dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
İSLAM VE TASAVVUF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSLAM VE TASAVVUF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

EVLİYA MAKAMLARI -AKŞEMSEDDİN:MAKAMAT-I EVLİYA


MAKÂMÂT-I EVLİYA
AKŞEMSEDDİN kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (1390-1458)



HAYATI
Fatih Sultan Mehmed’in hocası, ünlü İslam büyüğü Akşemseddin 1390 yılında Göynük’te doğdu. Küçük yaşlardan itibaren ilme ve sanata karşı ilgi duydu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra seçkin âlimler arasında yerini aldı. Üstün zekâsı ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adamış, başta İslami ilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuştur. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, tıp alanında önemli çalışmalar yapmıştır.

Şemseddin Muhammed bin Hamza, yani Fatih’in hocası, âlim ve mutasavvıf Akşemseddin, bundan tam 543 yıl önce, 15 Ocak 1459 tarihinde vefat etmiştir. “Akşeyh” adıyla şöhret kazanmış olan Akşemseddin, Hacı Bayram Veli’ye intisab etmiş ve bir süre Hacıbayram Camii’nin çilehânesinde çile çıkarmıştır.

Akşemseddin, halkın teveccüh ve nazarından uzak durması, şöhret ve şan belâsından sürekli kaçınmasıyla, bir sembol şahsiyet olarak bayraklaşmıştır. Onun çile hayatı, tevâzu ve mahfiyet iklimine ayak bastığı ilk tecrübesidir. Halkın ilgisinden çekinerek, şeyhinden ayrılma pahasına Beypazar’a giden Akşeyh, burada bir mescid ve değirmen inşâ etmiştir. Ancak burada da halkın teveccühünden rahatsız olmuş ve Çorum’un İskilip kazasına bağlı Evlek köyüne göç etmiştir. Bir süre sonra Bolu’nun Göynük kazasına yerleşen Akşemseddin, burada da bir mescitle bir değirmen yaptırmıştır.

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram Veli’nin Hakk’a yürümesiyle irşad makamına geçmiştir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed’in yanında fethin manevî cephesini temsil eden büyük veli, muhasaranın en sıkıntılı zamanında ordunun maneviyatını diri tutmuştur. Akşemseddin, fethin en önemli simgesi olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında burada ilk Cuma namazı hutbesini okumuştur. O, İstanbul’un asırlar süren fetih rüyasını gören bahtiyarlardandır.

Akşemseddin, hem fethe katılmış ve hem de fethin gerçekleştiğini görmüş, asırlarca birçok İslâm ordusunun muhasaraya aldığı, ama belki de vakti gelmediği için bir türlü fethetmeye muvaffak olamadığı İstanbul’un, artık bir İslâm beldesi olmasında önemli rol oynamıştır. Fetih’ten hemen sonra padişahın isteği ile İslâm ordularının İstanbul’u fethi sırasında şehit düşen büyük sahâbi Ebû Eyyüb el-Ensârî radiyallâhü anhın kabrini de keşfeden bu büyük mürşid, bir süre müderrislik de yapmıştır.

Akşemseddin; tevâzu, alçakgönüllülük ve ferâgatin zirve ismidir. O, her şeye sahip iken bırakmasını bilen; hükümranlığı ve dünya saltanatını, mahfiyet ve tecrîd makamına tercih etmeyen bir mürşîdi kâmildir. Maddî varlık ve dünyevî arzulardan el-etek çeken bu büyük zât, bedenî isteklerden büsbütün sıyrılmayı başarmış ve mâsivâdan yüz çevirmiştir. O, bu mânâda bir “ehli tecrid”dir. Elbette ki kalp gözü açık bahtiyarların, varlık ve eşyanın mahiyetini keşfederek “asıl olanı” bulmasıyla kazanacağı bir mertebedir.

Yunus’un, “ballar balını bulduğu” bu makam, herşeyden feragat etmeyi gerektiren bir “bulma hali”nin eseridir. O’nu bulmak, O’na yönelmek ve O’na ulaşmak, herşeyi bırakmanın da yeri ve zamanıdır. Nitekim fetihten sonra Akşemseddin, padişahın tacını ve tahtını bırakarak kendisine bağlanma isteğini engellemeye çalışmış ve bu cihan sultanını durduramayacağını anlayınca da Gelibolu üzerinden Göynük’e dönerek inzivâya çekilmiştir. Akşemseddin’in hangi ruh hâliyle padişahı durdurmak istediği ve taht merkezinden ayrılarak iltifat ve ilgiden neden rahatsız olduğu konusunda pek çok şey söylenebilir. Ancak Fatih’in Göynük’e gönderdiği hediyeleri almak istememesi ve Göynük’e yaptırmak istediği tekke ve cami için rıza göstermemesi, devletin devamı ve bekâsının teminatı olan hükümdarlık makamının zedelenmemesi icâbıdır. Nitekim “sultâna sultânlık ve gedâya da gedâlık yakışır”. Fatih’in birçok ihsanından sadece Göynük’e bir çeşme yapmasına izin veren Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayramı Veli’nin yolundan gitmiş ve tekkenin devlet üzerindeki tahakkümüne yol açacak bir tavrı şiddetle reddetmiştir. Bize göre, Osmanlı Devleti’nin din ve devlet işlerinin sağlıklı gelişmesinde, Akşemseddin’in bu tavrı büyük bir önem taşımaktadır.

Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed’in derviş olma talebini geri çeviren Akşemseddin’in, sultanın kırılması karşısında verdiği cevap çok önemlidir: “Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa, saltanat işlerinden kesin olarak el çekmek lâzım gelir. Memleketin işleri ihtilâl bulur. O takdirde, hem siz ve hem de biz vebâle gireriz…” (Solakzâde Tarihi, c. I, s. 273) Şeyhin bu sözleri karşısında teselli bulan Fatih, ikibin altın göndererek onu taltif etmek ister. Fakat Akşemseddin bu parayı kabul etmez ve geri gönderir.

Rivayete göre, padişah bir gün Akşemseddin’in çadırına girmiş, ancak şeyh hiç kımıldamadan öylece yerinde oturmaya devam etmiş. Bu hale çok üzülen padişah, Ahmed Paşa’ya:

“Şeyh bize kıyâm etmeyip yerinden kımıldamadığı için hâtırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur” diye yakınmıştır. Akşemseddin’i iyi tanıyan Ahmed Paşa, padişaha şeyhin bu hareketini şöyle izâh etmiştir:

“Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübârek ecdâdınıza müyesser olmayıp size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşâhade eylemiş, bu yüzden riâyet ve tâzimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izâlesine gayret gösterip ayağa kalkmadı.” Bu izâh üzerine rahatlayan padişah gece yarısı Akşemseddin’i ziyaret etmiş ve kendisiyle sabaha kadar sohbet edip sabah namazını da Şeyhle birlikte edâ etmiştir.

EVLİYA MAKAMLARI

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
MUKADDİME

Hamd, âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ’yadır. Salât ve selâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mu­hammed’e ve bütün âline olsun.

Bu kitabın müellifi Muhammed b. Hamza (Allah Teâlâ kabrini nûr etsin) der:

Bir gün oturmuş ilimle meşgul bulunuyordum, Birden gözlerime uyku geldi. Üzülerek dedim:

İlâhi, bu gaflet nedir ki benim gözleri­mi aldı?

Bu sözün ardından da gözlerimden yaşlar boşandı. Ve bu arada yattım. Henüz gözlerime uyku geldi geliyor vaziyette (uyku ile uyanıklık arasında) iken, yanında bir kaç veliyle birlikte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri teşrif etti. Buyurdu ki:

“Ey Muhammed b. Ham­za âşıksın (durma) maşuka vâsıl ol. Biz, göz­lerinden boşanan o yaşları ilâhi huzura arz ettik” (kabul olundu).

Ancak, beraberinde olan Veliler hicap (edep ve mahcubiyet) içerisinde bulunmaktay­dılar. Aralarından uzun boylu biri:

“Yâ Rasûlüllah, Muhammed b. Hamza’ya Evliyaullah’ın gördüğü makamları gösterseniz?” dedi. Bun­dan sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri mübarek elini başımın üzerine koydu. Gözlerimden hemen perdeler kalktı. Bu kitapta anlatılan makam­ları nazar edip gördüm. Hayran kaldım. He­men Radiyallâhü anh hazretlerinin ayağına düştüm (kapandım). Mübarek eliyle başımı kaldırdı ve üç kere:

“Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi.” (Zahmetsiz, meşekkatsiz ve   külfetsiz olarak) buyurdu. Bu arada bir müddet hicapsız olarak yürüdüm. Sonra aklın hudut­ları içine geldim ve bu kitabı yazdım.

Burada anlattığım her sözü levh-ı mahfuz üzerindeki nakşa bakıp yazdım. Bir harf ve bir nokta fazla yazmadım. Hatta gördüğümün binde birini yazdım. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin gösterdiği makamlar arasında öyle makamlar bulunmaktadır ki: ifadeye gelmez ve yazıya sığmaz. Aklın onda yeri yoktur. Kim değildir der (inkâr eder) se hatadır.

Yazdığım kitaba da MAKÂMÂT-I EVLİ­YA ismini verdim, (muhteva olarak da) on sekiz babdır.(bölümdür)

BİRİNCİ BAB

ÂLEMDE (DÜNYADA) MÜRŞİD VE MÜRİD KİMDİR? İRŞAD KİMİN HAKKIDIR? ONU İZAH EDER
Ey Hakk (ve hakikat) isteklisi bil ki!

Âlem­de mürşid: Her şeyde kendi varlığını gören, bir makama erişen kimsedir ki artık (bu du­rumda) âlemde hiç b:r şeyin varlığı olmaz. (Onun) her şeyde tasarrufu vardır. Mürşid işte bu sıfata sâhib kimsedir.

Mürid de: Bütün Berzahı (geçitleri) katedip geçmiş bir kimsedir ki, onun görmediği bir makam olmaz. Sadece KUTBİYYET ma­kamı kalmıştır. Mürid de böyle bir kimsedir.

Âlemde mürşid tek olduğu gibi müridde tekdir.[1]

Fakat bir kısım (Şeyhler) vardır ki; irşad ma­kamına ayak basmadan dünyada irşad eder­ler. Kendilerine MEŞÂYİH’iz derler; herbirinin müridleri vardır. Falan şeyh, falan mürid irşad etti derler. Bunlar hakkında sorulacak olursa deriz ki;

Böyleleri Hakk dergâhında mahcûbdurlar (perdelidirler).

İşte nakledilen şu Hadis-i Kutsi’de Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Benîm evliyam Kubbelerim altındadır. (Veya Kubbelerim al­tında bir takım velilerim vardır ki) Onları Ben’den başkası bilmez.”[2]

Bundan anlaşılıyor ki: Biz mürşidiz diye iddia edenler Hakk Teâlâ dergâhında mahcûb­durlar. Bundan dolayıdır ki, Hakk Teâlâ haz­retlerini her şeyde hâzır (ve nazır) bilmezler. Kendi varlıklarını da layıkıyle bilmemişlerdir. Henüz mahcûbdurlar. (Bu halde iken) irşad davasında bulunurlar, kendilerini dünya hal­kına veli olarak tanıtırlar. Eğer bunlar vela­yete ayak basmış olsalardı irşad davasında bulunmazlar ve kendilerini halk arasında aziz bilip Hakk katından uzak olmazlardı.

Bu makam sahipleri, evliya sözünü satan dellâllardır ki (ilan edici; dâvet edenler)   kendilerini halka hoş kimse ola­rak gösterirler ve veli olarak tanıtırlar. Bu, son derece denî (alçak, kötü, kişiliksiz) olan bir makamdır. Ehl-i Hakk katında bundan daha aşağı bir mertebe yok­tur.

Evliya ise öyle kimselerdir ki: Bütün âle­me (her şeye) gizlidir, Allah Teâlâ’nın hazine­darıdır. Her ilmi bilir. Herkese kendiliğince (kendiliğinden) bilinir. Kısmetinde ne kadar tasarruf mevcut ise sarf eder. Bu dünya halkı tasarruf kimin elinde olduğunu bilmediğinden dolayı evliya zamanında bilinmez.

Evliyanın her ne kadar zahiri varlığı gizli değilse de hakikâti (sırrı) gizlidir. Kimse onun haline muttali olmaz. O, bu dünya hal­kının tasavvur ettiği gibi değildir. Zira onun hiç kimseye ihtiyacı olmaz. Böyle muhtaç ol­mayan bir kimse de (hâşâ) Hakk Teâlâ’nın sır­larını ve kendi velayetini halka yayıp duyurmaz. Ayrıca, Dünya halkının evliyanın sırrın­dan bir zerreyi -helak olmadan-duymasına ve o sırlara takat getirmesine de kudreti yoktur. Böyle bir şey imkânsızdır. Bu duruma göre zikredilen sahih hadisde geçtiği gibi “Bu sıfat­taki kimseleri Allah Teâlâ’dan gayri kimse bilmez.”

İKİNCİ BAB

VELAYETİN BAŞLANGICINI İZAH EDER
Evliya katında velayetin başlangıcı şöyle­dir:

Evliya bütün eşyanın ilmini bilir. Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olur. Hakk Sübhanehu Teâlâ insanları ne şekilde terkib eder ve evliyaullah, eş­yanın hangi hassasından geldiğine vakıf olur ve bilir.

Evliyanın eşyayı bilmekten kastı da in­sanın terkibini öğrenmektir. Ancak, evliya bu­nu bilmekle kâmil olmaz. Zira Hakk’ın (ilmin) kemaline son yoktur ki, biline.

Fakat evliya şu makama erişir: Kendi varlığının manasını her şeyde görür ve bilir. Tıpkı aynadaki her beşerin kendi vücûdunu gördüğü gibi âlemi “ihya” (diriltme), evliya katında budur.

Yine evliya 24 saatte ve 24 000 nefeste ne ka­dar (İlâhi) kudret meydana gelir, bilir. İşte, bu şekilde bir velayete erişen velayet makamı­na ayak basar.

Evliya katında velayetin başlangıcı bu­dur.

ÜÇÜNCÜ BAB

İKİNCİ VELAYETİ İZAH EDER
Bu velayette veli eşya ilmini kat edip ge­çer de meşrebi daha ileri gider ve ruh-ı Muhammediye erişirse kudret sahibi olur yani her türlü tasarrufa kadir bulunur. Enbiya ka­tında bu makam Nübüvvet makamıdır. Fakat, veliler katında velâyet makamıdır. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri:

“Benim ümmetimin âlimleri Beni İsrail’in nebileri gibidir.”[3] bu­yurmuştur.

Âlimlerden maksat bu makamdaki evliya­lardır. Bu sebepledir ki, Nübüvvet makamına bu dünyada evliyadan başkasının erişmesine imkân yoktur. Hatta velayet ve Nübüvvetin ikisi bir nurdur. O nûr velinin varlığından (vü­cudundan) doğup çıkınca velayet denir. Nebinin varlığından doğup çıkınca da nübüvvet de­nir. Fakat bu nurun açıklanması enbiyaya farzdır. Evliyaya men edilmiştir. Ancak, cazibe Kuvveti isti’lâ edecek olur­sa o zaman Veli gayr-i ihtiyari (elinde olmaya­rak) izhar eder. Bu sıfatta bulunan Veliler ta­sarruf sahibidirler. Bunlar dünya kutbunu müşahede ederler. Dünya kutbu onlara buyu­rur. Dünyada her ne olur yahut olması gerek­tir, o tasarruf sahipleri o işi işleyip dururlar. Bu zikr olunan makamda velayetin ikiside ta­mam olur. Makbul olur.

