenler hakkında kararlar katidir. Bu karar aleyhine hiçbir surette kaza mercilerine başvurulamaz” denmiştir[22].
5. 27 Nisan 1960 gün ve 7468 sayılı Kanun ile Türkiye Büyük Millet Meclisi Tahkikat Encümeni yargısal yetkilerle donatılmıştır[23].
6. 27 Mayıs Hükûmet Darbesini destekleyen yazarlar, yukarıdaki yasal tedbirlerden başka, gerilim yaratan olaylar olarak sadece bir-iki olay zikredebilmektedirler. Bunların başında 28 Nisan 1960 günü İstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan bir grup öğrenci Hükûmetin istifasını istemiş, Polis zor kullanarak toplananları dağıtmıştır. Bu olaylarda iki öğrenci ölmüştür[24].
Görüldüğü gibi, ülkede 1960 öncesi gerçek anlamda bir kriz yoktur. Ülkeyi halkın oylarıyla seçilmiş ve düzenli olarak yapılan seçimlerden galip çıkan bir siyasî parti yönetmektedir. Ülkede ekonomik veya sosyal bir bunalım da yoktur. Tersine ülkede, tarihinde görmediği ölçüde ekonomik ve sosyal ilerlemeler kaydedilmektedir. Ancak, böyle bir “kriz”, halk düzeyinde olmasa da, üniversite hocaları, gazeteciler ve subaylar düzeyinde vardır. Darbeyi de onlar yapmıştır.
Kanımızca subaylar tarafından yapılmış bir hükûmet darbesinin, “direnme hakkı”na, “hürriyet mücadelesi”ne dayandırılması garip bir şeydir. Hele bir hükûmet darbesinin bir “hukuk devleti ihtilali” olarak görülmesi[25] ise, bizatihi mantıkî bir tutarsızlıktır. Kanımızca, amacı ne olursa olsun, iktidarın seçimle değil, kuvvet yoluyla el değiştirmesi anti-demokratik ve hukuka aykırı bir uygulamadır. O halde, 27 Mayıs Hükûmet Darbesinin, tüm diğer hükûmet darbeleri gibi, anti-demokratik ve hukuka aykırı bir hareket olduğu söyleyebiliriz.
Onar ve Arkadaşlarının “Raporu”.- 27 Mayıs 1960 askerî darbesi olduğunda, daha o sabah, İstanbul Üniversitesinden bir grup öğretim üyesi (Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli) askerî bir uçakla Ankara’ya gitmişler[26] ve Millî Birlik Komitesine bir “rapor” sunmuşlardır[27]. 28 Mayıs 1960 tarihli Rapor, “bugün içinde bulunduğumuz durumu adî ve siyasî bir hükûmet darbesi saymak doğru değildir” cümlesiyle başlıyor, Demokrat Parti hükûmetinin meşruluğunu yitirdiğini, buna karşılık 27 Mayıs hareketinin ise meşru olduğunu iddia ediyordu[28].
12 Haziran 1960 Tarih ve 1 Sayılı Kanun [29] ve Millî Birlik Komitesi .- 27 Mayıs Hükûmet Darbesini yapanlar, 12 Haziran 1960 günü çıkardıkları 1 sayılı Kanunla 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun bazı hükümlerini yürürlükten kaldırmışlardır. Bu kanun geçiş dönemini düzenleyen bir nevi “geçici anayasa” niteliğindedir[30]. Bu 1 sayılı Kanun, Millî Birlik Komitesi kuruyordu. Bu Komite, Orgeneral Cemal Gürsel başkanlığında 37 subaydan oluşuyordu. Bu komite “Türk milleti adına hakimiyet hakkını kullanıyordu” (1 sayılı Kanun, m.1). Millî Birlik Komitesi, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerine sahipti (m.1).
