Sabah Olursa
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderâtı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse... O gün
Ben ölmemiş bile olsa, haya pek ölgün
Bir irtibâtım olur şüphesiz; -O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
* * *
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi... Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
8 Eylül 1321 / 21 Eylül 1905
Tevfik Fikret’in Sabah Olursa adlı şiiri, 8 Eylül 1321/21 Eylül 1905 tarihini taşır. Bu şiiri anlayabilmek için, bu şiirin yazıldığı yılı ve o yıla giden yılları bilmek gerekir. 1905 yirminci yüzyılın daha başlangıcıydı ve ondan önceki on dokuzuncu yüzyıl ise, “imparatorluğun en uzun yüzyılıydı.” On dokuzuncu yüzyılda imparatorluğun problemleri hızla artmış, âdeta içinden çıkılamayacak bir hâle gelmişti.
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Batılı siyaset adamlarının dilinde “Hasta Adam” idi. Meselâ, daha yüzyılın ortalarına gelmeden (1831-1839) devlet, valisiyle başa çıkamıyor, valisi karşısında defalarca hezimete uğruyor ve içinde düştüğü bu zor durum karşısında Rusya, İngiltere ve Fransa’dan yardım istemek zorunda kalıyordu.1 Yine on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında devlet içeride ve dışarıda yüksek faizlerle hızla borçlanıyor ve kısa bir süre sonra da, bu borçlarının faizlerini bile ödeyemecek bir hâle geliyordu.2 Tam bu hâldeyken, 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı patlak veriyor, devlet ağır bir yenilgiye uğruyor ve sonunda Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları’yla Rumeli’de ve Anadolu’da birçok topraklarını kaybediyor, Rusya’ya milyonlarla Frank savaş tazminatı ödemek zorunda kalıyor3, maliyesi alt üst oluyordu. Bu arada 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı bahane edilerek Meclis kapatılıyor, demokratik gelişimin önü tıkanıyordu. Sefil bir istibdat topluma darbeler vuruyor, bu durum karşısında Genç Türklerin bazısı fikirlerini terk ederek veya uzaklaşarak Sultanın hizmetinde memuriyet buluyor4, bunu onuruna yediremeyenler ise âdi bir mücrim gibi sürgün, hapis ve çeşitli acılara maruz kalıyordu5. Diğer yandan, devrin sömürgeci büyük devletleri, bu “Hasta Adam’ın” ölümünü ve mirasının paylaşımını bekliyordu. O daha ölmeden en değerli parçaları ondan koparılıyordu. 1881 yılında Tunus Fransızlar tarafından, 1882 yılında Mısır İngilizler tarafından, 1885 yılında Doğu Rumeli Bulgaristan tarafından işgal edilmişti. Bir müddet sonra 1897 yılında Girit Yunanistan tarafından işgal edilmiş, hükümet Girit’in özerkliğini kabul etmek zorunda kalmıştı6.
Bütün bu büyük felâketler karşısında padişah II. Abdülhamit’in çeşitli gerekçelerle uygulamaya koyduğu koyu bir baskı yönetimi, yapılan birçok reformlara ve aydınlanma hareketlerine rağmen7 ülkeyi bunaltıyor bazen yaşanmaz bir hâle getiriyordu. Ülkede ordu, hükümet, saray, ulema ve bürokrasi arasındaki hassas dengeler bozulmuş, merkeziyetçi bir idare iyice yerleşmiş, bütün yetkiler Yıldız’daki padişahta toplanmıştı.
Ülkenin geleceğinden endişeli, belki de bu yüzden fazlaca vehimli ve şüpheci padişah, görünüşte güçlü bir istihbarat teşkilatı kurarak herkesi, düşündüklerini söylemekte ve yazmakta çekinir bir hâle getiriyordu8. Devlet halkından korkuyor, aydınından korkuyor, bürokrasisinden korkuyor, öğrencisinden korkuyor, onlara potansiyel tehlike olarak bakıyordu. Zararlı fikirlere sahip oldular diye, üniversite öğrencileri okullarından atılıyor, muzır yayın diye kitap, dergi ve gazetelerin basımı yasaklanıyor9, çeşitli aydın fikirli memurların ya görevlerine son veriliyor veya imparatorluğun en ücra yerlerine sürülüyor ve bütün bunlar devletin bekası, ülkenin birliği, bütünlüğü adına yapılıyordu.