Hakk Teâlâ dergâhın­da! Onun gibi kemâl elde eden “muhibbe” “Mürid” e nazar eder de bütün dünya “fenâ” ya varırsa feragati vardır (gerekir). Mâsiva (Hakk’ın gayrı) dan kendini keser. Onlarla muamelesi olmaz. Bu makamda hiç kimse ona “Veli” demez. Hatta divâne (deli) derler. Hakk Teâlâ’nın hazineleri bunun gibilerde gizlidir. Böyleleri her şeye Hakk’ın hazinesini açıkla­maz. Ancak, Hakk marifeti için vücuda gelmiş­lere açıklar.

DÖRDÜNCÜ BAB

FENÂ MAKAMINI İZAH EDER
Fenâ makamı öyle bir makamdır ki, bu makamda Veli bütün berzahı (geçitleri) aşar ve bu makamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûhu’na nazar eder. Rûhdan da (İlâhî) zâtı müşahede eder. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ruhu Hakk Teâlâ’nın zâ­tına âyine (ayna) olmuştur. Veli, Rûh-ı Muhammediye nazar eder fenâ bulur ( fâni olur). O tah­kik   (Hakk) deryasında gark olur.  O zaman İNSAN-I KÂMİL olur; kendinden geçer, fenâ bulur. Bu tahkik deryasında seyr eder. Onun ömrü oldukça evveli ve âhirî yoktur.

Bu öyle bir makamdır ki; yetmiş bin melâike keyfiyetsiz bir tecelli ile evliyanın varlı­ğından meydana gelir. Bu makamda karar ve sükûn yoktur. İşte fenâ makamı bu zikrettiğimiz ma­kamdır.

BEŞİNCİ BAB

HİKMETİ İZAH EDER
Hikmet makamı eşyanın ilimlerinden iba­rettir.

Kâmil insanlar geldiler, eşya ile meşgul oldular; her eşyanın terkibini dizdiler. Her biri bir çeşit ilim meydana getirdiler.

Nitekim Lokman Hekim hikmet meyda­na getirdi. Diğer Hükemâ da geldiler ondan istihraç (çıkarsama) ettiler.

Fakat Lokman Hekim sadece eşya âlimi oldu. Ondan öte bir makama ayak basmadı. Bundan dolayı meşrebi sadece o kadar idi. Şa­yet meşrebi daha ileri geçebilseydi nübüvvete ayak basardı.

Yine, Lokman Hekim hakkında ihtilâf vardır: Bazıları katında, Cebrail nazil olduğu için Nebidir. Bazılarına göre de Nübüvvet gel­mediği için, değildir. Zira hikmet ilmi velayetin başlangıcıdır. Fakat; evliyaullah katında   mübtedî’dir. (yeni, acemi, ilkel)

Hikmetten kasıt da “îhyâ (diriltme) ilmi” yani “İk­sir” (diriltme) ilmidir.

Evliya katında iksîr: Hakk Teâlâ’nın ölü­yü nasıl dirilttiğini ve diriyi de ne şekilde öl­dürdüğünü bilmek demektir! Böyle kimse bu makamı bilir. Bu da evliya nazarında velayetin başlangıcıdır.

Bu makamda evliyaya kalb gınası (zen­ginliği) hâsıl olur. Bundan dolayı da “îksîr” denmiştir. Ayrıca, kabirlerin keşfi de bu makamda meydana gelir. İşte, hikmet makamı budur.

ALTINCI BAB

ÂDEM (aleyhisselâm)’IN MAKAM VE MAZHARINI İZAH EDER
Âdem aleyhisselâm arz’ın (yeryüzü) mazharı idi. Arzın hepsinin toplandığı yerden yaratıldı.

Eşyanın hepsinin güzidesi olduğundan do­layı da Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle buyurmuştur:

“(Allah Teâlâ) Âdeme bütün isimleri öğretti, (isimlerin hepsini tam bir şekilde bildi). .” [4]

Zira müsemmaya (ad verilmiş, adı olan) dâhil olan her şeyin ismi evliyaya malumdur. Her ismin hakikati evliyaca bilinir. Hatta asla nazar edince bütün eşyanın hakâti olan “Ruh-ı Muhammedî”yi, Rûh-ı Muhammedinin de hakikati olan “Hakkı” görür.

Hakk Teâlâ eşyayı bir tabiatta terkib etme­di. Zira, Âdem’den başka hiç bir şeyde kabiliyet bulunmadı ki zât’a mazhar düşeydi. O, sıfatlarının terkibine de mazhar düştü­ğünden kesret-i insan (insanın çoğalması) mey­dana geldi. Ruh-i Muhammedi’den Âdemin su­reti zahir oldu. Hakk’ın birliğini dünya halkına bildirdi. Kelâm-ı kadiminde açıkladı.

Hakk Teâlâ’nın Âdemi dünyaya getirmesin­den maksat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek varlığını miraç kılmak, bu dünyayı nuruyla tenvir etmekti.

YEDİNCİ BAB

CEZBE EHLİNİN MAKAMLARINI İZAH EDER
Cezbe sahipleri öyle kimselerdir ki:

Fenâ makamına mürşidsiz varırlar. Hakk’tan, her şeyde feyz alırlar ve o anda hicapsız bulunurlar, zâtı müşahede ederler. Aklın sınırları içine gelmez­ler. O makamda hayran (şaşkın ve kararsız) olurlar. Levh-i Mahfûz’a nazar ederler ve üze­rinde bulunan yazıyı okurlar. Remizli olarak çe­şitli sözler söylerler. Söyledikleri o sözler de ol­muş veya olacak durumdadır.

Bu makamda olan meczupların remizli söz­lerini (ne söylediklerini) aklın sınırları içinde bulunan kimseler anlamazlar. Çünkü bu makam öyle bir makamdır ki, meczublar her nefeste bü­tün eşyanın ilmini bilirler. Evveli ve âhiri bu­lunmaz. Kendinden başka kimseden haz eylemezler(zevk vermezler), Zira, gark oldukları öyle nihayetsiz bir deryadır ki, kenarı olmadığı gibi dibine de erişilmez.

Şayet fenâ âlemine de varırsa kendilerine safa gelir, ömürleri oldukça o makamda kalır­lar.

Bu sıfattaki velilerin irşadı riyazet ve mücâhede (Nefis terbiyesi) ile değildir. Hatta ir­şatları nazarlarıdır. Ne zaman bir müridi irşad etmek isteseler (irşadı gerekse), o müridin ha­kikatine nazar ederler. Hakk Teâlâ’nın marifeti için meydana gelmiş ise bir nazarda (onu) ma­kamlarına eriştirir (yetiştirir) ler. Eğer mari­fet için gelmiş değilse hiç iltifat etmezler. Ona itikadına göre himmet ederler. Ve istediği yer­de bulunurlar. Böyle müride “Sûrî (şeklî) mü­rid” derler.

İşte cezbe ehlinin makamı bu makamdır.

SEKİZİNCİ BAB

TASARRUF SAHİPLERİNİN MAKAMINI İZAH EDER
Tasarruf sahipleri iki kısımdır:

Birinci kısım zahirî tasarruf sahibidir.

İkinci kısım bâtinî tasarruf sahibidir.

Zahiri tasarruf sahipleri: Padişahlardır; tasarruf ederler.

Bâtınî tasarruf sahipleri ise: Velidir ki, bâtınen (gizli) tasarruf ederler. Âlem’in yedi ik­limine hükmederler. “Yedi yıldızlar” bile bu ye­di velinin hükmündedir. Her gün hizmetinde yüz sürerler. Aynim ayıp icabet ederler. Bu veliler bu “yedi yıldız” lara hükmederler.

Ne ilim sâdır olursa (meydana gelirse) “Levh-i Mahfuz” üzerinde nakş olunur. Âlemin (cihanın) kutbu buna nazar edip görür ve o ye­di tasarruf sahibine bildirir. O gün, o saatte Hakk’tan ne emr olunursa tasarruf sahipleri bu “yedi yıldız” a hükmederler. Hakk’ın emrini ye­rine getirirler. Âlemi nizamlı bir şekilde tutar­lar. Hak Teâlâ’nın emri dışında küllî ve cüz’î ilimlerden hiçbiri ile meşgul olmazlar. Bir çöpü diğer bir çöpün üstüne koymazlar. Hakk’ın emrinin haricinde cüz’î ve küllî hiç bir amel (iş) le meşgul olmazlar. Daima âlemin kutbuna nazar ederler. Âlemin kutbu da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek rûh-ı şerif­lerine nazar eder. O ruhdan da zat’a nazar eder. Zira, Rasûlûllah’ın ruhu “zâtullah” a âyine düş­müştür. (ayna olmuştur) Ondan başka şeyden müşahede edil­mez. Levh-i Mahfuz üzerine nakş olunan her ilim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhundan gelir; feyizlenir ve sürülür.

Yine bu tasarruf sahipleri zaman zaman fenâya (faniliğe) varırlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ru­hundan zâta nazar ederler. Yine çabucak ge­lip (biiznillah)  tasarruflarına yetişirler.

DOKUZUNCU BAB

KÜMMEL (Külli) MAKAMINI İZAH EDER
Bu makamda bulunan Veliler daima Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûh-ı şeriflerine nazar eder­ler; O ruhdan zat’ı müşahede ederler. Gece, gündüz bir an “Cemâlullah” dan uzak olmaz­lar. İşte, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin “Ehl-i Didâr (Cemâl)” diye buyurduğu bu makamdaki veliler­dir.

Bunlar her ne kadar sûreten diğer insan­lar gibi ise de insanlar arasında gizli kullardır­lar. Hakk’tan başka kimse bilmez. Halk arasın­da gizli yürürler. Ehlullah onlara “efrâd” derler. Eşyanın sıfatları onlara perde olmaz. Onlara yedi kat gök ve yedi kat gökte gizli bir şey yok­tur. Dilerlerse göz yumup açmaya kadar şar­ka ve garba varırlar.

işte küllî makamı budur.

ONUNCU BAB

MÂŞÛK MAKAMINI İZAH EDER
Mâşûk makamı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin Ruh-ı şeriflerinin makamıdır. Çünkü yaratılmış olan onsekiz bin alem, Rûh-ı Muhammedi’nin nuru aşkına var edilmiştir. Hatta Hakk Teâlâ hazretleri bir Hadis-i Kutside:

“Ya Mu­hammed sen olmasaydın bu cihanı asla yarat­mazdım.” [5]buyurmuştur.

Bundan anlaşılıyor ki: Bütün kâinat, Rûh-ı Muhammedi’nin aşkına yaratılmıştır. Bu on-sekiz bin âlem ve Rûh-ı Muhammedi,   Hakk Teâlâ’nın mukaddes (ve münezzeh) zâtına ma­şuk düşmüştür. Ruhlar topluluğundan enbiya ve evliyanın ruhu da Rûh-ı Muhammedi’nin nurundan var olmuştur. O ruhu görmeleri (on­larca) arz olunduğunda Hakk Teâlâ Mirâc ge­cesi müyesser kıldı ve arzuları yerine geldi.

Yine Rûh-ı Muhammedi’nin “Maşuk ma­kamı” olduğuna bir başka delil de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerine varit olan (gelen) şu Hadis-i kut­sidir:

“Ya Muhammed; Ben, eşyayı senin için, seni de benim için yarattım.”

Bundan da anlaşılıyor ki: Maşuk makamı Rûh-ı Muhammedi makamından başka bir şey değildir.

Yine, Velayet derecesinde Maşuk makamı olan bu makama “Kutb-ı âlem” nden başkası ayak basamaz. Mümkün dahi değildir.

İşte, maşuk makamı bu makamdır.

ONBİRİNCİ BAB

SÜLÜK MAKAMINI İZAH EDER
Evliya katında sülük dörttür:

Birinci sü­lûkda, sâlik kendi varlığındaki ilmi bilir; ken­di varlığında ne kadar ilim var ise okur ve bilir.

İkinci sülûkda, eşyanın hassalarının ilmi­ni bilir; her şeyin hassaları nelerdir, tabiatı nedir ve ne derde devadır? bilir.

Üçüncü sülûkda, Feleklerin ilmini bilir, “yedi yıldız” lar nasıl seyr eder, fiili nedir ve eserinden ne meydana gelir? Onun ilmini bilir. O ilmin hazzından zaman zaman âşık olur. Şâdilikler eder (Aklı almaz). O sülûku da tamam olursa daha ileriki makama ayak basar. Eğer meşrep sahibi değilse o makamda kalır. Zikr olunan bu makam İdris âleyhisselamm makamıdır. Bir çok veliler bu makamda kalmışlardır. Bundan öte bir “Berzah” (geçit, makam) yoktur. Bu berzahı geçen­ler veli “kudret” sahibi olur. Bu makamdan geçmeyen “Kudret Sahibi” olamaz. Sadece müşahede ehli olur.

Dördüncü sülûkda, (sâlik) Feleklerin ve eşyanın ilmini tamam edince arza nazar eder. Bir müddet orda hayran olarak kalır. Arşın azamet ve heybetinden velinin aklı o sırada yok olur. Kendi zahiri varlığını bilmez. Bu va­ziyette iken yerde mi gökte mi olduğunda şa­şırır. Evliya katında “makam-ı hayret” bu makamdır. Ancak, hayret tamam olunca Hakk’ın inayeti ile zenginlik bulur, bütün alemden ganî olur (ihtiyaçsızlık hisseder, onlara nazar edip bakmaz).

İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin:

“Nefsini bi­len, Rabbını bilmiştir (veya bilir),” buyurdu­ğu, bu makamda meydana gelir. Evliyaullah, nefsinin mahiyetinin ne olduğunu, varlığının nasıl bir şey olduğunu, o zaman bilir. Bu ma­kamda çok kimseler mahv olur. Hayâsından varlık elbisesini çıkarıp şehit olur. “Şüheda ma­kamı”na erişir.

Varlık elbisesini bıraktığına iki vecih var­dır:

Biri, ömrünün ancak o kadar olmasıdır

Diğeri de: Zâtı tecelli ettiğinde takat getiremeyerek mahv olmasıdır. İkisi de doğru (söz) dür. Dünyaya gelmekten kendi muradı o gün içindir. Fazla olsa kendi zevki (hazzı) da faz­la olurdu. Olmayınca o da Hakk’ın dergâhına vasıl oldu. Hesapsız ve azapsız olarak şüheda makamını buldu.

ONİKİNCİ BAB

AŞK MAKAMINI İZAH EDER
Aşk makamı öyle bir makamdır ki, evliyaullah, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek nu­runa nazar ederler, âşık olurlar. Aşkın isti’lâ ve galebesinden hata sözler söylerler ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhunu görürler. Evliyaullahın “zülfühâl” dedikleri budur; rûh-ı Mu­hammedi’yi o hüsünle (güzellikle) görürler.

Eğer bu dünya halkı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ru­hundan bir lem’a (parıltı) görecek olsalardı, Ehlullahın haricinde hepsi helak olurdu.

Bu makamda bazı evliya vardır ki:

Zahir surette hüsne (cemâle) müteallik (bağlı) olur­du. Riyasız hakiki aşk dedikleri budur. Her an o surette nazar eder. Müşahede eder. Aşkın galebesinden Nûr-ı Muhammedi ile ünsiyet ku­rar (senli-benli olur). Zira ona Rûh-ı Muhammedinin eserinin bulunduğu Nuru Muhamme­di den bir şey zahir olur. Her ne kadar suret sahibi mahbûb (sevgili) ise de kendi suretin­de kemâl zahir olduğunu bilmez. Fakat mü­teallik (ait-bağlı) olan veli buna mazhar oldu­ğunu bilir. Aşkbazlık (aşıklık) edip naz ve ni­yazda bulunur.

Ancak, evliyaullahdan bazıları da vardır ki:

Zahir hüsne (güzelliğe) nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü; Evliyaullahın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez. Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Halbu­ki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır. Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.

Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî’i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât’ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye’ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler. (Böyle hallerde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar.

ONÜÇÜNCÜ BAB

DÖRT UNSURA DÖRT NEBİNİN MAZHAR OLUŞUNU İZAH EDER
Hakk Teâlâ dört unsur yarattı. Her unsu­ra bir Nebî düştü:

Âdem aleyhisselâm

Nuh aleyhisselâm

Musa aleyhisselâm

İsâ aleyhisselâm

Bunların her biri bir unsura mazhar düşmüştür.

Âdem aleyhisselâmın ilk (kalıbı) varlığı topraktan yaratıldı.

Nuh aleyhisselâmın mazharı su idi.

Musa aleyhisselâmın mazharı ateş idi.

İsâ aleyhisselâmın mazharı da hava idi. Fakat, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dört unsura da maz­har idi. Zahir varlığında dördü de tamamlan­mıştı.

Ancak, zikr olunan peygamberlerin kalıp (vücut) larına ruh sonradan taalluk etti (gel­di). Öyle ise bu durumda, Âdem aleyhisselâmın ilk varlığının toprak olmasının hikmeti, mazharının (toprak) olmasıdır.

Nuh aleyhisselâmm toprağında “su” luk olduğundan dolayı dünyayı tufana verdi..

Zira, tasarruf sahibinin varlığında hangi unsur fazla olursa onun zamanında o (unsu­ra) ait şeyler meydana gelir. Eğer Nuh aleyhisselâm unsurların dördüne de mazhar düşseydi ondan gazap gelmezdi. Çünkü o yalnız bir unsura mazhar düştü. Diğerlerine mazhar olmadığın­dan gazaba gelip dünyayı tufana gark etti. Çünkü tümüyle su hükmünde idi. -Allah Teâlâ’nın emri ile- Fakat diğer unsurlara mazhar düşmüş ol­sa idi dua edip dünyayı tufana gark ederek kendini ahirette mesul etmezdi. Ancak, sonra­dan pişman olup istiğfar ettiği meşhur (ma­lûm) dur.

Musa aleyhisselâmın mazharının ateş oldu­ğuna da sebep ve amil şudur ki: O son de­rece gazaplı idi. Gazaba gelerek mübarek lisa­nına gelen her sözü söylerdi. Ateşlik tarafı ga­lip idi. Onun için de gazaplı idi. Nübüvvet gel­meden önce Mısırda bir insan helak etti.

İsâ aleyhisselâmın ise unsuru hava idi. Çün­kü Allah Teâlâ kendi azameti ile onun hak­kında “Rûhullah” demiştir. Ruh ise havadan ibarettir. Ruhun vechi çoktur, izah edilmiş ol­sa söz uzar.

Yine, felekler sayısınca İsâ aleyhisselâmın namında havalık galiptir.

Bir vechi de şudur: İsâ aleyhisselâmın varlığında havalık üstün olduğundan riyazet kuvveti ile felek’e çıktı. Çünkü vücudunda ağırlık yoktu. Letafet var idi. Hava ise latiftir. Ancak cis­minde hava üstün geldiğinden felek’e çıktı. Zira hava felek’e yetişmeye dek yerde dura­maz.

Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek cisminde dört unsur da mutedil bir şekilde bu­lunmaktaydı, dediklerinin sebebi şudur ki; Hakk Teâlâ on sekiz bin âlemi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin mübarek ruhundan vücuda getirdi. Onun mübarek ruhu ise on sekiz bin âlemin aslıdır. Varlığının sarayına gelinceye dek itidalde (tam olgunluk) yaratıldı.   Hiç bir Nebî’nin dört yârı (arkadaşı) yoktu. Sadece Rasûlûllah hazret­lerinin vardı. Çünkü dört yâr (yoldaş) açıklanan dört nebîye işarettir.

Dört yâr (cihar yâr-ı güzin) in ilmi o dört nebide vardı. Ayrıca, dördü dört unsurun maz­harı idi.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri bunların dördünün aslı idi. Çünkü dört unsur Ruh-ı Muhammediden varlığa gelmiştir. Varlığa gelen o dört unsur, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı olan dört yârdir.

ONDÖRDÜNCÜ BAB

MÜŞAHEDE MAKAMINI İZAH EDER
Müşahede makamı öyle bir makamdır ki: Veli, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhu­na nazar edip müşahede de bulunur.

Zâtullahtan feyizlenerek Levh-i Mahfuz (Kader Kitabı) üzerinde nakş olunan dünyada mevcut her ilmi görür, okur. Fakat izhar etmez. Ancak Hakk Teâlâ tarafından tecellinin galip olduğu bir sırada ihtiyarız olarak izhar eder. Gayr-i ihtiyari sözler söyler. Sonra aklın hudutları içine gelince istiğfar eder. Veli, o halde iken söylediği sözlerde Hakk dergâhında mağdur­dur. Çünkü onun gayr-i ihtiyari söylediği Hakk’ın ilminde mevcut idi. O söz ondan gele­cek idi. Allah Teâlâ’nın ilminde olup da ezelde takdir edilen her şey mutlaka gelecektir. Ancak, Hakk’ın rızası olmadığı şey müstesnadır. Hakk’ın rıza gösterdiği her şey mutlaka olur. Olmaz demek hatadır. Neûzûbillah.(Allah Teâlâ’ya sığınırız.)

Evliyaullah öyle kimselerdir ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri onlarla iftihar etmiştir, Evliya katında kudret makamı Evliyaullahın, Levh-î Mahfuz üzerinde nakş olunan hattı (yazıyı) bilmesidir.

Her ne kadar kudret Hakk’ındır, Enbiyaullah’ın varlığından meydana gelir ise de şimdi kudret makamı evliyanındır. ZİRA BU GÜNLER VELAYET DEVRİDİR. Evliyada sürülen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nübüvvetidir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahirete intikal eder etmez nübüvvet biiznillâh (Allah Teâlâ izniyle) velayete tebdil (değiştirildi) olun­du, Nübüvvetin hikmeti tamam oldu. Velayet devri ortaya çıktı. Evliyada sürülen kudret Ruh-ı Muhammedinindîr. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretle­rinin Ruhî kudreti evliyada zahir oldu. Evli­ya, dünya arzularından nefsini o zaman keser ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek ruhuna nazar eder. Fakat cemâli müşahede etmeyince ahiret ve cennet arzularından geçmez.





“ Kudreti var evliyanın kudreti.
Taşa dil verir dilerse kudreti.



Mu’cizatı Musa’nın âhir â’yan.
Ejderha kıldı asâyi bî-gümân.



Kurdet-i Hakk’dur eğerçi bîgüman.
Musa dilinden olurdu ol hemân.



Musa’ya Hakk’dan verilmişti rıza.
Kim ne dilerse olaydı ol asâ.



Evliyayı sanma kim ol serseri.
Her sözü söyler dilinde serseri.



Gördüğü ilmdir levh üzre yakîn.
Söylediği onun ey Sultan-ı dîn.



Gördüğün söylenene Hakk’dan günah.
Olmaya kim Evliyadır bî-günah.



Evliya’dır Hakk’ı her şeyde gören.
Evliyâdan erdi hem Hakk’a eren.



Bilmek gerektir kim şimdiki demde
Kudret evliyanındır.”

Akşemseddin

ONBEŞİNCİ BAB

EVLİYAULLAH’IN CENNET ARZUSUNDAN GEÇTİĞİ MAKAMI İZAH EDER
Evliyaullah, Rasûlûllah hazretlerinin mü­barek ruhundan zâtı müşahede ederek o ma­kamda varlığını fenâ kılar. Bu sırada ona se­kiz cenneti verseler kabul etmez. Çünkü, o fenâ bulan (fani olan) varlığa Allah Teâlâ’nın zâtına ait ilimden öyle zevk hâsıl olur ki, Ömrü ol­dukça aklın hudutlarında yürümez. Dünya hal­kı ona deli der. O fariğdir (her şeyden uzak­tır, vazgeçmiştir). Dünyanın varından geçer.

Bütün eşyada tasarrufu vardır. Fakat beşer suretinde deli (divane) şeklinde yürür, kim­se ona sahip çıkmaz (arkadaş olmaz, yanında bulunmaz).

ONALTINCI BAB

SALÂT (Namaz) MAKAMINI İZAH EDER
Yâni; Evliya namazını nasıl kılar?

Evli­yaullah Tekbir getirince “Allahü ekber” dediğin­de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nurunu görürler. O mübarek ruha karşı dururlar. Yerde ve gök­te Hakk’tan başka bir şey görmezler. Kalpleri­nin tecelliyatında Hakk’tan başka bir şey kal­maz.

Eğer o, sıfata nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa namazı zahirîdir. Eğer zâta nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa onun namazı hakikidir. Fikirsiz namaz, budur. Bu makamda kılınır, başka vakitte kılınmaz. Hâslar namazıdır,

İşte, evli­yanın namazı böyledir.

ONYEDİNCİ BAB

MARİFET SAHİBİNİN MAKAMINI İZAH EDER
Marifet sahibi, evliya katında velayet sa­hibi değildir. Zira marifet ilimdir. Velayet ayn’(asıl-öz) dır. Marifet sahibi, her şeyin sıfatını görür, hakikâtini görmez. Çünkü her şeyde bir haki­kât vardır. Abes değildir. Velayet sahibi ise her şeyin hakikâtini görür.

Hem evliyaullah katında Hak şudur ki:

Bir şey bir şeye itikat etse, itikat eden ve iti­kat edilen mahbubdur (sevgilidir). Açık olan budur.

“Marifet iki çeşittir;

Birisi ilme-l’ yakîn ehlinin marifetidir.

Diğeri ise ayne-l’ yakîn ehlinin marifetidir.

İlme-l’ yakîn ehlinin marifeti zahiri ilimdir. Bu kişilerin sohbetleri sıradandır.

Söyledikleri sözlerin hakikatini bilmezler. Hemen Allah Teâlâ kitabında böyle buyurmuştur,

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyurmuştur veya büyük evliyalar şu şekilde buyurmuştur, derler; fakat işin aslını, hakikâtini göremezler.

Ayne-l’ yakiyn ehli ise o kimselerdir ki Hak Tealanın kelamının hakikatini, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kelamının hakikatini ve büyük evliyaların hakikatini ayne-l’ yakîn olarak levh-i mahfuzda görürler, okurlar. Bu okumalardan elde ettikleri bilgileri ise kapasiteleri ölçüsünde talep eden kişilere aktarırlar. Zira her kişinin aklı aynı derecede suluk edemez.

Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri bu hususla ilgili şöyle buyurur.

“Avamm-ı Nas’a akılları miktarıncasöyleyin.”

Ayne-l’ yakîn ehli, marifetullah’ı her kişiye söylemezler. Bu marifet sahibi olan evliyalar tertip üzere olan velilerdir.

Tertip üzerine olan velilerin şu şekildedir.



Üçler: Üçlerden birisi; Kutb-ı âlemdir. (En üst olan) diğer ikisi ise halifelerdir. Bu iki halifeden birisi ise mürid-i makbûl olandır ki; Kutb-ı âlemden sonra kutb olur ve tahta geçer. kutb-ı âlem onsekizbin âleme hükmeder.

Yediler: Yediler, Kutb-ı âlemin yedinde olan ve âlemde tasarruf eden velilerdir. yedilerden birisi kutb’a halife olur.

Kırklar: Kırklar da tasarruf sahibi velilerdir. Yedilerden birisi görevini tamamlasa kırklardan bir veli o velinin yerine geçer.

Üçyüzler: Bir vakit gelip de kırklardan birisi görevini tamamlarsa üçyüzlerden bir veli, o velinin yerine geçer.

Binler: Üçyüzlerden bir veli vakti gelip te görevini tamamladığında; Binlerden bir veli, o velinin yerine geçer. Binlerden bir veli de vakti gelip görevini tamamladığında, Bu sefer bu âlem halkının bir kabiliyetlisi o velinin yerine geçirilir.

Tertib-i evliya budur.



ONSEKİZİNCİ BAB

TEVHİD NEDİR VE NASIL MAKAMDIR? ONU İZAH EDER
Tevhid öyle bir şeydir ki; Mürid bunun­la her şeyi görür. Bu sıfatın bir hakikati var­dır. Abes (boşuna) değildir. Kesrete nazar eder. Zira, her şeyde bir hakikat vardır. Hâli değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hakk Teâlâ şöyle buyu­rur: “O, (Allah) her şeyi ihata edicidir.”[6]

Çünkü, Hakk Tealâ’nın her şeyde ihatası mevcuttur. Eşyanın hepsinin hakikati hakdır. Tam tevhid budur.

Fakat sıfatların tevhidinde ise, her şey bir isimle muttasıftır. Ve her isim müsemmânın hakikatidir. Çünkü ismin müsemmâsına tasarrufu geçer. Her insanda kesreti de var­dır, vahdeti de vardır. Her kesretin bir ismi var­dır. Her şey de malûmdur.

Sıfata ait tevhidi bilmiş olanlar, ismin müsemmâsına tasarrufu hakikattir derler. Her ne kadar zat bütün tenzihlerden münezzehse de hak şudur ki:

Güneşin zerrede müdahalesi vardır. Fakat zatla değildir. Zira zatın müteayyinesinin kendi zahirdir. Zerreden münezzehdir.

Evet, ne zaman güneşin zâtı kaybolsa zer­re de yok olur, görünmez.

Her ne kadar her şeyde bir hakikat var­sa da Hakk’tan hâli değildir. Fakat zât münezzehdir. Varlığın hepsi Hakk’ındır. Başkası yok­tur. Ancak vahdetin ilminde kesret mündemiçtir (mevcuttur). O, ezeli, zahiri ve bâtını görür. Hakiki Tevhid budur. Yine o, her şeyde hicafa­pız olarak zâta nazar eder, visale yetişir, vus­lat bulur. Kur’an’da buyurulan şu makamı ka­zanır:

“Ne tarafa çevrilirseniz Allah’ın vechi oradadır.” [7]

Her hangi bir eşya mâni olup perde teşkil etmez, kendisi temkin bulmuş olur. Bu makamlar evliyanındır.

Sıfatların tevhidi marifettir. O, sıfatların tevhidini bilmekle veli olmuş olmaz. Sıfatların tevhidi, her şeyin zahirini görür, hakikatini görmez. Eğer eşyanın zahirini gören veli ol­saydı hiç kimse azaba müstahak olmazdı.

Kur’ân-ı Kerim’in işaretiyle cennet ve cehennem de haktır.

Bu durumda anlaşılıyor ki: Tam tevhidi bilmeyince, sıfatlara aid tevhidi bilmekle veli olunmaz. (Başka nüshada bu bilgilerde vardır)

Tevhid iki kısımdır.

Birisi aâmdır, diğeri hasdır,

Tevhid-i Âmm (umum)da sâlik “Lâ ilahe illallah” “Allah’tan başka ilah yoktur”, der. Yani sıradan ve ilimle olan tevhid şeklidir. Bunun gibi ilimle olan tevhid’e; tevhid-i âmm denir.

Tevhid-i hâs da ise sâlik her şeyin hakikatini ayne-l’yakîn ile gördükten sonra, terakki eder. Kelime-i Tevhid’in hakikatini ayne-l yakîn görür ve Allah Teâlâ’dan başka bir ilah olmadığını hakkıyla idrak eder. O vakit eşyadan gayrısının varlığı Hakk Teâla’nın varlığında yok olur. Yalnızca Hakk Teâlâ’nın vücûdu var kalır. Zaten Hakk Teâlâ’nın vücûdunun dışında hiçbir varlık (vücut) yoktur. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri buyurmuştur ki;

“Tevhid Allah Teâlâ’dan gayri hiçbir şey görmemektir.”

Bu sebepledir ki hakikatte Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey yoktur.

İşte sâlik Tevhid-i Hass’a kadem bastığında (yükseldiğinde) bu hadis’in (sonradan yaratılanın) hakikâtini Ayne-l’yakîn olarak anlayacak ve Hak Teala’dan başka hakikatte kimsenin varlığı yoktur. Yalnız Hak Teâla vardır. İşte o vakit sâlik âlim olur.

Elhamdülillahi alel itmam ve’d devam.



NOT:
Akşemseddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ve eserin hakkında geniş bilgi için müracaat edilecek kaynaklar.

Makâmât-ı Evliya: İstanbul, Nuruosmaniye kütüphanesi, 2229 numarada kayıtlı, otuz varaka (Altmış sayfa)
Ali İhsan YURD, Fatih’in Hocası Akşemseddin Hayatı ve Eserleri, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1972.
Nafi ERDOĞAN, Akşemseddin, A.Ü.İ.F., (Mezuniyet Tezi), Ankara, 1963.
Makâmât-ı Evliya, Büyük Kitaplık, İstanbul, 1972
Muhammed ALİ YILDIZ Akşemseddin Mehmed Bin Hamza’nın Hayatı, Risaletü’n-Nuriyye Ve Makâmâtü’l Evliya Adlı Eserlerinin İçeriğinin İncelenmesi, Ankara 2008 (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı 228035-Yüksek Lisans Tezi)


[1] Mürid sayısının çok olmasının önemli olmadığına işaret ediliyor.

[2] Hadis için bkz. Abdurrahman Camî, Nefehâtu’l-üns min Hadarâti’l-Kuds, Hazırlayan: Süleyman Uludağ- Mustafa Kara, İstanbul, 1995, s.452.

[3] Sahavî, Ebu’l-Hayr Muhammed bin Abdirrahman, el-Fetâve’l-Hadisiyye, Tahkik: Ali Rıza bin Abdillah bin

Ali Rıza, Beyrut, 1995, s. 272. ; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, c.II, s.64. (Hadis no: 1744) ; İmam-ı Rabbanî, Mektubat, İstanbul trz. , c.I, s.281

[4] Bakara, 31

[5] Acluni, Keşfü’l-Hafa, s.164.

[6] Fussilet: 52

[7] Bakara, 115
devamını okuyunuz... >>

İBADETİN KİŞİ İÇİN ÖNEMİ


İBADET, KİŞİNİN KENDİSİ İÇİNDİR
Eğer söylediklerimiz doğru ise...

Böyle bir yaşam gerçeğine ne ölçüde hazırsınız, lütfen bu soruya cevap veriniz?..

Nasıl, cevabınız sizi tatmin etti mi?..

Şayet, vermiş olduğunuz cevap sizi tatmin etmediyse, bu durumda demektir ki, ölüm ötesi yaşama gereken biçimde hazır değilsiniz!

Öyleyse, hazırlanmak için işe bir yerden başlamak icap edecek...

Yani, dinî tâbiriyle, zamanınızın bir miktarını da "ibadet" adı verilen bu tür çalışmalara ayırmak zorunluluğu ile karşı karşıyasınız.

"İbadet" adı verilen bütün çalışmaların, tamamıyla, beynin biyoelektrik ve biyoşimik yapısıyla ilgili olduğundan söz etmiştik...

İbadetlerin bir kısmı, bilindiği üzere, bedenin ihtiyaç duyduğu biyoelektrik enerjiyi temine dönük olarak yapılmaktadır.

Bu enerji beyin tarafından değerlendirilerek, dalga bedene; ilim ve güç olarak yüklenir... İşte bu sebeple de, beyin durup, devre dışı kaldıktan sonra, yani "ölüm tadıldıktan" sonra, artık ölüm ötesi yaşamda ibadetler kalmaz!.. İşte bu yüzden ölüm ötesinde şeriatın teklifleri geçerliliğini yitirir!.. Zira, zâhirle ilgili bütün bu teklifler, hep beynin biyoelektrik ve biyoşimik yapısıyla ilgili olarak düzenlenmiştir!

Bu arada fark etmemiz gereken çok önemli bir husus daha vardır;

İSLÂM DİNİ öncelikle kişinin "ALLÂH"ı bilip; elden geldiğince tanıması, ve bunun yanı sıra da ölüm ötesi yaşama hazırlanma çalışmaları olan ibadetlerini yapması gayesiyle gelmiştir.

Allâh Rasûlü insanlara, İslâm'ın öngördüğü kurallara göre yaşamasını tavsiye etmiş ve bu kurallara uyulmaması hâlinde de, o nispette kişinin bundan zarar göreceğini vurgulamıştır.

Ancak ne var ki, kişinin yaşamakta olduğu devletin rejim şeklinden dolayı kişinin hesaba çekileceği yolunda hiçbir hüküm yoktur.

Kişinin müslümanlığı devletin rejimine bağlı değildir!

Eğer öyle olsaydı, şu anda yeryüzünde İslâmî rejim olmaması dolayısıyla, kimsenin de müslüman sayılmaması gerekirdi...

"Benden sonra hilâfet 30 yıldır" hadisi iyi düşünülmelidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki;

DİN, FERDE GELMİŞTİR ve ölüm ötesi yaşamda devlet değil fert vardır!

İnsanlar ellerinden geldiğince İslam'ı anlamak, tatbik etmek ve başkalarına da anlayacakları şekilde tavsiye etmek zorundadırlar.

Kesinlikle bilelim ki, herkes elleriyle yaptıklarının neticesine katlanacaktır.

Ve gene şunu kesinlikle bilmeliyiz ki, "ibadet" adı altında yapılan bütün çalışmalar, tamamıyla, kişinin ölüm ötesi ruh yaşantısı için gerekli materyali temin etme amacına yönelik faaliyetlerdir.

Burada bir parantez açarak, "ibadet" denen faaliyetlere kısaca bir göz atalım;

A- Kendini tamamıyla bu beden kabullenmeye ve sırf bedene dönük yaşamaya engel olmak üzere düzenlenmiş ibadetler,

B- Beynin biyoelektrik enerjisini en yararlı şekilde elde etmeye yönelik olarak düzenlenmiş ibadetler,

C- Beynin mevcut biyoelektrik enerjisini, dalga enerjiye çevirerek "RUH" adı verilen bir tür holografik ışınsal bedene yükleme faaliyetlerine dönük ibadetler,

D- "ALLÂH'ın ahlâkıyla ahlâklanma" şeklinde özetlenen, tasavvufta "ALLÂH'a vâsıl olma" veya "ALLÂH'a erme" diye izaha çalışılan, evrensel kozmik bilinçle özdeşleşmeye yönelik ibadetler.

Dört ana madde şeklinde toparlamaya çalıştığımız, kısaca "ibadet" denen bütün bu faaliyetler, görüldüğü üzere hep "BEYİN" ile ilgilidir.

Beyin, ihtiyacı olan biyoelektrik enerjiyi alır ve bunu mikrodalga enerjiye dönüştürerek ruha yükler. Aynı anda da belirli anlamlar ihtiva eder bir biçimde Dünya'ya gücü nispetinde yayınlar.

Şayet, beyinde doğum anında bir devre açılmış ise bu beyin ürettiği dalgaya ilaveten, antimanyetik bir enerjiyi daha yükler ki; bu bir tür antiçekim dalgasıyla yüklü dalga bedenler, kıyamet denen olayla birlikte Dünya ve Güneş'in manyetik çekim alanlarından kendini kurtararak galaksi içindeki sayısız yıldızlara ulaşabilirler.

Eğer beyin bu bir tür antiçekim dalgalarını, "RUH" denilen holografik ışınsal bedene yükleyemezse, bu takdirde Dünya'nın ve dolayısıyla Güneş'in manyetik çekim alanından kendisini kurtaramaz ve ebedî olarak Dünya ile birlikte içine girdiği Güneş'te yaşamına devam eder.

"SÜNNETULLÂH'TA BİR DEĞİŞME ASLA BULAMAZSIN!" (35.Fâtır:43)

âyeti, bu sistemin bütün insanlar için geçerli olduğunun açık göstergesidir. Bu durumda göz önüne alınması gerekli olan şey şudur: Sistem, milyarlarla sene öncesinde kurulmuş ve çalışmaktadır! Bu şartlar altında, kişinin önünde iki şık vardır; ya kendini sistemin düzenine göre ayarlayarak, gene sistemin şartlarından yararlanmak suretiyle, geleceğe dönük birtakım yararlar sağlayacak çalışmalarla dünya hayatını değerlendirecek...

Ya da geleceğini ve sistemin düzenini hiç düşünmeden, tamamıyla bedene dönük faaliyetler içinde yaşayarak bu dünya hayatını tamamlayacaktır!

İşte "DİN" adı verilen "ölüm ötesi yaşama hazırlanma sisteminin" altındaki bu sırrı çözememiş kişiler, olayı yanlış bir değerlendirme sonucu "toplum nizamını" sağlamak amacıyla dinin geldiği kanaatine vararak olayı bağlamışlardır...

Tabii bu da neticede, devlet rejimlerini konu almaya kadar uzanmıştır!

Oysa, tekrar ediyoruz, "DİN"deki "ibadetler" bütünü dünya yaşam rejimleriyle ilgili olarak değil, kişinin ölüm ötesi yaşam gerekleriyle ilgili olarak gelmiştir.

Nitekim, Hz. Muhammed (aleyhisselâm)'ın bütün yaşamı boyunca bize açık seçik vurgulamak istediği hususlar şunlardır:

A- "ALLÂH", tapınılacak bir TANRI değildir ve "ALLÂH"a TAPINMAK muhaldir!

B- Kişinin yaptığı ve yapacağı bütün çalışmalar "tapınma" değil, "kulluk" gereğidir... Zorunludur!

C- Kişinin bütün ibadetleri, gökteki muhayyel bir tanrıya yaranmak için olmayıp; kendi geleceğine, ebedî hayatına dönük kazançlar temin etmek gayesine dönüktür.

D- Kişi, kendi özü, orijini, YARATICISI, aslı olan "ALLÂH"ı tanımak ve "vehmettiği" yani "var" ZAN ve kabul ettiği muhayyel "benliğinden" arınmak için; "ölmeden önce ölmek" zorundadır!

Aksi hâlde, "perdeli" olarak madde ötesi âleme geçer ki, ondan sonra da daha evvel anlattığımız sebepler yüzünden bir daha asla "perdelilikten" kendini kurtaramaz.

İşte gerek bundan önceki kitaplarımızda ve gerekse bu kitabımızda hep, çok değişik yön ve boyutları ile, yukarıda saydığımız dört maddenin izahını yapmaya çalıştık.

Kesin olarak idrak edelim veya iman edelim ki, Hz. MUHAMMED'in açıkladığı "ALLÂH" ve O'nun bildirip açıkladığı İSLÂM DİNİ, bugüne kadar halk arasında veya dinî mahfillerde, hikâyeler ve hurafelerle karıştırılarak anlatılan "Din" anlayışından çok ötedir.

Ve bu gerçek "ALLÂH" anlayışı ancak ilerideki toplumlar tarafından çok daha iyi anlaşılabilecektir.

Nitekim, anlattıklarımızın gerçek olduğunu, yapacağınız en ufak bir kaynak araştırması ve bu araştırma üzerinde kuracağınız tefekkür sistemi, size idrak ettirecektir!

AHMED HULÛSİ
1989



devamını okuyunuz... >>

''DUA'' NİÇİN ÖNEMLİ..


DUA: YÖNLENDİRİLMİŞ BEYİN DALGALARI
"DUA MÜMİNİN SİLAHIDIR!"

Diyor Allâh Rasûlü (aleyhisselâm)! Acaba biliyor muyuz "dua" niçin bu kadar önemlidir?

"Dua" nedir, niyedir; ötende bir tanrı yok olduğuna göre kime yapılır? Gelin bu soruların cevabını vermeye çalışalım...

"Dua" yönlendirilmiş beyin dalgalarıdır!

Hatırlayalım daha önce vermiş olduğumuz şu bilgileri...

İnsan, "hakikat"i itibarıyla Allâh'ın bir "Esmâ terkibi"dir... Yani, Allâh'ın güzel isimlerinin işaret ettiği mânâlardan oluşan bir formüldür! Bir diğer ifade şekliyle Allâh insanı kendi güzel isimlerinin mânâlarıyla var etmek suretiyle onu yeryüzünde kendisine "Halife" kılmıştır!

Bu isimlerin mânâları çeşitli dönüşümlerden sonra, takdir edilen şekliyle insanın beyninde açığa çıkmıştır!

"Allâh istemedikçe sizde o istek oluşmaz" hükmünce, "duanız", hakikati itibarıyla Allâh'a ait olan bir istektir!

Ama bir de Allâh'ın "Sünnetullâh" denilen bir sistem ve düzeni vardır!

İşte bu Allâh'ın güzel isimlerinin mânâlarından doğan istek, bazen de sizden "dua" şeklinde açığa çıkar...

İnsanlar arası ilişkiler her ne kadar, maddeci bakışın tesiriyle dudaktan kulağa diye kabul edilirse de; gerçekte beyinden beyine şeklindedir! Ve çoğu zaman bunu hisseder, fark edersiniz de, adlandıramazsınız; yeterli bilgi sahibi olmamanız dolayısıyla! Sezgi, beynin gelen dalgaları önceden algılamasıdır!

"Dua" özünüzdeki Allâh Esmâ'sından gelir; beyninizden, o amaca yönlendirilmiş dalga olarak açığa çıkar ve hedefe ulaşır!.. Yani, ötendeki bir tanrıdan talep değil, özündeki Allâh'tan çıkan istektir!

Bir diğer yönden "dua", umduklarına ulaşmanın en güçlü silahıdır; özündeki Allâh'a ait kuvvet ve kudretin sendeki değerlendirilişidir!

Takdirinde varsa, "dua" edersin ve onunla olacağa yön verirsin!.. Oysa "Hakikat"te yönlendiren kendisidir; sen değil!

Gece, nasıl Güneş'in parazit oluşturan ışınımı Dünya'nın arka yüzünde kaldığı için kesiliyor ve kısa dalga yayın çok net alınabiliyorsa; insan beyni de, özellikle gece yarısı ve sonrasında çok hassas hâle gelir ve kuvveti artar... Bu hem alıcılık (ilham) yönünden böyledir; hem de vericilik yani "dua" yönünden böyledir... "İslâm Dini"nde gecenin önemi buradan ileri gelir...

"Dua"dan mahrum olan, hem özündeki o kuvvetleri kullanmaktan mahrum kalır; hem de o duaların getirisinden! "Dua", özündeki Allâh'a ait gücün kullanılışıdır!

Allâh Rasûlü'nün çok fazla "dua" etmesi, ötesindeki bir tanrıdan bir şeyler talep etmesi anlamında değil; özündeki Allâh'a ait kuvvet ve kudreti istenilenler doğrultusunda kanalize etmesi şeklindedir!

Kişinin beyin kapasitesi ne kadar güçlü ise, yayını ve "dua"sı da o nispette tesirlidir... Yalnızca konuştuğunuzda değil, düşündüğünüzde dahi tüm düşüncelerinizi beyin kapasitenizin kuvveti kadarıyla Dünya üzerinde yayınlıyorsunuz... Ve bunlar, aynı frekanstaki bir beyin tarafından içime doğdu gibisinden algılanıp değerlendiriliyor... Bir kısım manevî görevlilerin yani "İrşâd kutuplarının" tasarrufu bu yöndendir! "Feyiz" denen şey dahi, güçlü beynin yaydığı ya da yönlendirdiği dalgalarla kişinin beyninde yaptığı açılımdır... Bu konuda çok daha detaylı bilgileri "DUA ve ZİKİR" isimli kitabımızda açıkladık; özellikle okumanızı tavsiye ederim!

"DUA"nın insan yaşamında en etkili güçlerden biri olduğunu size fark ettirmeye gayret ettik bu yazıda... Bilelim ki, Allâh senden sana icabet edecektir!.. İçinden geçen her şeyi bilmesi de senin O'nun varlığından meydana gelmiş olman ve O'ndan gelenlerin sende açığa çıkması nedeniyledir!

Kişi hangi hâl veya mertebede olursa olsun, Allâh Rasûlü gibi daima "dua"ya devam etmelidir... Ölüm ötesi yaşamda görülecektir ki; kişiye "dua"larının getirisini, hiçbir şey sağlamayacaktır!

Allâh, "dua"nın değerini fark etmeyi ve yaşamımızı "dua"larla olabildiğince değerlendirmeyi, "ruh"umuzu kuvvetlendirmeyi nasip etsin ve kolaylaştırsın!

Sahi, "RUH"umuz nereden geldi?..

AHMED HULÛSİ
1996


devamını okuyunuz... >>

ALLAH'A ULAŞMANIN BASAMAKLARI


ALLÂH'A ULAŞTIRAN BASAMAKLAR
İman ve İslâm mevzuunu böylece anladıktan sonra; İslâm Dini'ne iman etmiş, dolayısıyla İslâm'ın bildirdiği Allâh'a, Rasûlüne, meleklere, kitaplara, diğer Nebi ve Rasûllere, âhiret gününe, hesap ve kitaba, yeniden dirileceğine iman etmiş bir kişinin ilerlemesi nasıl oluyor?..

Bu ilerlemeyi, tekâmülü, Allâh'a ulaştıran basamakları, bazıları yedi mertebeye ayırıyor, bazıları üç mertebeye ayırıyor, bazıları dört mertebeye ayırıyor. Bu ayırım çeşitli kişilerde çeşitli tasniflere tâbi tutulmuş.

Baştan alalım...

Yediye ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiye ve Sâfiye olarak ayırmışlar.

Dörde ayıranlar: Emmâre, Levvâme, Mülhime ve Mutmainne olarak ayırmışlar.

Üçe ayıranlar: Levvâme, Mülhime, Mutmainne demişler; Emmâreyi zaten hiç saymamışlar!..

Emmârenin sayılmamasının nedeni:

Emmâre; emredenden geliyor. Emmâre, emredici nefs demektir!

Emmâre emredici nefs demekse, nefs emrediyor! Emreden kim?.. "Nefs" isminin arkasında o fiile emreden, onun terkibi yani emreden, "Rabbi" oluyor!.. Rabbine uymuş oluyor!..

Daha evvelki bahislerde, nefsin hakikatinin Rubûbiyetten yaratılmış olduğunu, Rubûbiyetten meydana gelmiş olduğunu anlatmıştık!..

Rubûbiyetten meydana gelişi, ilâhî isimlerin terkibi oluşu sebebiyle; herkeste, her insanda, her hayvanda, her canlıda zaten bu emretme hâli söz konusu. Dolayısıyla bütün canlılarda bu hâl söz konusu olduğu için, bunu bir sınıf, bir derece, bir mertebe olarak ele almamışlar hiç. Ve Levvâmeden başlamışlar bir kısmı.

Levvâme, "levm" kökünden geliyor. Kendi kendine levm eden yani kendisinin, Allâh'ın kulu olduğunu, Allâh'a kulluk etmek için bu Dünya'da var olduğunu; fakat bu kulluğunu hakkıyla yerine getirememesinden dolayı da pişmanlığa düşme hâlini yaşayana, nedamet içinde olana, tarif sadedinde "levvâme nefs" denmiş. Kendi kendini, yaptığı eksik, noksan tabiatına uyma hâlleri dolayısıyla kötüleyen nefs, mânâsınadır.

Eğer bu daha ileri bir noktaya giderse... Bu kişi belli çalışmalar yapar, bu belli çalışmalarının sonunda belli hakikatleri idrak etme durumuna geçer; belli ilhamlar alırsa... Bu aldığı ilhamlar neticesinde, kendisinin müstakil bir varlık olmayıp, kendi varlığı ile kaîm bir varlık olmayıp; Allâh'ın varlığı ile kendi varlığının kaîm olduğunu; kendi benliğinin, ilâhî isimlerin bileşimi olarak meydana geldiğini; kendi varlığının netice olarak Hakk'ın varlığına dayandığını, Hakk'ın varlığı olduğunu; "ben" diye bir şeyin olmadığını idrak ederse, o zaman bu nefs, "mülhime nefs"tir deniyor.

Ancak burada çok önemli bir nokta oluşuyor...

Burada, "küfrü hakiki" diye tarif ettikleri; "taklidî imandan" sonra gelen "tahkikî küfür" dedikleri bir noktaya ulaşıyor.

Burada kişi, kendi varlığının Hakk'ın varlığı olduğunu müşahede edince:

"Artık ben yokum; var olan Hak!.. Hak da dilediğini yapar, hiçbir şeyle kayıtlı değildir. Öyleyse ben namaz kılmam veya oruç tutmam veya başka birtakım fiiller yaparım ve yaptığımdan da mesûl değilim" anlayışı içine giriyor. İşte bu, mülhimenin idrakının, mülhimenin müşahedesinin tabii sonucu.

Yalnız burada dikkat gerek, kişi herhangi bir şeyhe bağlı olup da, şeyhinin öğretisine riayet suretiyle burayı kabulleniyorsa; bu kabullenme idrak olmaz!.. Çünkü gerçekten "Hak" olduğunu idrak ettiği zaman, artık bağlanacak, tâbi olacak birisi, şeyhi kalmaz!.. Kalmışsa, daha Hakk'ı idrak etmemiştir!..

Ama, idrak ettim, der; hem de bağlıdır!.. Olabilir. Böylesi de olur!.. Ama hakikatiyle, meseleye bakarsak, böyle bir şey olmaz! Bağlılık diye bir şey kalmaz!..

İşte, buradaki bu ilhamlarının, müşahedelerinin neticesinde, eğer meseleyi daha da bir tahkik yoluna giderse; o zaman görür ki, kendindeki ilâhî isimler, yani "Hak" oluşu bir terkip yönüyledir!..

Yani, kendindeki belli isimler, çeşitli anlarda, kendinde olan mânâları meydana getirecek bir biçimde, bir terkip şekliyle, o fiilleri meydana getiriyor.

Allâh'ta ise, bu isimler terkip yönüyle değil, mutlakiyeti yönüyle mevcuttur!

Bunu müşahede edebilirse, o zaman Cenâb-ı Hak ona, "Mutmainne nefs" olma yolunu açmış demektir!.. Niçin?..

Kendi varlığının ilâhî isimlerin bir terkibi şekliyle var olduğunu gördüğü zaman, bu isimlerin hepsini, dilediği anda, dilediği şekilde, dilediği biçimde kullanamadığını müşahede edecektir!.. Bütün isimlere dilediği anda dilediği şekilde bürünemediğini, bu isimlerde tasarruf edemediğini görecektir. İsimlerin onun varlığına hâkim olduğunu görecektir!..

O zaman, hem varlığının "Hak" olduğunu kabullenecek; hem de ilâhî emirlere kulak vermek mecburiyetinde kalacaktır!..

Rasûlullâh'a kulak verecektir. Allâh Rasûlü, ilâhî emirleri tebliğ etmiştir. Bu tebliğ kapsamında, Ulûhiyet mertebesinin, isimler mertebesine sâri olduğu gibi; sıfat mertebesini ve Zât mertebesini de içine alan bir mertebe olduğunu görecek; dolayısıyla, o isimlerin ait olduğu varlığın, dilediği gibi isimlere bürünebilme durumunda olduğunu idrak edecektir.

Oysa kendisinde bu isimler dilendiği gibi o anda zuhur ediyor!.. Ve böylece kendisinin, bir isim terkibi olduğunu müşahede edecek ve bu terkibiyetinin neticesinde de belli bir tabiatı, belli bir huyu, belli bir kişiliği, yapısı, davranışları olduğunu hissedecektir.

Ancak bundan ilâhî emirlere uymak suretiyle yani Rasûlullâh'a tam anlamıyla tâbi olmak suretiyle, isimlerin terkibiyet kaydının dışına çıkıp, Allâh'a vâsıl olabileceğini; bundan sonra Allâh'a vâsıl olmanın mümkün olduğunu görebilecek, anlayabilecektir.

İşte bu serbestlikten, bu bağımsız anlayıştan sonra yeniden Hz. Rasûlullâh'ın bildirdiği bütün emirlere tâbi olmak yoluna gidecektir.

Duyguların ve tabiatın hükmü altında iken, velîsi, Rabbi idi. Kendi terkibini meydana getiren isimlerdi!..

Hâlbuki şimdi velîsi, Allâh oldu!..

Velîsinin Allâh olması, Allâh ahlâkıyla ahlâklanmaya başlaması demektir!

İşte böylece Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başladığı andan itibaren "mutmainne nefs" olur. Yani Allâh'ın varlığına itminan hâsıl olmuş, Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlamıştır.

Bundan sonraki Radiye, Mardiye, Sâfiye denilen hâller, bu itminanın sonucu olan hâllerdir. Ayrı ayrı nefs hâlleri değildir, ayrı nefs idrakı değildir, diyor bazı ehlullâh.

"Levvâme"deki benliğini anlayış farklı, "Mülhime"deki farklı ve "Mülhime"ye göre "Mutmainne" farklı; ama "Mutmainne"den sonrakinde artık temelde fark yok.

Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanma durumu söz konusu.

Ama Allâh ahlâkıyla ne derecede ahlâklanabilirse, o derecede genişleme söz konusu!.. Allâh'ı o ölçüde tanıyabilme söz konusu!..

O an'a kadar, Allâh'ı tanıyabilme söz konusu değil!.. O an'a kadar, Rabbini tanıma söz konusu!..

Ancak Mutmainne'de Allâh'ı tanıma, "isimleri yolu" ile açılıyor.

Artık o yolda ne kadar gidebilirse!..

Onun ötesindeki Radiye ve Mardiye hâlleri diye anlatılan şeyse, Radiye'de kendisinin isimler kaydından çıkması ve isimler mertebesinde kendini bulması; Mardiye'de sıfat mertebesiyle kendini bulması, hakiki benliğiyle kendini müşahede edebilmesi!.. Yani, Rabbi yönünden değil, Rahmâniyet yönünden kendini tanıması idrak etmesi, diyerek Mardiye tarif ediliyor!

Sâfiye'nin hâlini zaten ne tarif edebiliriz ne konuşabiliriz!.. O Zât mertebesidir! Zât tecellisidir!.. Zât hakkında zaten konuşulmaz!.. Zât hakkında konuşulmadığına, anlaşılmadığına göre, onun tecellisi nasıl olur bu da konuşulamaz! Dolayısıyla Sâfiye hakkında söz etmek muhaldir!

Öyleyse esas olarak kendini bilmenin üç derecesi var. Birincisi Levvâme, ikincisi Mülhime, üçüncüsü Mutmainne hâlleri.

"Mutmainne"ye kadar olan biliş, Rabbini tek olarak biliş, Rabbini biliş neticesi. "Mülhime"de ilhamî hitaplar gelmeye başlıyor. Değişik ilhamlar arasında ilâhî olanlar da mevcut! İlâhî olan hitabı almaya başlarsa, o zaman Mutmainne'ye yönelmek zarureti hâsıl oluyor.

"Mülhime"de Rabbanî hitaplardan ilâhî hitaplara yönelme durumu söz konusu! Ancak, ilâhî hitaplarda itminan hâsıl olursa, o zaman işte "Mutmainne nefs" oluyor ve neticesinde de "Velîullâh" oluyor, yani "velîsi Allâh" oluyor. Allâh'ın ahlâkıyla ahlâklanmaya başlıyor!.. Ve "Allâh ehli" olma yolu açılıyor. "Ehlullâh" olma yolu açılıyor.

Bu arada hemen şu önemli noktayı vurgulayalım:

Velâyet, Allâh'ı tanıma işidir. Allâh'ı tanımanın ise tek yolu "Vahdet" sırrına ermektir. Şükür, rıza, fakr, muhabbet ancak "vahdete" götüren basamaklardır.

Bunların neticesinde "Vahdet" oluşmuş ise, "velî"lik kapısı açılır!.. "Vahdet" sırrına erişmemiş velî olmaz!..

Tasavvuf bütünüyle "vahdet" sırrına yönelme işidir!.. Kişilikten, benlikten, kendini bir birim olarak kabullenme hâlinden kurtulup, vahdet deryasına garkolmadan Allâh bilinmez!.. Allâh, böylece bilinmeyince de "velîlik" oluşmaz.

Halk; kişinin ameline, davranışına, sözüne bakarak, kendisinden ileride olana hemen "velîlik" etiketini takıverir!..

Oysa gerçekten, o kişinin "velî" olabilmesi için, o kişide mutlaka "vahdet" sırrının yaşanmış olması ve "Allâh ahlâkıyla ahlâklanmış" olması ve bu yolla Allâh'ın bilinmiş olması mecburiyeti vardır.

Zaten daha "Mülhime"de bu husus kişiye açılmaya başlar. Mutmainnede de "Tevhid" tümüyle yaşanır.

"Tevhid"in "Vahdet"e dönüşmesi ise ancak "Mardiye"de hâsıl olur.

Evet bu gerçek velîlere gelince...

AHMED HULÛSİ
1986



devamını okuyunuz... >>

BURÇLARIN OLUŞTURDUĞU GRUPLAR


BURÇLARIN OLUŞTURDUĞU 16 GRUP
Burçların yaymış olduğu ışın türleri esas olarak dörte ayrılır. Bu türler eskiden yapılan tasnifte, şu isimlerle belirtilmiştir:

Ateş; Koç - Aslan - Yay

Hava; İkizler - Terazi - Kova

Su; Yengeç - Akrep - Balık

Toprak; Boğa - Başak - Oğlak

Şimdi önce bu dört gruptan söz edelim...

"Ateş" grubunun en bariz özelliği, bu gruptan olan kişilerin kendini beğenmiş, gururlu, dediğim dedik bir yapıda olmalarıdır. Daima çevrelerine hükmetmek isterler. Hep zirveye tâliptirler.

"Hava" grubunun özelliği ise havaî bir tip olmalarıdır. Sebatkâr olmazlar. Her konuya dönüktürler. Fakat bir süre sonra o konudan bıkıp başka bir konuya merak sararlar. Fedakâr ve çevreyi düşünen tiplerdir.

"Su" grubunun ortak özelliği ise son derece duygusal bir kafa yapısına sahip olmalarıdır.

"Toprak" grubu insanların ortak özelliği ise sâbit fikirli ve genelde maddeye dönük, paraya bağlı olmalarıdır.

Ancak...

Dikkate alınması gerekli en önemli husus...

Dedik ki az önce... Esas itibarıyla herkesin iki ana burcu vardır.

A- "Ana" ya da "İç" burcu.

B- "Yükselen" ya da "Dış" burcu.

Biz daima karşımızdaki kişide, onun "dış burcundan" yani "yükselen" burcundan gelen özellikleri görürüz. Ve kişi daha büyük çoğunlukla dış burcunun getirdiği özellikler istikametinde yaşar. İnsanların çok büyük çoğunluğunda "iç" burç ile "dış" burç farklıdır. Bundan dolayı da siz kendinizin veya karşınızdaki kişinin sadece "iç" burç özelliklerine vâkıf olursanız, çoğunlukla o kişide bunları göremezsiniz!.. Zira önce de yazdığımız gibi, kişinin davranışları, mizacı tamamıyla "dış" burcunun yani "yükselen" burcunun etkisi altındadır.

Ve günümüzde insanların burçlar konusunda şöyle uzaktan bir bakıp sonra da inanmadan geçmelerinin ana sebebi bu "dış" burç ya da "yükselen" burç konusunda bilgilerinin olmayışında yatar.

Bize lütfedilen ilme göre, vâkıf olmuşuzdur ki, kişi 35-40 yaşlarından sonra iyice "yükselen" burcun kapsamına girmekte ve bu kişinin kişiliği yüzde 70-75'e varan nispetlerde "dış" burcuna dönüşmektedir.

Bu sebeple karşımızdaki kişiyi, doğduğu tarih itibarıyla edindiği "iç" burç yönünden ziyade, doğduğu saat itibarıyla edindiği "dış" burç yönünden tanımak zarureti söz konusudur.

Bir kişinin iç ve dış burçları şöyle çaprazlaşabilir...

İç burcu                Dış burcu

Ateş                       Ateş

Ateş                       Hava

Ateş                       Su

Ateş                       Toprak

İç ve dış ateş grubundan olan kişi son derece bencil, yaşamdan önce kendisini düşünen, dünyanın kendi çevresinde dönmesini isteyen, istekleri olmayınca da sadece kendi menfaatinin gerektirdiği biçimde bir yaşamı tercih eden kişi olacaktır.

İç ateşe dış Hava gelir ise, bu defa yukarıdakine benzer düşüncelere sahip olmasına rağmen, bu kişi yaşamında havaî meşrebi olacak, kolay kolay âdetlere bağlı kalmayacak; çevresine yararlı faaliyetlerde, kendini fazla düşünmeden, birtakım davranışları ortaya koyabilecektir.

Ateş içe su dış burçlara gelince, yani Koç veya Aslan yahut da Yay gibi bir iç burca sahip olmasına rağmen, dışarıya bir Yengeç ya da Akrep veya Balık düşmesi hâli. Hayatı sıkıntı ve huzursuzluğa namzet bir kişi geliyor demektir. Zira içteki ateş kaynaklı yapı dıştaki su nitelikli kapayıcı yapı yüzünden sürekli bastırılır. Bu da kişide büyük oranda birtakım iç sıkıntıları meydana getirir. Bu tesirler bazen çok artar, bazen de nispeten geriler.

Ateş içe rast gelen toprak dış da gene nispeten yukarıda saydığımız gibidir; ancak üsttekinde görülen şiddetli sıkıntılar ve bunalımlar bunlarda daha azdır. Kafada cömert olan bu kişi fiiliyatta kolaylıkla para harcayamaz. Çevrenizde gördüğünüz bildiğiniz zenginlerin yüzde doksana yakınının dış burcu toprak grubundan olan Boğa veya Oğlak'tır. Ya da haritasında toprak grubu burçlarında birkaç güçlü planet mevcuttur. Veya 2. evinde para getiren güçler mevcuttur.

Esasen burada konuya sadece bazı örnekler vermek istediğimiz için detaylara fazla girmeyeceğiz. Gelelim Hava içe düşen dışlara.

İç burcu                Dış burcu

Hava                      Ateş

Hava                      Hava

Hava                      Su

Hava                      Toprak

Hava gurubundan olan bir beyinin en bariz özelliği insanlığa yardımı, yararlı olmayı düşünen bir kafa sahibi olmasıdır. Yaşamı oldukça objektif olarak seyredip değerlendirmeye çalışır, hoşgörülüdür. Ancak bütün bunlara rağmen dışa gelen ateş bu durumdaki havayı son derece gururlu kendini beğenmiş bir görüntüye sokar.

İç Kova ise son derece akıllı ve kendini beğenmiş bir tip; iç İkizler ise zeki ve gururlu bir tip oluşur. Terazi'deyse doğru bildiğini dom dom söyleyen, kimseden çekintisi olmayan bir tip ortaya çıkar. İç havaların genel bir diğer karakteristiği, zaman zaman kendilerini sanki bu Dünya'nın değil de başka bir dünyanın insanı imiş gibi hissetmeleridir.

Şayet iç havaya karşılık dışa bir su gelirse görüntü hayli farklı olur. Zira, kafadaki özgür düşünce, dıştaki duygusal ve bağımlı bir karakter ile kayıtlanmış olur. Özgür kafa, dış Yengeç ise evine, ailesine bağımlı, onlar için kendini harcayan bir tip oluşturur. Dış Akrep olursa bu defa duygusal davranışlardan kurtulamayan fakat oldukça özgür davranışlar ortaya koyabilen, iradeli ve tahakkümcü bir tip düşer. Bunu ancak kararsız eden içe düşecek bir İkizlerdir. Dışa düşen bir Balık ise özgürce yaşamın zevklerine yönelebilen bir tip oluşturur.

Hava grubu burçlar içinde akıllı olan Kova, zeki olan İkizler, sevgi dolu olan da Terazidir.

Esasen burçlar içinde en güçlü akıl, Kova insanında mevcuttur.

Dışa düşen toprağa gelince. Şayet Boğa düşerse, yeme - içme ve sohbet zevklerine düşkün, kazanca yönelik hırsı fazla bir tip çıkar. Başak düşerse hırslı, hareketli, düzenli kazanca dönük araştırmalar içinde bir kişi olur. Ama ne yapsa bir Boğa gibi para yönünden şanslı olamaz; zaman zaman eline para geçer fakat arkasından büyük miktarlarda kaybeder. Oğlakta ise kararlı, olgun, hoşgörülü, yardımsever fakat parasına da çok bağlı bir tip oluşur. Eğer Oğlak'ın içine Kova düşmezse, Oğlak karakteristiği hemen bütün burçlara hâkim duruma geçer.

İç burcu                Dış burcu

Su                           Ateş

Su                           Hava

Su                           Su

Su                           Toprak

Su grubunun genel karakteristiği son derece duygusallıktır. Bu duygusallık dışa rastlayan bir ateşle birlikte genellikle kontrol edilemeyen taşkın davranışlara kadar uzanır. Meczup yapılı denen kişilerin yüzde 90'ı, iç burcu su, dış burcu ateş grubu olanlardan çıkar. Bu kişiler hayatta en çok pişmanlık duyan kişilerdir. Çok defa duygusallıkları yüzünden ve kendilerini kontrol edememeleri yüzünden istemedikleri davranışları ortaya koyup, sonra da bundan büyük pişmanlık duyarlar. Tam anlamıyla taşkın tiplerdir. Esasen iç dünyalarında son derece merhametli, müşfik kimselerdir.

İç suya isâbet eden bir dış hava ise en büyük hayırseverlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Zira hava grubu eli açıklığı verir, buna bir de son derece merhametli düşünce gelirse eşittir hayırseverliliktir. Toprak dışa gelince ise... Duygusal ama kendi menfaatine dönük; son derece mütevazi, fakat menfaatine halel gelme ihtimali karşısında da kaplan kesilen bir tip ortaya çıkar. Yeni şartlara adapte olması son derece güçtür. Bu adaptasyona zorlanması hâlinde ise istemeyerek nahoş olaylar meydana getirebilir.

İç burcu                Dış burcu

Toprak                  Ateş

Toprak                  Hava

Toprak                  Su

Toprak                  Toprak

Toprak grubuna bir dış ateşin gelmesi genellikle gene taşkın bir tipin ortaya çıkmasına yol açar. Ancak bu tip su grubundaki kadar kontrolsuz değildir. Ayrıca su grubundaki taşkınlıkların kökeninde duygusallık olmasına karşılık; toprak grubunun kökeninde ise menfaatler yatar genellikle.

Havanın dışa gelmesi hâlinde ise, kafadaki maddecilik ele kadar uzanmaz ve "sanki eli açık" bir görüntü ortaya çıkar. Oysa esasen bu kişi kafaca hayli maddecidir.

Dış suda ise merhametli, acıyan ama yardımları küçük miktarları geçmeyen tipler görülür.

Toprağa rast gelen dış toprağa gelince... Son derece mütevazi ama âdeta "varyemez" tipleri görürsünüz. Genellikle de zenginlerdir.

Astroloji ilmine vâkıf olanlara göre son derece yetersiz olan bu bilgileri, kitabımızın ana konusu başka olması hasebiyle böyle kısa kısa vermekten başka çaremiz yok. Esasen bu konuda daha yazılacak pek çok şey mevcut...

Şimdi görüldü ki dört içe düşen dört ayrı dış yapı itibarıyla toplam 16 grup insan çıktı. Bunu biraz daha detaylandırmak gerektiğinde, ikinci basamakta 144 ana grup ile karşılaşırız ki her insan bu 144 gruptan birindedir.

Mesela iç Koç'tur, dış Aslan'dır, yani ateşe ateş; veya iç Kova'dır, dış Yay, yani havaya ateş; yahut iç Yengeç'tir, dış Oğlak, yani suya toprak vesaire gibi...

Demek ki herkesin "iki ana burç grubu" vardır.

"İç" burç kişinin İSTİDADINI gösterir.

"Dış" burç kişinin KABİLİYETİNİ gösterir.

Beyin, kişinin "Levhi mahfuzu"dur!..

Beyin cevherinin 120. günde almış olduğu tesirler de, kişinin kendindeki "ayânı sâbitesi"!..

Dünya yaşamı ve tüm insanlar, ilâhî takdir ve tedbir gereği, tamamıyla burçların ve onlardaki güçleri ulaştıran meleklerin hükmü altında olduğu gibi; berzah âleminde olanlar, yani ölümü tadıp fizik bedeni terk ettikten sonra kıyamete kadar olan devrede yaşamını sürdüren tüm insanlar ve cennetler ile cehennem dahi bu burçlardan gelen tesirlerin hükmü altındadır!..

Ve bu hususta Muhyiddini Arabî'nin keşfi son derece isâbetlidir!..

Böyle olunca insanlardan kimler birbirlerini severler ve kimler de birbirlerine yaklaşamazlar, iterler.

İki insanın... Şayet;

"İç" burçları aynı gruptan, "dış" burçları aynı gruptan ise birbirlerine sempati duyarlar.

"İç" burçları aynı, "dış" burçları ayrı, biri ateş öteki hava ise, yahut biri su diğeri toprak ise birbirlerini çekerler.

"İç" burçları biri ateş diğeri su ya da toprak ise bir araya kolay kolay gelemezler kafaca. Hele dışları da ateşe karşı su ise âdeta iterler birbirlerini.

"İç" burçları birbirine yakın fakat "dış" burçlar ters ise beraber arkadaşlık etmeleri zordur. Mesela iç hava-suya; dış ateş- su. Ya da iç hava-ateşe; dış ateş-toprak, dış ateş-su...

Bir de şu husus vardır... Çaprazlama bakış açıları...

Mesela siz "düşünce" yapınızla yani "iç" burcunuzla karşınızdakinin davranışsal yani "dış" burcuna bakarsınız ve beğenirsiniz, ama kafaca uyuşamazsınız... Sebep..?

Çünkü sizin içinizle - dışınız çaprazdır. Yani iç burcunuz hava ya da ateş, yahut bunun aksi su veya toprak; buna mukabil karşınızdakinin de bunun gibi zıt bir durumdur. Diyelim ki sizin içiniz hava, dışınız sudur, onun da dışı ateş, içi topraktır. Şimdi siz hava grubundan olan kafa yapınız ile onun ateşsel "dış"ını seveceksiniz ama konuşup anlaşmaya gelince, sizin kafa yapınız ile onun kafa yapısı da bağdaşmayacaktır. Daima yaşama ve olaylara apayrı pencerelerden bakacaksınız...

Demek ki iki insanın bir aradaki yaşamı, iş ve arkadaşlık ya da evlilik olsun hep bu burçlarının; yani beyin açılımlarının birbirine uyması ve dolayısıyla beyinlerinin yaydığı radyasyonların birbirini en azından itmemesine bağlıdır. "İç" ya da "dış"ları birbirini çekmeyen insanların ise bir arada bulunmaları imkân dışıdır.

"Dünya'da kim kimle beraber ise ölüm ötesinde de onu arar ve onunla beraber olmak ister" sırrı kısmen bu esasa dayanır. Demek oluyor ki insanların arasındaki münasebetler ve sempati-antipati konusu dahi beyinler arası benzer açılımlar dolayısıyla ortaya çıkmakta... Şimdi bakın, bir kişiyi seviyorsunuz arıyorsunuz, mutlaka burçlarınız arasında benzerliği tespit edeceksiniz. Ki bu daha ziyade dış burçların benzer-yakın karakterli olmasındandır.

Şimdi, belirgin olarak ortaya şu husus çıkmış oldu. İnsanların gerek kendi yapıları ve gerekse birbirleriyle olan ilişkileri hep beyinlerinin burçlar tarafından programlanma biçimine bağlı!.. Öyle ise yaşam içinde oluşan duygusallıkları ve tepkileri neye bağlayacağız?.. Duygusal hassasiyetimizi, doğum tarihimizde Ay'ın bulunduğu burca ve hangi sahada daha duygusal olacağımızı da doğum saatimize göre, Ay'ın haritamızda içine düştüğü evin konumuna bağlayacağız!..

Burada üzerinde en önemli bir husus olarak tekrar tekrar durduğumuz husus; kişinin "yükselen burcudur". Zira astrolojik tüm olaylar, çoğunlukla yükselen burç yönünden aldığınız tesirlere göre oluşur. Şayet siz "yükselen" burcunuzu bilmiyorsanız ve hatta bundan daha ileri olarak, doğum anınıza göre çıkarılmış beyin açılım haritanıza sahip değilseniz, olayların nasıl ve ne şekilde sizi etkilediğini anlamanız mümkün olmaz. Peki, hiç mi anlama yolu yoktur?..

Bir pratik anlama yolunu size gösterebiliriz. Ama bilinmelidir ki bu kesin olmaz. Çünkü bazı hâllerde haritanızda bulunan herhangi bir eve düşen birkaç planet, o evdeki burcun sanki "yükselen" burcunuzmuş gibi yapınızı etkilemesine yol açar. Ama gene de pratik olarak dediğimiz yolu deneyebilirsiniz. Alacağınız Astroloji kitabında "yükselen burçlar" bölümünü bulun ve "yükselen" burca göre verilen fizik yapı tariflerini okuyun. Hangisi sizin fizik yapınıza en çok uyuyorsa muhtemelen "yükselen burcunuz" olabilir.("A'dan Z'ye ASTROLOJİ" kitabını okumanızı tavsiye ederim bu konuda. Yazarı: Nuran Tuncel... KİTSAN Yayınları.)

Karşınızdaki bir kişinin ya da kendinizin "yükselen" yani "dış" burcunuzu anlamanın bir pratik yolunu da kısmen burada özetlemeye çalışalım.

"Yükselen" burç tespitinde önce grubu, sonra da o grup içinde hangi burç olduğunu tespit edeceğiz...

Ateş grubundan işe başlayalım...

Koç elinde parmaklar; ince olmayan uzun ve tırnak uçları, küte yakın kavislidir. Esasen yükselen Koç tipi kişiler güçlü, orta ya da uzun boylu, alnı hafif açık ve çıkık tiplerdir. Eti dolgundur ama toplu denmez.