B. Yeni Anayasanın Hazırlanması
157 Sayılı Kanun ve Kurucu Meclis .- 13 Aralık 1960 tarih ve 157 sayılı Kanun[31] ile Kurucu Meclis kurulmaktaydı. Kurucu Meclis, Millî Birlik Komitesi ve Temsilciler Meclisinden oluşuyordu. Millî Birlik Komitesinin 14 üyesi 13 Kasım 1960 tarihinde tasfiye edilmişti[32]. Bir üyesi ise istifa etmişti[33]. Böylece üye sayısı, 23’e inmişti. Temsilciler Meclisi üyelerinin seçimi ise 13 Aralık 1960 tarih ve 158 sayılı Temsilciler Meclisi Seçimi Kanununa[34] göre yapılacaktı. Bu Kanuna göre ise, şu kurum ve örgütler temsilci gönderecekti: Devlet Başkanı 10, Millî Birlik Komitesi 18, İller 75, CHP 49, CKMP 25, Barolar 6, basın 12, Eski Muhripler Birliği 2, esnaf kuruluşları 6, gençlik 1, işçi sendikaları 6, odalar 10, öğretmen kuruluşları 6, tarım kuruluşları 6, üniversiteler 12, yargı organları 12. Bu seçimlerde haliyle genel oy ilkesi uygulanmıyordu. Keza CHP ve CKMP’ye temsilci gönderme yetkisi tanınmasına rağmen, Demokrat Partiye temsilci gönderme yetkisi tanınmamıştı. Zaten o tarihte Demokrat Parti kapatılmıştı. Keza Kanunun 18’inci maddesiyle “faaliyetleri, yayınları ve davranışlarıyla 27 Mayıs Devrimine kadar Anayasaya ve insan haklarına aykırı icraat ve siyaseti desteklemeye devam etmiş olanlar”ın, Temsilciler Meclisine üye seçilmeleri yasaklanmıştır.
Anayasanın Hazırlanması.- İki tane “ön tasarı” vardır. Bunlardan birincisi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, ikincisi ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi çıkışlıdır[35]. Bunlardan birincisi “İstanbul Tasarısı ”, ikincisi ise “Ankara Tasarısı” olarak anılır.
İstanbul Ön Tasarısı .- İstanbul Hukuk Fakültesinden bir grup öğretim üyesi (Sıddık Sami Onar, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Ragıp Sarıca, Naci Şensoy, Tarık Zafer Tunaya ve İsmet Giritli) daha darbe sabahı Ankaraya davet edilerek kendilerine yeni anayasayı hazırlama görevi verildi. Bu komisyona daha sonra Ankara Üniversitesinden de üç öğretim üyesi (İlhan Arsel, Bahri Savcı ve Muammer Aksoy) katılmışlardır. Bu komisyon hazırladığı “Ön Tasarı”yı 18 Ekim 1960’da Millî Birlik Komitesi başkanlığına sundu[36]. Bu tasarı, 191 maddeden oluşan çok ayrıntılı bir anayasadır. Bu tasarı genel oya ve siyasal partilere güvenmiyordu. Siyasal partiler kısmen de olsa etkisiz kılınmaya çalışılmıştır. Tasarı devlet iktidarını çeşitli organlar arasında bölmüş, birçok özerk kurul ve kurumlar yaratmıştı (Devlet Şurası, Millî Savunma Şurası, Millî İktisat Şurası, Türkiye Millî Bankası, üniversiteler, TRT, müzeler, millî kütüphane, devlet konservatuarı, opera ve tiyatrolar vb). Böylece bu Tasarıda yürütme organı fevkalade zayıflatılıyordu. Keza Tasarı korporatif karakterli bir ikinci meclis de kuruyordu[37].
Ankara Ön Tasarısı .- İstanbul Komisyonu daha çalışmalarını tamamlamadan, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İdarî İlimler Enstitüsü “Gerekçeli Anayasa Tasarısı ve Seçim Sistemi Hakkındaki Görüş” başlıklı bir tasarı yayınladı[38]. Bu Tasarıda, İstanbul tasarısından farklı olarak, genel oya ve siyasal partilere şüpheli gözle bakılmamıştır. Özellikle yürütme organının zayıflatılmamasına özen gösterilmiştir[39].
Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu .- Kurucu Meclis 6 Ocak 1961’de toplandı ve hızlı bir şekilde çalışmaya başladı. Meclis, 9 Ocak 1960’ta Temsilciler Meclisi içinden 20 kişilik bir “Anayasa Komisyonu” seçti. Anayasa Komisyonu, anayasa tasarısını hazırlamada, “etüd metni” olarak İstanbul Bilim Komisyonunun Ön Tasarısını, “yardımcı metin” olarak da Siyasal Bilgiler Fakültesinin Ön Tasarısını esas aldı[40]. Komisyon yabancı anayasalar olarak da, Fransız, İtalyan ve Federal Alman Anayasalarından yararlandı[41]. Komisyon neticede bir Tasarı hazırladı ve Tasarıyı 9 Mart 1961’de Temsilciler Meclisi Başkanlığına sundu. Bu Tasarı, İstanbul Ön Tasarısından çok, Ankara Ön Tasarısına yakındır[42].
Görüşmeler ve Kurucu Mecliste Kabul.- Tasarı ilk önce Temsilciler Meclisinde tartışıldı. Bundan sonra Tasarı, Millî Birlik Komitesinde de görüşüldü. Neticede 17 madde de uyuşmazlık çıktı. Bu uyuşmazlıklar Temsilciler Meclisi ve Millî Birlik Komitesinden seçilen eşit sayıda üyeden oluşan Karma Kurulca yeni bir metin düzenlenerek giderildi. 27 Mayıs 1961’de yapılan Kurucu Meclis birleşik toplantısında 260 kabul ve 2 çekimser oyla tasarının son metni kabul edildi.
Halkoylaması .- 157 sayılı Kanun, Anayasanın halk oylamasına sunulmasını öngörüyordu. Halkoylaması 9 Temmuz 1961 günü yapıldı. Katılma oranı % 80’in üzerindeydi. Geçerli oyların % 61.5’i “evet”, % 38.5 “hayır” yönünde çıktı[43]. Yeni Anayasa 20 Temmuz 1961 tarih ve 10859 sayılı Resmî Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. XII’nci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi 25 Ekim 1961 günü toplandı. Böylece normal rejime geçilmiş oldu[44].
C. 1961 Anayasasının İçeriği[45]
Burada 1961 Anayasasının içeriği, kurduğu devlet sistemi hakkında kısaca durulacaktır.
1. Genel Esaslar
1961 Anayasasının “Genel Esaslar” başlığını taşıyan birinci kısmında devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri gibi temel ilkeler düzenlenmiştir.
Devletin Şekli.- Devletin şekli konusunda bir yenilik yoktur. Devlet şekli, cumhuriyettir.
Cumhuriyetin Nitelikleri .- Cumhuriyetin nitelikleri konusunda ise 1961 Anayasası, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunundan oldukça farklıdır. Yukarıda gördüğümüz gibi, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 2’nci maddesinde devletin temel nitelikleri olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık sayılmıştır. 1961 Anayasası bu altı ilkeden halkçılığı, devletçiliği ve inkılapçılığı kabul etmemiştir. Milliyetçilik ilkesini ise “millî devlet” olarak değiştirerek kabul etmiştir. Anayasa bunların yanında, “insan haklarına dayanan devlet”, “demokratik devlet”, “sosyal devlet”, “hukuk devleti” gibi yeni temel ilkeler kabul etmiştir. Bu ilkelerden hukuk devleti ilkesi gibi bazılarının temelleri eski Anayasalarımızda mevcuttur. Ancak sosyal devlet ilkesi tamamıyla bu Anayasanın bir yeniliğidir. Bu ilkelerin neler olduklarını 1982 Anayasasını incelediğimiz bölümlerde ayrıntılarıyla göreceğiz.
Anayasanın Üstünlüğü ve Bağlayıcılığı.- Yazarlar genellikle, 1961 Anayasasının getirdiği yeniliklerin başında “anayasanın üstünlüğü” ilkesini saymaktadırlar[46]. 1961 Anayasasının 8’inci maddesine göre,
“kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlıyan temel hukuk kurallarıdır”.
Benzer hüküm 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 103’üncü maddesinde de vardır:
“Teşkilât-ı Esâsiye Kanununun hiçbir maddesi, hiçbir sebep ve bahâne ile ihmâl veya tatil olunamaz.
Hiçbir kanun Teşkilâtı Esasîye Kanununa münafî olamaz”.
Bu iki madde esasen aynıdır. Bu bakımdan, 1961 Anayasasının 8’inci maddesi bir yenilik olarak görülemez. Ancak yazarlar, 1924 Anayasasındaki anayasanın üstünlüğü ilkesinin etkisiz, 1961 Anayasasındaki anayasanın üstünlüğü ilkesinin ise etkili olduğu yorumunu yapmışlardır[47]. Bu yazarlar, 1961 Anayasasının anayasanın üstünlüğü ilkesine saygıyı sağlamakla görevli bir Anayasa Mahkemesi kurulduğunu ve ve artık anayasanın üstünlüğü ilkesinin 1924 Anayasası döneminde olduğu gibi sözde kalmadığı yazmaktadırlar[48].
Biz yukarıda 1924 Anayasasında Anayasanın üstünlüğü ilkesinin sözde kalması konusunda bu yorumun yapılamayacağı yolundaki düşüncemizi açıklamıştık. Kanımızca, sadece şu söylenebilir: 1924 Anayasası sisteminde, anayasaüstü ilkesi bizzat Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından müeyyidelendirilirken, 1961 Anayasası sisteminde bu müeyyidelendirilme önce Türkiye Büyük Millet Meclisi, sonra da Anayasa Mahkemesi tarafından yapılmaktadır. Sonuç olarak, anayasanın üstünlüğü ilkesi açısından 1961 Anayasasının 1924 Anayasasına göre farklı bir yenilik getirdiğini söylemek mümkün değildir. 1961 Anayasasının getirdiği yenilik, bir Anayasa Mahkemesi kurmasındadır.
2. Temel Hak ve Özgürlükler
1961 Anayasasında temel hak ve özgürlükler ikinci kısımda düzenlenmiştir. Bu kısmın birinci bölümünde temel hak ve özgürlüklere ilişkin genel hükümler, ikinci bölümde kişinin hakları ve ödevleri, üçüncü bölümde sosyal ve iktisadî haklar ve ödevler, dördüncü bölümde ise siyasî haklar ve ödevler düzenlenmiştir. Sosyal hak ve ödevler , ilk defa sistematik olarak 1961 Anayasasında düzenlenmiştir. Bu 1961 Anayasasının önemli bir yeniliğidir.
1961 Anayasasının, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu göre, temel hak ve özgürlüklere daha geniş bir yer verdiği hemen gözlemlenmektedir. Keza bu Anayasa temel hak ve özgürlükler sınırlandırılmasını oldukça güvenceli bir sisteme bağlamıştır.
3. Yasama
1961 Anayasası 1924 Anayasasından farklı olarak “çift-meclis sistemini ” kabul etmiştir (61 AY, m.63). Bu 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunundan bir farklılıktır. Ama bir yenilik değildir. Zira, yukarıda gördüğümüz gibi 1876 Kanun-u Esasîsi de iki-meclis sistemini kurmuştu.
1961 Anayasasına göre “yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir” (m.5). Türkiye Büyük Millet Meclisi Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosundan kuruludur (m.63). Millet Meclisi , genel oyla seçilen dört yüz elli milletvekilinden kuruludur (m.67). Cumhuriyet Senatosu ise üç çeşit üyeden oluşmuştur. Yüzelli adet olan birinci grup üyeler halk tarafından seçilir. Onbeş adet olan ikinci grup üyeler ise Cumhurbaşkanınca seçilir. İlk iki grup üyelerin görev süresi altı yıldır. Üçüncü grup üyeleri ise ömür boyu görev yapar. Anayasa bunlara “tabiî üyeler” demektedir. Bunlar da kendi içinde iki gruba ayrılır. Bunlardan birincisi 13 Aralık 1960 tarih ve 157 sayılı Kanunun altında adları bulunan Millî Birlik Komitesi başkan ve üyeleridir[49]. İkincisi ise eski Cumhurbaşkanlarıdır.
Cumhuriyet Senatosuna üye seçilebilmek için kırk yaşını doldurmuş olmak ve yüksek öğrenim yapmış olmak şartı aranmıştır (m.72). Buna karşılık milletvekili seçilebilmek için otuz yaşını bitirmiş olmak ve Türkçe okuyup yazmak koşulları yeterlidir (m.68). Milletvekillerinin görev süresi dört yıldır (m.69). Seçimler dört yılda bir yapılır. Cumhuriyet Senatosu üyelerinin (tabii üyeler dışındakiler) görev süresi ise altı yıldır (m.73). Ancak Cumhuriyet Senatosu seçimleri altı yılda bir değil, iki yılda bir yapılır. Her seçimde, Cumhuriyet Senatosu üyelerinin üçte biri yenilenir (m.73).
Millet Meclisinin yetkileri, Cumhuriyet Senatosunun yetkilerinden genellikle daha ağır basmaktadır.
Hükûmet, Cumhuriyet Senatosuna karşı değil, Millet Meclisine karşı sorumludur. Güven oylaması sadece Millet Meclisinde yapılır (m.103). Cumhuriyet Senatosunun güvensizlik oyuyla hükûmeti düşürme yetkisi yoktur.
Bütçe kanununun kabulünde son söz Millet Meclisine aittir (m.94).
Kanun kabul etme sürecinde de son söz esas itibarıyla Millet Meclisine aittir. Ancak kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesinde Cumhuriyet Senatosunun da çok önemli yetkileri vardır. 1961 Anayasasının 92’nci maddesinde oldukça ayrıntılı bir şekilde kanunların iki meclis tarafından nasıl görüşüleceği düzenlenmiştir. Bu usûl oldukça karışıktır. 92’nci maddeye göre, Millet Meclisinin kabul ettiği bir metni Cumhuriyet Senatosu salt çoğunlukla veya üçte iki çoğunlukla reddederse, bu metnin Millet Meclisi tarafından kabul edilebilmesi için aynı şekilde salt çoğunluk veya üçte iki çoğunluk gerekir (m.92/8-9). Millet Meclisinde yeterli çoğunluğa sahip olmayan bir hükûmetin tasarılarının Cumhuriyet Senatosu tarafından reddedilmesi mümkündür. Millet Meclisinin kabul ettiği metin Cumhuriyet Senatosu tarafından değiştirilerek kabul edilmişse, Millet Meclisi bu değişiklikleri benimsemezse, her iki Meclisin ilgili Komisyonlarından seçilecek eşit sayıda üyelerden bir “karma komisyon” kurulur (m.92/5). Karma komisyonun hazırlayacağı metin Millet Meclisine sunulur. Millet Meclisi bu durumda ya karma komisyonca hazırlanmış metni aynen kabul etmeli, ya da Cumhuriyet Senatosu tarafından değiştirilmek suretiyle karara bağlanmış olan metni aynen kabul etmelidir. Millet Meclisi bu ikisini kabul etmek istemiyorsa, yani kendi hazırladığı metni kabul etmek istiyorsa, Cumhuriyet Senatosunda yapılmış madde değişiklikleri üye tamsayısı ile karara bağlanmış ise Millet Meclisi de üye tamsayısının salt çoğunluğuyla karar vermelidir (m.92/5).
Gensoru dışında, soru, genel görüşme, meclis araştırması, meclis soruşturması gibi hükûmeti denetleme araçlarında, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi eşit yetkilerle donatılmıştır (m.88-90).
Keza Anayasanın değiştirilmesi usûlünde de Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu eşit yetkilerle donatılmıştır. Anayasanın 155’inci maddesine göre, Anayasa değişikliği teklifinin kabulü için “Meclislerin ayrı ayrı üye tamsayılarının üçte iki çoğunluğunun oyu” gerekir.
4. Yürütme
1961 Anayasası, yasama ve yargıdan bir “yetki” olarak bahsederken, 6’ncı maddesinde, yürütmeden bir “görev” olarak bahsetmiştir. Anayasaya göre, “yürütme görevi, kanunlar çerçevesinde, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından yerine getirilir.
Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince, kırk yaşını doldurmuş ve yüksek öğrenim yapmış kendi üyeleri arasından, üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla yedi yıllık bir süre için seçilir; ilk iki oylamada bu çoğunluk sağlanamazsa, sonraki oylamalarda salt çoğunlukla yetinilir (m.95).
Bakanlar Kurulu ise Başbakan ve Bakanlardan kuruludur. Başbakan, Cumhurbaşkanınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır. Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri veya milletvekili seçilme yeterliğine sahip olanlar arasından Başbakanca seçilir ve Cumhurbaşkanınca atanır (m.102). Bu şekilde kurulan Bakanlar Kurulu, Millet Meclisinden güvenoyu almak zorundaydı. Hükûmetin kuruluş şeması parlâmenter hükûmet sistemine uygundur.
5. Yargı
1961 Anayasasının 7’nci maddesine göre, yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Yargı Anayasanın üçüncü kısmının üçüncü bölümünde düzenlenmiştir. Mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı tanınmıştır. 1961 Anayasasının yargı alanında getirdiği önemli bir yenilik hakimlerin bağımsızlığını sağlamak üzere kurduğu Yüksek Hakimler Kuruludur. Yüksek Hâkimler Kurulu , 143’üncü maddenin ilk şekline göre, onsekiz asıl ve beş yedek üyeden oluşuyordu. Bu üyelerden altısı Yargıtay genel kurulunca, altısı birinci sınıfa ayrılmış hâkimlerce ve kendi aralarından gizli oyla seçiliyordu. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu da, yüksek mahkemelerde hâkimlik etmiş veya bunlara üye olma şartlarını kazanmış kimseler arasından gizli oyla ve üye tam sayılarının salt çoğunluğu ile üçer üye seçiyordu. Keza bu usûlle Yargıtay Genel Kurulu iki, birinci sınıfa ayrılmış hâkimler ile Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu birer yedek üye seçiliyordu. Bu usûl 1971’de değiştirilmiştir. Maddenin ilk şekline göre, bu Kurula Batılı örneklerinde olduğu gibi yasama organı tarafından üye seçilmesi ilginçtir. İleride görüleceği gibi, 1982 Anayasası döneminde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun oluşum tarzı eleştirilecek, bu Kurulun sırf hakimlerden oluşması istenecektir. Bunu isteyen ve 1961 Anayasası öven yazarlar her nedense, 1961 Anayasasının 143’üncü maddesinin ilk şeklinin Yüksek Hakimler Kuruluna, bir siyasal organ olan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından üye seçildiğini görmezden gelmektedirler. 1961 Anayasasının ilk şeklinde Yüksek Hakimler Kurulunun üyelerinin üçte birinin milletvekilleri ve senatörler tarafından seçildiğinin altını özenle çizmek isteriz. 1961 Anayasasının bu hükmü, 20 Eylül 1971 tarih ve 1488 sayılı Anayasa Değişikliği kanunuyla değiştirilmiştir. Yüksek Hakimler Kurulunun üyelerinin sadece Yargıtay Genel Kurulu tarafından seçilmesi öngörülmüştür.
1961 Anayasası, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Uyuşmazlık Mahkemesi gibi yüksek mahkemeleri tek tek düzenlemiştir.
1961 Anayasasının yargı alanında getirdiği en önemli yenilik şüphesiz kanunların Anayasa uygunluğunu denetlemekle görevli bir Anayasa Mahkemesini kurmasıdır. Anayasanın ilk şekline göre bu Mahkemenin 15 üyesinden beşini seçme yetkisi yasama organına verilmiştir.
D. 1961 Anayasasının Uygulanması[50]
Ergun Özbudun’un gözlemlediği gibi[51], 1961 Anayasası hakkında yapılan 9 Temmuz 1961 tarihli halkoylaması, bu Anayasaya karşı Türk toplumunun bazı kesimlerinde güçlü bir muhalefet olduğunu göstermiştir. 1961 Anayasası sadece geçerli oyların % 61’inin “evet” oyuyla kabul edilebilmiştir. Halkoylamasının tam serbestlik içinde yapılmamış ve Demokrat Partinin eski seçmenleri tam örgütlenememiş olmasına rağmen Anayasaya karşı % 40’a yakın olumsuz oyun çıkması hayli anlamlıdır. Bu şunu göstermektedir ki, 1961 Anayasası toplumun çoğunluğunun oydaşmasına dayanan bir toplum sözleşmesi oluşturamamıştır[52].
1961 Anayasası yürürlüğe girdikten sonra, 15 Ekim 1961’de genel seçimler yapıldı. Bu seçimlerde CHP % 36, Demokrat Partinin yerine kurulan Adalet Partisi % 34, Yeni Türkiye Partisi % 14, CKMP ise % 13 oranında oy aldılar[53]. Bu oy oranları da yine 27 Mayıs Hükûmet Darbesinin halk tarafından pek benimsenmediğini, seçmen çoğunluğunun yine Demokrat Parti eğiliminde olduğunu göstermektedir. İkinci genel seçimler 10 Ekim 1965’te yapıldı. Adalet Partisi, oyların % 53’ünü kazanarak 240 milletvekili çıkardı. Buna karşılık, CHP oyların % 29’unu kazanarak 134 milletvekili çıkarabilmiştir[54].
1. 12 Mart Muhtırası ve 1971-1973 Anayasa Değişiklikleri
12 Mart Muhtırası[55].- Ülkede 1960’ların sonlarına doğru siyasal şiddet olayları arttı. Bu olayların önüne geçilemedi. 12 Mart 1971 tarihinde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları bir “muhtıra” vererek Başbakan Demirel’i istifaya zorladılar. Demirel istifa etti. Ordu desteğinde bir “partiler üstü” Hükûmet kuruldu ve Anayasada değişiklik yapılması gündeme geldi.
1971-1973 Anayasa Değişiklikleri.- 1971-1973 ara döneminde 1961 Anayasasında iki köklü değişiklik yapıldı. 20 Eylül 1971 tarih ve 1488 sayılı Kanunla Anayasanın 11, 15, 19, 22, 26, 29, 30, 32, 38, 46, 61, 64, 89, 110, 111, 114, 119, 120, 121, 124, 127, 134, 137, 138, 140, 143, 144, 145, 147, 149, 151, ve 152’nci maddeleri değiştirilmiştir. Keza Anayasaya geçici 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18, 19 ve 20’nci maddeler eklenmiştir[56].
Keza 15 Mart 1973 tarih ve 1699 sayılı Kanunla Anayasanın 30’uncu maddesinin 4’üncü fıkrası ve 57’nci maddenin 2 ile 3’üncü fıkrası değiştirilmiştir. 136’ncı maddeye ise 2, 3, 4, 5, 6 ve 7’nci fıkralar ilave edilmiştir. 138’inci maddenin 4’üncü fıkrası ve 148’inci maddenin 2’nci fıkrası değiştirilmiştir. Keza Anayasaya geçici 21 ve 22’nci geçici maddeler eklenmiştir[57].
Bu dönemde yapılan anayasa değişikliklerinin ana yönleri şöyledir[58]:
a) Yürütmenin Güçlendirilmesi Yönünde Değişiklikler: Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin verilmesi (m.64); vergi, resim ve harçların muafiyet ve istisnaları ile nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerde değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulunun yetkili kılınması (m.61); üniversite özerkliğinin zayıflatılması (m.120); TRT’nin özerkliğinin kaldırılması (m.121).
b) Temel Hak ve Özgürlüklere Getirilen Sınırlamalar: Bütün temel hak ve özgürlükler için geçerli genel bir sınırlama hükmünün getirilmesi (m.11); temel hak ve özgürlükler için yasal sınırlama sebeplerinin artırılması (m.11); devlet memurlarının sendika kurma hakkının ortadan kaldırılması (m.119).
c) Yargı Denetimine Getirilen Sınırlamalar: Üyelerinin atanmasında Bakanlar Kurulunun aday gösterdiği Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kurulması (m.136); tabiî yargı yolu yerine kanunî yargı yolunun getirilmesi (m.32); küçük siyasal partilerin Anayasa Mahkemesine başvurma olanağının kaldırılması (m.149).
d) Ordu ile İlgili Değişiklikler: Askerî otorite sivil iktidardan yeni tavizler koparmıştır. Askerî yargı sivil yargının aleyhine genişlemiştir. Asker kişilerle ilgili idarî eylem ve işlemlerin yargısal denetimi, Danıştaydan alınarak yeni kurulan Askerî Yüksek İdare Mahkemesine verilmiştir (m.140). Sıkıyönetime geçiş kolaylaştırılmıştır (m.124). Sivillerin askerî nitelikte olmayan suçlarından dolayı yargılanmaları mümkün kılınmıştır (m.138/2).
2. 1961 Anayasasının Yıkılışı
1975’ten itibaren siyasal şiddet ve terör olayları tekrar tırmanmıştır. Bunların önüne de geçilememiştir. Üstelik siyasal sistemde de ciddî tıkanıklıklar oluşmuştur[59]. Örneğin 1980’de Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni Cumhurbaşkanını altı ay süreyle seçememiştir. Bu dönemde hükûmetler karar alamaz ve meclisler kanun çıkartamaz hale gelmiştir. Bu krizin sorumlusu olarak yürütmeyi ve devlet otoritesini zayıf bıraktığı düşünülen 1961 Anayasası görülmüştür. Çözüm olarak, 1961 Anayasasında köklü değişikliklerin yapılması fikri ortaya çıkmıştır[60]. 1980’de 1961 Anayasasına karşı köklü eleştiriler yöneltilmiş ve Anayasa değişikliği konusunda birçok görüş dile getirilmiştir[61]. Bu eleştiri ve görüşlerin içinden çıkmak pek zordur. Kanımızca, bu konuda Ergun Özbudun’un şu değerlendirmesinde isabet vardır:
“1961 Anayasasının kurduğu hükûmet mekanizması içinde bazı tıkanıklıkların meydana geldiği, Anayasa hükümlerinin bunları gidermede yetersiz kaldığı ve sonuçta çıkan siyasal hareketsizliğin rejim bunalımını ağırlaştırdığı bir gerçektir. Öte yandan, yürütme organının ve genel olarak devlet otoritesinin güçsüzlüğünü, büyük ölçüde 1961 Anayasasına atfetmek kanımızca doğru değildir. Parlâmenter bir hükûmet sisteminde yürütme organı ancak parlâmento sağlam, disiplinli ve tutarlı bir çoğunluğa dayandığı ölçüde otorite ve istikrar sahibi olabilir. 1970’li yıllarda hiçbir partinin parlâmentoda mutlak çoğunluk sağlayamamış olması... koalisyon hükûmetlerine yol açmıştır. Diğer bir deyimle, 1970’li yıllarda hükûmet ve ona paralel olarak devlet otoritesinin zayıflamış olmasının sebepleri, hukukî olmaktan çok siyasaldır... Unutmamak gerekir ki, anayasal düzenleme, parlâmenter rejim içinde sağlam ve disiplinli bir parlâmento çoğunluğunun hükûmete vereceği siyasal güç ve otoritenin yerini tutamaz. Böyle bir çoğunluğun bulunmaması halinde, hükûmetin elinde geniş hukukî yetkiler olsa bile, onun bu yetkileri kullanacak siyasal iradeyi gösterebileceği pek şüphelidir. Aksine, hukuken zayıf gibi görünen bir hükûmet, sağlam ve disiplinli bir parlâmento çoğunluğu tarafından desteklenmek şartıyla gerçekte büyük bir otorite sahibi olabilir”[62].
* * *
ALINTI:
www.anayasa.gen.tr