Bu şartlar altında bütün ülkede, hemen herkese derin bir melânkoli, hayattan bezginlik, ümitsizlik ve karamsarlık egemen oluyor, toplumun önemli bir bölümünde bir nemelâzımcılık yaygınlaşıyordu10. Hemen herkes kendi derdine düşüyor, küçük çıkar hesapları peşinde koşuyordu. Âdeta sosyal sorumluluk duygusu ve bilinci bütünüyle kaybolmuştu11. Konuşması gerekenler susuyor, susması gerekenler ise konuşuyordu. Halk bunalmış ve sesi kesilmiş bir şekilde bekliyordu12. Toplumun bütün etkin olması gereken kesimleri, sanki üzerlerine ölü toprağı silkilmişcesine duruyor, gazetecilik güdümlü bir hâle geliyor ve gazeteler, suya sabuna dokunmayan magazin haberleri, çeşitli okulların açılış ve kapanış duyuruları, hükümet erkânı ve padişahın katıldığı resmî törenlerin şatafatlı, fakat içi boş konuşmalarıyla yani yapay bir gündemle doluyordu. Bunun yanında, sosyal ve siyasî hayatla pek ilgisi olmayan resimli, eğlenceli dergiler, büyük bir gelişme gösteriyor, bunların sayıları hızla artıyordu13.
İşte Osmanlı Türkiye’si, yirminci yüzyılın ilk yıllarına, yani Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiirini yazdığı yıllara, genel çizgileriyle panoramasını çizdiğimiz bu şartlar altında girmişti. Fikret, bu şâir olarak ülkenin içinde bulunduğu bu şartlardan derinden etkilenmiş, kâh Ömr-i Muhayyel’i (1898) yazarak her hakikatten uzak, herkese meçhul bir diyara gitmek, kaçmak, bütün insanlardan uzak orada yaşamak istemiş, kâh Gayya-yı Vücut’u (1899) yazarak hayatı “solucanlarla, sülüklerle, yılanlarla dolu” kokuşmuş bir bataklığa benzetmiş, kâh Sis’i (1902) yazarak imparatorluğu sembolize eden imparatorluk başkenti İstanbul’u mel’un ve menfur bir şehir olarak tasvir etmiş ve yaşlı, ahlâksız bir kadına benzetmişti.
Bütün bu şiirlerinde karamsar, bedbin ve gelecekle ilgili bütün umutlarını yitirmiş, melânkoli içinde kıvranan Rübab-ı Şikeste şâirinin, 1905 yılında yazdığı Sabah Olursa şiirinde hayat karşısında takındığı tavır, önemli bir değişikliğe uğrar. "Sabah Olursa şiiri, Fikret’in içinde, büyümen oğlu ile beraber sosyal bir kurtuluş ümidinin uyandığını gösterir"14. 1895’te doğan Haluk, bu şiirin yazıldığı 1905’te on yaşındadır. Fikret, bütün umutlarını, ülkenin bütün geleceğini oğlu Haluk’a ve onun neslinin içinden çıkacak bir kahramana bağlamıştır. Burada,
Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Mısraı, şiirin en güçlü, en güzel mısraı olarak dikkat çeker, ayrıca bu mısra, ülkenin aydınlık geleceğine karşı duyulan büyük bir özlemi de ifade eder:
Bu Memlekette de bir gün sabah olursa, Haluk,
Eğer bu memleketin sislenen şu nâsiye-i
Mukadderatı, kavî bir elin kavî, muhyî
Bir ihtizâz-ı temâsıyla silkinip şu donuk,
Şu paslı çehre-i millet biraz gülerse…
Yukarıdaki mısralar Fikret’in kurtuluşu, bir sosyal sınıftan değil, kuvvetli ve diriltici, güçlü bir elden, iradeli bir insandan beklediğini gösteriyor. Bütün toplumu sükût etmiş gören, milyonlarca insan içinde pâk ve temiz çıkacak pek az alın bulunabileceğini söyleyen ve mizaç itibarıyla da bireyci olan Fikret’in, ülkenin kurtuluşunu bir kahramandan beklemesi çok tabiîdir15. Fikret, Halûk’un nesli içinden ülkeyi kurtaracak böyle bir kahramanın çıkacağına inanır. Şaire göre bu kahraman, yaptıklarıyla milletin yüzünü güldürecektir. Kuvvetle buna inanan Fikret, bunun çok yakın bir gelecekte olacağına ihtimal vermez. Bu değişiklik, ancak kendisinin ölümünden sonra veya iyice yaşlandığı yıllarda gerçekleşecektir:
…………….....................………. O gün
Ben ölmemiş bile olsa, hayata pek ölgün
Bir irtibatım olur şüphesiz.