Bu grubun ikinci burcu Aslanlar ise yapılarıyla, saçlarıyla ve elleriyle hemen belli olurlar. Elleri bütün yakışıklı ve gösterişliliklerine rağmen, ister kadın olsun, ister erkek, bir pençe gibidir genelde. Güçlü ellerin parmaklarında eklem yerleri son derece belirgin ve kemiklidir. Su eli ne kadar etli, tombul, yumuşak ise, bu da zıddına o kadar sert, kemikli ve güçlüdür. Geniş omuzlar, kadınsa gür ve havalı saçlar, gösterişli hemen dikkati çeken bir yapı...

Yay'a gelince... Genelde, açık enli ve geniş bir alın, oval ve kemikleri belirsiz kılacak düzeyde bir yüz. Düzgün bir burun, etli olmayan dudaklarıyla konuşkan, iğneleyici ve zaman zaman da alaycı bir tip. Genellikle ince uzun, 35 yaşa kadar zayıf sonra balık etinde ve mide düzeyinde şişkinliği olan bir tip. Umumiyetle girdiği toplumlarda dikkati çeker.

Hava grubundakilere gelince...

İkizlerdekiler... Zayıf, ince, orta ve uzun boylu biri. Eller ince uzun ve kemikli; parmaklar kadınlarda kürdan gibi erkeklerde de son derece ince, tırnaklar ince uzun ve sivri. Kadın yüzünde güzellik, fakat erkekte son derece kemikli, iri bir burun, ufak kulaklar. Mideden şikâyetleri çoğunlukta... Sinir sistemleri hassas, elleri açık! Yerlerinde duramazlar ve sık fikir değiştirirler.

Terazi'ye gelince... Yüz ister kadın olsun ister erkek, son derece güzel. Eller kemikliliğini yitirmiş, fakat tombul da değil; boy orta uzun arası!.. Vücut düzgün. Yanakta ben söz konusu. Konuşkan, canlı, sevecen, hareketli!..

Kova'ya gelince. Hayli az rastlanır. Tıknaz, orta boylu güzel değil sevimli, cana yakın, özellikleri elektrik ve elektronik eşyalar ile ilgilenen, kendini beğenen bir tip. Eller az etli, ince uzun; tırnaklar uzun, ucu sivri.

Su grubundakilere gelince...

Yengeç... İster kadın, ister erkek hemen tanınırlar. Kısa veya orta boy. Etli sayılır bir vücut. Yuvarlak bir baş, üstü kemikli öne sarkık ucu sivri bir burun. Kadında göğüsler belirgin iri. Eller tombul, parmaklar kısa, etli ve uçları sivriye yakın. Zaman zaman aniden karamsarlığa kapılan bir tip. Çene ufak, nokta tip!..

Akrep de kolay tanınır. Orta veya kısa boy. Belirgin kemikli ucu kesik "V" çene. Bacaklar kısa. Yüz genellikle cazibeli. Ten umumiyetle pembemsi beyaz. Kadında ekstra etki söz konusu değilse, diğer su burçlarında olduğu gibi göğüsler ve kalçalar belirgin. Enerjisi kolay kolay tükenmeyen ve çevresine hükmeden bir tip. Her yerde yönetici tavırlar ve eleştiricilik...

Balık ise son derece toplu. Büyük yuvarlak ya da hafif oval etli yüz, iri burun, iri kulak, Akrep'te olduğu kadar arkaya yapışık değil. Yuvarlak etli çene ve gıdı!..

Evet, buraya kadar anlattıklarımız pratik olarak kişinin "yükselen" burcunu tanımak için bir formül; ama asla kesin olarak böyle diyemeyiz; çünkü o kadar sayısız yarattığı oluşumları vardır ki Cenâb-ı Hakk'ın, bunları ancak gruplar içinde mütalaa edebiliriz.

Şimdi biraz da insanların astrolojik etkilerle nasıl etkilendiği üzerinde duralım...

Birinci etki alım şekli. Doğum anınızda Güneş sistemindeki planetler nerelerde ise, onların üzerinde diğer planetler 30-60-90-120-150-180 derecelik açı yapar bir biçimde geçerken, mutlaka geçtikleri evin ihtiva ettiği konuda bir hareket oluşur.

İkinci etki alım şekli. Bu planetler şayet sizin haritanızdaki bir planet ile birbirleri arasında belirttiğim açıları oluşturacak bir biçimde geçerse bu defa gene benzeri türden, fakat daha sert etkileşimler meydana getirir. Mesela haritanızdaki Venüs ya da Mars'ınızın üzerinden, bir Güneş'in, bir Satürn veya Uranüs ile 90 ya da 120 derecelik açı yaparak geçmesi gibi.

Üçüncü türden bir etki de Ay dolayısıyla oluşan bir etkidir. Ay, duygularımız ile son derece yakın ilişki içinde olan bir planettir. Özellikle bizim "yükselen" burcumuzdan ve yükselen burcumuzun mensup olduğu grubun diğer burçlarından geçerken, bizi son derece etkiler ve çoğu zaman tasvip etmeyeceğimiz aşırı duygusal, fevrî davranışlar içine bizi sokar... Şayet o anda aklımızla içimizde kabaran duygularımızı bastıramazsak, sonradan pişmanlık duyacağımız bir fiili ortaya koymamız ya da sözü sarf etmemiz mukadder olur.

Hemen burada şu mânâya gelen hadîs-î şerîfi hatırlatalım:

Enes (radıyallâhu anh) naklediyor:

Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) buyurdu ki:

"Cenâb-ı Hak bir kazasını yerine getireceği zaman o kulun aklını başından alır, o kul bu hâlde o işi işler; sonra o kulun aklını iade eder de bu defa o kul pişman olup, ben bu işi nasıl yaptım der." (Deylemî)

Evet, KADER nasıl hükmünü yerine getirir?..

Normal akıllı bir insan, ama ne çare ki kaderin hükmü geldi çattı. Mars Güneş'inin üzerinden geçerken, Ay da yükselen burcundaki bir planetin üzerine düştü. İşte o anda ne olduysa oldu, son derece sudan bir sebeple karşısındaki kişiye karşı içinde aniden bir şiddet uyandı ve çekip bıçağını saplamaya başladı!.. Aklı başına geldiği zaman ise karşısındaki 12 yerinden bıçaklanarak ölmüştü!.. Sonra şöyle konuştu: "Bir anda aklım başımdan gitti, vurdum vurdum. Aklım başıma geldiğinde ise iş işten geçmişti!.."

İşte sık sık gazetelerde gördüğünüz bu satırlar bilinçsiz olarak anlatılan "kader" hükmünden başka bir şey değildir!..

Nitekim yukarıda nakletmiş olduğumuz hadîs-î şerîf de bu söylediklerimizi aynen teyit etmektedir. Böyle olunca, biz kimseyi suçlamayacak mıyız?.. Bu sorunun cevabını ileride "Kadere İman" bölümünde vermeye çalışacağız.

Ayrıca kader konusunu en kapsamlı şekliyle "AKIL ve İMAN" isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.

Şimdi sadece olayın geliş şekline bakalım...

Evet, Allâhû Teâlâ'nın kaderi nasıl yerine gelir... Daha doğrusu her an nasıl uygulanmada..?

Beyinlerimiz her an burçlardan gelen sayısız kozmik ışınların bombardımanı altında!.. Bu ışınım, beyinlerimizin ilk açılışı kadarki kapasitesiyle her an alınıp değerlendirilmede... Bu gelen ışınım, sürekli olarak değişen açılar ve değişen güçlerle, beynimizde çeşitli planetlerin etkisiyle açılmış devreleri etkiliyorlar.

Mesela ilk açılımdaki Mars devresi, bir zaman Jüpiter'in yansıttığı ışınımı alırken bir süre sonra Satürn'ün yansıttığı, bir süre sonra Güneş'in yansıttığı ışınımı alıyor. Ya da ilk açılım ile Ay; sürekli üzerinden geçen çeşitli planetlerin yansıttıkları tesirleri almada; ve gene süratli devriyle çeşitli ilk açılım devrelerini etkilemede...

Böylece bizler sürekli olarak hâlden hâle girmekteyiz...

Bazı kişilerin ilk programlanışları çok sert olur ve bunlar beyin yapıları itibarıyla çok hassas olarak aramızda yaşarlar. En ufak bir etki alımında hemen duygulanırlar, daima meseleleri olduğundan çok büyük olarak görüp değişik hâllere girerler.

Bazıları da son derece ağır kanlı, zor değişen tiplerdir. Gene bazıları dışa dönük, atak, girgin; bazıları da içe dönük, pasif, ilk hareketi hep karşılarından bekleyen tiplerdir.

Bazılarının iç dünyalarında çok büyük hareketler olup bunları bir türlü dışa vuramazlar; bazıları da aksine, çok konuşkan hareketli, etkileyici tiplerdir ama iç dünyaları, dışı yeterli oranda besleyebilecek kapasiteye sahip değildir. Çoğunlukla bundan dolayı iç dünyalarında pişmanlıklar yaşarlar.

Kısacası insanların bütün huyları, karakterleri, mizaçları tamamıyla beyinlerinin ilk açılımında aldıkları açılımlar, programlanma istikametinde oluşur. Ve bu ilk tesirlerde ne kapasitede bir açılım ve yönlenmeye nail olmuşlarsa, artık yaşamlarında da o istikamette bir çalışma içine girerler. Ama bu gene de, nasıl başladılarsa öyle bitecektir demek değildir. Zira ilk açılımdan sonra, bir vesile ile o kişi şayet zikre başlar ise, bu defa beyninde yeni açılımlar oluşacağı için, huylarında, davranışlarında bazı değişiklikler olmaya başlar.

Ancak bu değişiklikler, daha ziyade kişinin "istidat" yönüyle alâkalı olan, doğum günleri ile ilgili olarak aldığı tesirlerde daha çabuk görülür. Kişinin "kabiliyet"iyle alâkalı, doğum saatiyle ilgili devrelerde ise, değişim çok daha yavaş olarak meydana gelir.

Daha önceden de belirtmiş olduğumuz gibi, 120. günde alınan tesirlerle ilgili hususlarda ise, yani kişideki "Ayânı sâbite"de ise asla değişiklik olmamaktadır!.. "Saîd ana karnında saîddir; şakî ana karnında şakîdir."

Yani cennete gitmesine yol açacak ekstra antiçekim dalgalarını üretme ihsanına beyin daha 120. günde nail olmuştur. Ya da maalesef olmamıştır!..

Muhakkak ki Allâh dilediğini yapmadadır!.. Ve trilyonlarla Güneş'in içinde yüzdüğü evreni vareden güce sual sorulmaz yaptığından!..

Evet, beyin belirli "zikir" türleri ile yeni açılımlara kavuşur ve bundan dolayı da kişinin gerek dünya yaşantısı ile alâkalı, gerekse de ölüm ötesi yaşantısını etkileyici bir biçimde sayısız etkiler meydana gelir dedik.

Şimdi hemen burada şu sual akla gelir...

Meditasyonda genellikle kullanılan ve Budizm'de "mantra" kelimesiyle tanımlanan özel anahtar kelimeler vardır ki, bunların meditasyonda trans ya da teveccüh ya da yönelim gibi kelimelerle kastedilen hâllerde tekrarı söz konusudur. Bundan başka böyle bir kelime de kendisi bulup; bu kelimeyi tekrar ederek bir şey elde edemez mi insan?..

Bu sualin cevabını tam olarak anlayabilmek için çok geniş boyutlarda meseleye bakmak mecburiyetindeyiz!..

İslâm'daki "zikir" kelimeleri olan Allâh'ın isimleri, esas olarak varlıkta yürürlükte olan mânâlardır ve beyinde de bu mânâları ortaya çıkartıcı devreler zaten kozmik plandan düzenlenmiştir. Siz bu kelimeleri tekrarlayarak, beyninizin kozmik plana göre bir tür frekans ayarlarını yaparsınız ve evrensel mânâlar ile iletişim içine girersiniz!.. Meleklerle görüşmeye başlarsınız!..

Oysa bu anlama gelmeyen "mantra"larla sadece beyinde rastgele bir hassasiyet, alıcılık oluşturursunuz ki, bu da sizin "CİN" denilen dumansız ateş-manyetik bedenli varlıklarla iletişim kurmanıza yol açar!.. Bunların en iyileri bile pek çok şeyden mahrum kalmanıza yol açar!

Yani özetle, İslâm'daki "Allâh isimleriyle" zikir, sizde Allâh'a yaklaşma ve O'ndaki sayısız özellikler ile bezenme hâli oluştururken; bunun dışındaki kelime tekrarlarının beyninizde oluşturacağı hassasiyet-alıcılık sadece "cin"lerle bağlantı kurmanıza sebebiyet verir. Bu da neticede onların sayısız şekillerde sizi aldatmalarına ve sizin de hiç farkında olmadan onların hükmü altına girmenize yol açar.

Öyle ise her hâli, ilâhî mânâları zâhire çıkarmak suretiyle zikirde olan varlıklar ile oluşturulan bağlantılar, o zikrin bize yansımasına yol açacaktır... Ki bu da canlılar olan yıldızlarla oluşur...

Evrendeki tüm varlıklar, varedenin sayısız özelliklerinin aşikâre çıkmasına vesile olmak gayesiyle ve sanki o özelliklerin yoğunlaşması suretiyle oluşmuştur. Bir diğer ifade ile; tüm takımyıldızlar, yıldız birikimleri olan galaksiler; hep vareden mutlak varlığın sayısız isimlerinin ve vasıflarının yoğunlaşmış hâlleridir gerçekte!.. Ve bunların yaydıkları sayısız kozmik ışınım dahi kendilerini oluşturan mânâların tüm varlığa yayılmasından başka bir şey değildir.

İnsana bakıp, "Bu etten-kemikten ibaret basit bir hayvandır!.. Ruhu yoktur!!! Ebedî bir hayatı yoktur!.. Değişime girer ve tükenir!.." demek ne kadar ilkel ve dar görüşlü bir anlayış ise...

Galaksilere, takımyıldızlara, burçlara, Güneş sistemindeki planetlere bakıp da, onlar için; "Bunlar basit yıldızlardır... Doğar, ölürler... Canlılıkları yoktur, cansızdırlar!.. Laf olsun diye oluşmuş ve oluşmaktadırlar!.. Ne etki alırlar ne de etki verirler..." demek de o kadar ilkellik ve dar görüşlülüktür!..

"Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O'nu tespih eder (Esmâ'sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O'nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz! Muhakkak ki O, Haliym'dir, Ğafûr'dur." (17.İsra': 44)

Âyeti dahi onların canlılığına ve bir görev ifa etmekte olduğuna işaret etmektedir.

Böylece olayı izah şartlarından mahrum olan eski kemâl ehli de, bu yıldızlarda yaşayan meleklerden söz etmişlerdir, ki esasen aynı şeydir. Bir kısmı da yıldızların ruhunu ifadeye çalışmıştır, ki bu da aynı şeydir.

Nahl Sûresi'nin 16'ncı âyetinde;

"...Necm (yıldız - hakikat ehli {ashabım gökteki yıldıza benzer; hangisine uyarsanız hakikate erdirir... hadisi}) olarak hakikate erdirir!" denmektedir.

Bu apaçık bir gerçeğe işarettir!.. Ancak ne var ki, sürekli olarak tapınma duygusu ile gözünün gördüğü birtakım şeylere tapınma arzusu içinde olan insan, yıldızlarda takılıp kalmasın ve onlara tapınmasın diye bu gerçek örtülmüştür.

"Onlar yıldızla yollarını bulurlar" şeklinde anlatılmak istenmiştir, ki âyetin sadece bu mânâsına şartlanmış olan kişiler bizim bahsettiğimiz yönünü şimdi inkâr etmeye çalışacaklardır.

Oysa yıldızların yaydığı kozmik ışınımlar, onların beyne ulaşması, hidâyet dediğimiz olaya yol açan beyin devrelerini açması ve o kişinin takdiri hüda ile böylece hidâyet bulması hiç de yadırganacak bir olay değildir!..

"Allâh'ım beni doyuran sensin" dediğin zaman, yediğin gıdaların çeşitli organların tarafından değerlendirilerek enerjiye çevrilmesi olayı nasıl ana mânâyı değiştirmiyor ve ortadan kaldırmıyor ise; burada da olay aynıdır!..

Burada anlaşılması gereken en önemli olay şudur:

Bedene nispetle yenen yemeğin, içilen suyun, teneffüs edilen havanın yeri ne ise, yıldızlardan beyne ulaşan ışınımın yeri dahi odur!..

Nasıl ekmeğe suya havaya tapınılmıyorsa, böyle bir şey ilkellik ise, aynı şekilde yıldızlara tapınmak da o derece ilkelliktir!..

Varlıkta mutlak hüküm süren tasarruf eden Allâh Azze ve Celle'dir!..

Dilemiş ve her şeyi bir vesile ile meydana getirmiştir.

Eğer biz aklımızı kullanır, kâinatın nasıl tümüyle bir mekanizma şeklinde işlediğini idrak edebilirsek; Allâh'a karşı kulluk görevimizi çok daha geniş boyutlarda ifa etmiş oluruz!.. Elimizden gelmiyorsa... Muhakkak ki kişi kapasitesi dışında kalandan mesûl değildir!..

"Geceyi, gündüzü, Güneş'i (enerji kaynağı olması) ve Ay'ı (çekim gücüyle hormonları harekete geçirip tüm duyularınızı etkilemesi ile) size hizmet veren kıldı... Yıldızlar da (yaydıkları dalgalarla) O'nun hükmünü yansıtarak hizmet verenlerdir... Muhakkak ki bunda aklını kullanabilen topluluk için bir işaret vardır!" (16.Nahl: 12)

Allâh yeryüzünde "Halife" olarak insanı meydana getirmek istedi. Onda, kendi özelliklerini izhar etmeyi diledi. Ve onu meydana getirecek muhteşem kozmik fabrikayı, yani kâinatı yarattı!.. Sonra onun içinde, kudretiyle insanı yarattı ve nihayet onu kendine ayna kıldı!.. Tâ ki sayısız özellikleri onlarda her birinde ayrı ayrı yansısın!..

"ALLÂHÛ TEÂLÂ YARATIKLARINI KARANLIK İÇERSİNDE YARATTI VE SONRA ONLARA NÛRUNDAN SAÇTI. O NÛRDAN KİME İSÂBET EDERSE HİDÂYET BULUR. VE HER KİME İSÂBET ETMEZSE DALÂLETTE KALIR." (Tırmizî)

"...NECM (yıldız - hakikat ehli {ashabım gökteki yıldıza benzer; hangisine uyarsanız hakikate erdirir... hadisi}) OLARAK HAKİKATE ERDİRİR!" (16.Nahl: 16)

Bu anlayışla, eğer araştırırsak, bu hususa işaret eden daha nice âyet buluruz.

Evet, "Yıldız olarak hakikate erdirir"... Kim?.. Hidâyet bulanların tümü.

Çünkü, âyeti kerîmede sınırlayıcı hiçbir hüküm yok!..

Oysa, maalesef bu yönünden haberdar olmayanlar tarafından, âyetin mânâsı son derece dar kapsamlar içinde mütalaa edilmiş ve kısmen de âdeta zorlanarak; "Çölde yollarını kaybedenler, yıldızlara bakarak yollarını bulurlar" şeklinde bir mânâ ile sınırlanmıştır!..

Evet... "HÂDİY", Cenâb-ı Hakk'tır!.. Dilediğine hidâyet eder, dilediğini dalâlette bırakır!.. Dilediğine nûrunu isâbet ettirir, hidâyet denilen çalışma ile o yönde onu çalışmaya kolaylaştırır. Dilediğine de isâbet ettirmez!..

Diğer taraftan "YILDIZLAR DA ONUN EMRİNDEDİRLER. AKLI OLAN İÇİN BUNDA İBRET VARDIR" şeklindeki açıklama dahi, yıldızların O'nun emri ile birtakım işler yapmak üzere var edildiğini; cansız, işe yaramaz, süs olsun diye yaratılmış şeyler olmadığını anlatmaktadır.

Ancak bütün bunları değerlendirebilmek için "AKLI OLANLARDAN" olmak lazımdır... Ki geniş boyutlarda konuyu ihâta edip; bütün sistemi tüm ihtişamıyla kavrasın ve Allâhû Teâlâ'nın azametine birazcık olsun yaklaşabilsin!..

Peki, akıl sahipleri nasıl birbirlerine yaklaşıp ilimlerini paylaşabilir?..

Sade akıl sahipleri değil bütün insanların birbirlerine yaklaşımı nasıl olur?..

Ruhları birbirine çeken ya da iten nedir?..

İnsanların, şu yaşam sırasında birbirlerine olan sempatilerinin ve antipatilerinin altında tamamıyla burçlarının birbiriyle uyuşup uyuşmaması hususu yatar. Halk arasında "Yıldızı barışmadı" ya da "yıldızı uydu" denilen tâbirlerin kökeninde, o kişilerin burçlarının etkileri ile birbirleri arasındaki ya çekim ya da itiş kastedilir.

Bu husus Müslim'deki bir hadîs-î şerîf'te, Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) tarafından şöyle nakledilir:

Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:

"Ruhlar (âhirette sınıf sınıf), toplanmış cemaatlerdir. Bundan ötürü, içlerinden birbirleri ile tanışanlar, sevişip anlaşmışlardır. Birbirleriyle birleşmeyenler ise ihtilafa düşmüşler, anlaşamamışlardır"!..

Evet burada, "RUH"ların oluşması hususu üzerinde bilvesile bir nebze daha durmak zarureti hâsıl oluyor...

AHMED HULÛSİ
1986


devamını okuyunuz... >>

BURÇLARIN BEYİN ÜZERİNE ETKİSİ


BURÇLARIN BEYİN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ ve 120.GÜN OLAYI
Eskilerin "BURÇ" kelimesiyle adlandırdığı takımyıldızlar yaklaşık 500-600 milyon ile milyarı geçen sayılarda bir araya gelmiş Güneş benzeri yıldızlardan oluşmuştur. Ve bunlar, evrene, kendi yapılarına uygun bir biçimde çeşitli kozmik ışınlar yayarlar.

Bunların yaydıkları ışınlar ise Güneş çevresinde dönmekte olan Dünya'yı ve üzerindekileri, tüm sistemle birlikte sürekli bombardıman altında tutarlar.

Güneş sistemindeki Plüton, Neptün, Uranüs, Satürn, Jüpiter, Mars, Dünya, Venüs ve Merkür isimli planetler sürekli olarak bunlardan gelen tesirleri alırlar ve bir tür yansıtıcı görevi görerek insan beyinlerini daimî olarak etki altında tutarlar.

Beynin bu ışınsal etkilerle belli açılımları kazanması üç ana devrede mütalaa edilebilir...

A- Sperm - yumurta bileşiminin 120. günü.

B- Yedinci - dokuzuncu ay süreci.

C- Doğum anı.

120. GÜN OLAYI

Cenin 120. güne ulaştığında henüz yeni oluşmaya başlayan beyin, ilk kozmik ışınsal tesirleri değerlendirebilecek düzeye ulaşır. Ve bu ilk aldığı tesirle birlikte gen yapısında bir değişiklik meydana getirecek "ruhunu" oluşturacak bir biçimde holografik ışınlar yaymaya başlar!..

Diğer yandan, daha önceden tüm hücreleri bir arada tutan ve sinir sistemi aracılığıyla yayılan biyoelektrik ise, tüm hücreleri bir tür elektromıknatıs durumuna sokmuş olduğu için, bu beynin oluşturduğu "holografik yapılı dalga beden" yani "RUH", bütün bedene bağlı olarak sürekli beynin yaydığı dalgalar ile gelişmeye başlar.

Beynin bu 120. günde aldığı tesir neticesinde "Ruh"unu meydana getirmesi yanı sıra; ikinci olarak da bu ışınlar, geliş gücü, mahiyeti ve açıları itibarıyla, beyinde mevcut olan ikinci bir devreyi açar ise, bu defa bu beyin, yerkürenin manyetik çekim alanına karşı koyacak türden bir antiçekim dalgası üretip bunu da "Ruh"a yüklemeye başlar. Bu konuyu "İnsan Ruhu Üzerine Açıklamalar" bölümünde detaylı açıkladık.

Şayet bu devre o günde açılmaz ise, bu defa bu varlığın büyüme devresinde de beyin, Dünya çekim alanına karşı koyma gücünü sağlayan bu enerjiyi "ruh"a yükleyemez. İşte bu husus "Saîd"lik ve "Şakî"lik hâli diye tanımlanmıştır.

Üçüncü olarak bu anda alınan tesirler kişinin beyninde belli bir ömür devresine müsaade eden bir tür kontak meydana getirir. Diyelim ki 45 sene açık kalarak hayata yol açacak bir geri sayım devresi...

Şayet bir kaza durumu söz konusu olmaz ise, o sürenin sonunda Mars'ın, Plüton ve Ay'la beyin haritasındaki ölüm noktasında bir sert açı meydana getirerek oluşturduğu ışınım bu beyindeki kontağı kapatır ve beyin bir anda durur!.. İşte sapasağlam iken, sebep yokken, "bir anda öldü" denen olay bundandır!.. Yani bu üçüncü tesir de kişinin "ecelini" meydana getirir ki, bu sürenin uzaması mümkün değildir.

Nihayet bir de dördüncü tesir alır beyin bu 120. günde... O da daha sonraki yaşamında ne kadar açılım sağlayabileceğini sağlayan ana devre açılım kapasitesini meydana getirir. Bir diğer ifade ile "rızık" durumunu.

İşte bu anlattığımız olay 1400 sene evvel Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm)'ın ağzından şöyle dile gelmiştir:

"Sizin birinizin ana - baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk yani 80 gün) katı bir kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge yani bir çiğnem ete tahavvül eder. (120 gün böylece tamam olduğunda) Allâh bir melek gönderir. Ve tekâmül eden mudgeye dört kelime emrolunur ki; onun işini, rızkını, ecelini, saîd veya şakî olduğunu yaz!.. denilir.

Sonra ona ruh nefholur. İmdî, sizden bir kişi iyi iş işler de hatta kendisi ile cennet arasında birkaç kulaç mesafe kalır. Bu sırada yazı gelir, o kişiyi önler. Bu defa o cehennemliklerin işini işler!..

Sizden bir kişi de kötü iş işler. Hatta kendisi ile cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi, ehli cennetin işini işler (ve cennete gider)." (Buhari)

Evet, demek ki 120. günde ilk beyin cevheri, kozmik ışın etkileri ile, yukarıda mecazî bir ifade ile açıklanan hususları kayda alarak ve bunları diğer yandan da "Ruh" üzerine yükleme yaparak faaliyete başlıyor!

Beyin dedik...

Olgun insan beyninde son bilimsel verilere göre, yaklaşık 15 milyar sinir hücresi yani nöron mevcut bulunuyor. Ve her bir hücrenin 16 bin ayrı hücre ile bağlantılı olarak faaliyet gösterebildiği ifade ediliyor.

Gene bu sahada çalışan değerli bilim adamlarının bulgularına göre, normal düzeydeki bir insan, bu 15 milyar beyin hücresinden oluşan beyin kapasitesinin ancak % 5-7 arasındaki bir bölümünü; bilim adamları, düşünürler gibi daha fazla beyin çalışması yapanlarda da bu kapasitenin % 10-12'ye kadar yükselebilen bir kısmı değerlendiriyorlar.

Beyin hücrelerindeki biyoelektrik enerji diğer hücrelerle bağlantı kuruyor ve beynin biyoelektrik gücü ve bu gücün içine aldığı hücre grubu kapsamı nispetinde de yüksek düzeyde beyin faaliyeti olarak meydana geliyor.

İşte 120. günde beyin cevherinin almış olduğu bu ilk kozmik tesirler, o kişinin dinî tâbirle "Ayânı sâbitesi"dir!.. Yani, sâbitleşmiş ana programı!.. Öyle ki, artık bu ana programda asla bir değişiklik söz konusu olmaz!..

7. – 9. AY SÜRECİ

Daha sonra özellikle 7. ay başlarından itibaren gelişen beyin, istidadını oluşturacak bir biçimde, içinden geçtiği burçlardan giderek artan bir biçimde aldığı ışın tesirlerini değerlendirmeye başlar. Bu aylarda alınan tesirler ise kişinin ilerde düşünme gücünü ve kapasitesini oluşturacaktır.

Nihayet beyin 9. ayda ve doğumdan hemen önceki bir iki gecede en verimli şekilde gelen tesirleri değerlendirir. Ve doğum durumuna girer. Bu an'a kadar alınan tesirler kişinin sadece, az önce de belirttiğimiz gibi düşünce dünyasını oluşturan tesirlerdir.

DOĞUM ANI

Beyin bundan sonra en güçlü ışın etkilerini ise doğum anında annenin rahminden dünyaya geldiği anda alır.

"Yükselen burç"-"Ascendant" tâbir edilen bu kozmik etkiler, annenin koruyucu manyetik perdesinden dünyaya çıkan bebeğin beynini en güçlü şekilde etkiler!.. Bu etkiler ise, o kişinin mizacını, karakterini, çevresiyle ilişkilerini ve olaylar içinde ne tür bir yaşam süreceğini programlar.

Hemen burada akla gelecek şu sualin cevabını verelim.

Genetik (irsiyet) diye bir olay var! Genlerin ne olduğunu biliyoruz. Bu yolla gelen ana bilgilerin kişideki rolü nedir?..

Genler kanalıyla gelen tüm bilgiler, şayet o kişinin beyninde kendilerini gösterebilecekleri uygun açıklıklar bulabilirlerse ortaya çıkarlar. Yok eğer o beyin, genleri kanalıyla sahip olduğu bilgileri, ortaya koyabileceği bir biçimde uygun açılımı burçlardan almamışsa, onları aynen kapalı olarak muhafaza eder ve kendisinden sonrakilere iletir. Tâ ki genlerdeki bilgilerin ortaya çıkmasına uygun açılımda bir beyin bulana kadar bu böylece devam eder.

Esasen başlı başına bir kitapta izah etmemiz gereken bilgileri burada daha fazla açarak okurlarımızı sıkmak istemiyoruz. Bu sebeple konuyu ana çizgileriyle anlatıp, sistemi gözler önüne sermeye çalışacağız. İlâhî nizamı, işleyiş şeklini elimizden geldiğince anlatmaya çalışacağız.

İşte bu andan sonra, sanki ıslak alçının kalıpta suyunu yitirdikten sonra yeni bir form almaması gibi, beyin de yeni açılım tesirleri almaz olur. Ve hangi tür tesirler ile oluşmuş ise, o kişinin düşünce, duygu, tasavvur, vehim, hayal gibi beyin fonksiyonları o düzeyde ölene kadar devam eder. Nitekim bu yeni tesirlerle açılım olmayışı da; "Yedisinde neyse yetmişinde odur; can çıkmadıkça huy çıkmaz" gibi halk deyişleriyle anlatılmaya çalışılmıştır.

Gerçekten bu böyle midir?..

Astroloji doğru mudur?..

AHMED HULÛSİ
1986


devamını okuyunuz... >>