Fikret oğlundan, o gün geldiği zaman kendisinden ümidi kesmesini, kendisini kötrüm ve boş muhîtinde, acılarıyla unutmasını ister. Çünkü Fikret’in aksak, eski, perişan bakışları, oğlunu maziye çekmek isteyecektir. Halbuki Fikret’e göre oğlu "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti"dir. Fikret, burada melâl içinde çürüyen kendisi ve kendi nesliyle, "Bütün hüviyyet ve uzviyyetle âti" olan, geleceği temsil eden oğlu arasındaki farkı özellikle vurgular:
............................................ O gün benden
Ümîdi kes, beni kötrüm ve boş muhîtimde
Merâretimle unut; çünkü leng ü pejmürde
Nazarlarım seni mâziye çekmek ister; sen
Bütün hüvviyet ü uzviyyetinle âtîsin:
Terennüm eyliyor el’an kulaklarımda sesin!
Fakat artık Fikret, ülkesinin içinde yaşadığı karanlık günlerin birgün gelip biteceğine, karanlık gecelerin haşir sabahına kadar sürmeyeceğine, sonunda "Bu sema, bu mâi göğün" bize birgün acıyacağına, bu ülkede de birgün sabahın olacağına kuvvetle inanır. Haluk’a ve Haluk’un nesline, ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durumdan dolayı üzülmemeleri gerektiğini anlatır. Eskisinin aksine umut doludur:
Evet, sabah olacaktır, sabah olur, geceler,
Tulû-i haşre kadar sürmez; akıbet bu semâ,
bu mâi gök bize bir gün acır; melûl olma.
Fikret bu mısralarında eski şiirlerinin aksine ümit doludur, geleceğe kuvvetle inanır. Ona göre insanlar ve toplumlar, üzüntü, sıkıntı, moral bozukluğu ve bezginliğe düşerlerse çürüyüp giderler:
Hayatta neş’e güneştir, melâl içinde beşer,
Çürür bizim gibi…
Fikret daha sonraki mısralarda, bütün ümidini bağladığı bugünün çocukları, yarının gençlerine seslenir. Onlardan uyanmalarını, ülkenin aydınlığa ihtiyacı olduğunu anlatır. Fikret’e göre, yeni yetişen nesiller, ülkeyi aydınlatmalı, ülkenin üzerindeki kara bulutları silmeli, ülkedeki korku ve dehşet havasını dağıtmalıdır. Böylece ülke, içinde bulunduğu korkunç durumdan sıyrılacak, kurtuluşa erecektir. Rühab-ı Şikeste şâiri bunu, gençlere en büyük hedef olarak gösterir.
............................. Siz, ey fezâ-yı ferdânın
Küçük güneşleri, artık birer birer uyanın!
Ufukların ebedî iştiyâkı var nûra.
Tenevvür... Asrımızın işte rûh-ı âmâli;
Silin bulutları, silkin zılâl-i ehvâli;
Ziyâ içinde koşun bir halâs-ı meşkûra.
Fikret, şiirin sonunda, kendisinin bütün ümidinin bu nesil olduğunu açıkça söyler. Eğer gençler, onun gösterdiği hedefe yönelirlerse, ülke içinde bulunduğu şu zindan karanlığından mutlaka kurtulacak, o ve nesli ölse de arkadan gelen nesiller, ebediyen aydınlık içinde yaşayacaktır:
Ümidimiz bu: Ölürsek de biz, yaşar mutlaka.
Vatan sizinle, şu zindan karanlığından uzak!
Fikret’in bu şiiri, kendi ülkesinde karanlıklar, ıstıraplar içinde yaşayan, horlanan, kendisini "öz yurdunda garip", "öz vatanında parya" olarak hisseden bir insanın ruh hâlini ve onun geleceğe ait hayallerini, umutlarını anlatır.
Çeşitli dönemlerde, çeşitli ülkelerde yaşayan, dürüst, çalışkan, ülkesini seven birçok insan, özellikle birçok aydın, zaman zaman Fikret’in bu şiirinde anlattığı ve yaşadığı duyguları yaşamış, bunalmış, umutlarını yitirir gibi olmuş fakat yine de bir çıkış yolu aramış ve bunun için de, ümit tomurcuklarını olan yeni nesiller yetiştirmeye kendini adamış ve ülkenin kurtuluşunu o ideal nesle16 bağlamıştır. Bu açıdan Fikret’in şiiri, doksan altı yıl önce yazılmış olmasına rağmen hâlâ ter ü tazedir. Daha bugün yazılmış gibi birçok insan, günümüzde de Rübab-ı Şikeste şâirinin bu mısralarını büyük bir heyecanla okuyabilir.
Zaten bilimsel eserlerle, başarılı edebî eserler arasındaki en büyük fark da budur. Bilimsel eserler, ne kadar büyük, ne kadar başarılı olurlarsa olsunlar bir süre sonra eskirler, aşınır ve aşılırlar. Fakat başarılı edebî eserleri yıllar, hatta yüzyıllar eskitemez, aşındıramaz. Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş-ı Veli ve Mevlâna’nın eserleri gibi ve üzerinde durduğumuz Tevfik Fikret’in Sabah Olursa şiiri gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder