dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

EVLİYA MAKAMLARI -AKŞEMSEDDİN:MAKAMAT-I EVLİYA


MAKÂMÂT-I EVLİYA
AKŞEMSEDDİN kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (1390-1458)



HAYATI
Fatih Sultan Mehmed’in hocası, ünlü İslam büyüğü Akşemseddin 1390 yılında Göynük’te doğdu. Küçük yaşlardan itibaren ilme ve sanata karşı ilgi duydu. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra seçkin âlimler arasında yerini aldı. Üstün zekâsı ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adamış, başta İslami ilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte zamanın ünlülerinden olmuştur. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, tıp alanında önemli çalışmalar yapmıştır.

Şemseddin Muhammed bin Hamza, yani Fatih’in hocası, âlim ve mutasavvıf Akşemseddin, bundan tam 543 yıl önce, 15 Ocak 1459 tarihinde vefat etmiştir. “Akşeyh” adıyla şöhret kazanmış olan Akşemseddin, Hacı Bayram Veli’ye intisab etmiş ve bir süre Hacıbayram Camii’nin çilehânesinde çile çıkarmıştır.

Akşemseddin, halkın teveccüh ve nazarından uzak durması, şöhret ve şan belâsından sürekli kaçınmasıyla, bir sembol şahsiyet olarak bayraklaşmıştır. Onun çile hayatı, tevâzu ve mahfiyet iklimine ayak bastığı ilk tecrübesidir. Halkın ilgisinden çekinerek, şeyhinden ayrılma pahasına Beypazar’a giden Akşeyh, burada bir mescid ve değirmen inşâ etmiştir. Ancak burada da halkın teveccühünden rahatsız olmuş ve Çorum’un İskilip kazasına bağlı Evlek köyüne göç etmiştir. Bir süre sonra Bolu’nun Göynük kazasına yerleşen Akşemseddin, burada da bir mescitle bir değirmen yaptırmıştır.

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram Veli’nin Hakk’a yürümesiyle irşad makamına geçmiştir. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed’in yanında fethin manevî cephesini temsil eden büyük veli, muhasaranın en sıkıntılı zamanında ordunun maneviyatını diri tutmuştur. Akşemseddin, fethin en önemli simgesi olan Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi sırasında burada ilk Cuma namazı hutbesini okumuştur. O, İstanbul’un asırlar süren fetih rüyasını gören bahtiyarlardandır.

Akşemseddin, hem fethe katılmış ve hem de fethin gerçekleştiğini görmüş, asırlarca birçok İslâm ordusunun muhasaraya aldığı, ama belki de vakti gelmediği için bir türlü fethetmeye muvaffak olamadığı İstanbul’un, artık bir İslâm beldesi olmasında önemli rol oynamıştır. Fetih’ten hemen sonra padişahın isteği ile İslâm ordularının İstanbul’u fethi sırasında şehit düşen büyük sahâbi Ebû Eyyüb el-Ensârî radiyallâhü anhın kabrini de keşfeden bu büyük mürşid, bir süre müderrislik de yapmıştır.

Akşemseddin; tevâzu, alçakgönüllülük ve ferâgatin zirve ismidir. O, her şeye sahip iken bırakmasını bilen; hükümranlığı ve dünya saltanatını, mahfiyet ve tecrîd makamına tercih etmeyen bir mürşîdi kâmildir. Maddî varlık ve dünyevî arzulardan el-etek çeken bu büyük zât, bedenî isteklerden büsbütün sıyrılmayı başarmış ve mâsivâdan yüz çevirmiştir. O, bu mânâda bir “ehli tecrid”dir. Elbette ki kalp gözü açık bahtiyarların, varlık ve eşyanın mahiyetini keşfederek “asıl olanı” bulmasıyla kazanacağı bir mertebedir.

Yunus’un, “ballar balını bulduğu” bu makam, herşeyden feragat etmeyi gerektiren bir “bulma hali”nin eseridir. O’nu bulmak, O’na yönelmek ve O’na ulaşmak, herşeyi bırakmanın da yeri ve zamanıdır. Nitekim fetihten sonra Akşemseddin, padişahın tacını ve tahtını bırakarak kendisine bağlanma isteğini engellemeye çalışmış ve bu cihan sultanını durduramayacağını anlayınca da Gelibolu üzerinden Göynük’e dönerek inzivâya çekilmiştir. Akşemseddin’in hangi ruh hâliyle padişahı durdurmak istediği ve taht merkezinden ayrılarak iltifat ve ilgiden neden rahatsız olduğu konusunda pek çok şey söylenebilir. Ancak Fatih’in Göynük’e gönderdiği hediyeleri almak istememesi ve Göynük’e yaptırmak istediği tekke ve cami için rıza göstermemesi, devletin devamı ve bekâsının teminatı olan hükümdarlık makamının zedelenmemesi icâbıdır. Nitekim “sultâna sultânlık ve gedâya da gedâlık yakışır”. Fatih’in birçok ihsanından sadece Göynük’e bir çeşme yapmasına izin veren Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayramı Veli’nin yolundan gitmiş ve tekkenin devlet üzerindeki tahakkümüne yol açacak bir tavrı şiddetle reddetmiştir. Bize göre, Osmanlı Devleti’nin din ve devlet işlerinin sağlıklı gelişmesinde, Akşemseddin’in bu tavrı büyük bir önem taşımaktadır.

Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed’in derviş olma talebini geri çeviren Akşemseddin’in, sultanın kırılması karşısında verdiği cevap çok önemlidir: “Dervişlikte bir hâlet vardır ki, eğer lezzet alınırsa, saltanat işlerinden kesin olarak el çekmek lâzım gelir. Memleketin işleri ihtilâl bulur. O takdirde, hem siz ve hem de biz vebâle gireriz…” (Solakzâde Tarihi, c. I, s. 273) Şeyhin bu sözleri karşısında teselli bulan Fatih, ikibin altın göndererek onu taltif etmek ister. Fakat Akşemseddin bu parayı kabul etmez ve geri gönderir.

Rivayete göre, padişah bir gün Akşemseddin’in çadırına girmiş, ancak şeyh hiç kımıldamadan öylece yerinde oturmaya devam etmiş. Bu hale çok üzülen padişah, Ahmed Paşa’ya:

“Şeyh bize kıyâm etmeyip yerinden kımıldamadığı için hâtırım kırılmıştır ve gönlüm mahzundur” diye yakınmıştır. Akşemseddin’i iyi tanıyan Ahmed Paşa, padişaha şeyhin bu hareketini şöyle izâh etmiştir:

“Bu büyük fetih, önceki pâdişâhlara ve mübârek ecdâdınıza müyesser olmayıp size nasip olmakla, sizde bir çeşit gurur müşâhade eylemiş, bu yüzden riâyet ve tâzimde kusur göstermiştir. Gerçekten maksatları sizden o gururun izâlesine gayret gösterip ayağa kalkmadı.” Bu izâh üzerine rahatlayan padişah gece yarısı Akşemseddin’i ziyaret etmiş ve kendisiyle sabaha kadar sohbet edip sabah namazını da Şeyhle birlikte edâ etmiştir.

EVLİYA MAKAMLARI

بِسْـــمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
MUKADDİME

Hamd, âlemlerin Rabb’ı olan Allah Teâlâ’yadır. Salât ve selâm Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mu­hammed’e ve bütün âline olsun.

Bu kitabın müellifi Muhammed b. Hamza (Allah Teâlâ kabrini nûr etsin) der:

Bir gün oturmuş ilimle meşgul bulunuyordum, Birden gözlerime uyku geldi. Üzülerek dedim:

İlâhi, bu gaflet nedir ki benim gözleri­mi aldı?

Bu sözün ardından da gözlerimden yaşlar boşandı. Ve bu arada yattım. Henüz gözlerime uyku geldi geliyor vaziyette (uyku ile uyanıklık arasında) iken, yanında bir kaç veliyle birlikte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri teşrif etti. Buyurdu ki:

“Ey Muhammed b. Ham­za âşıksın (durma) maşuka vâsıl ol. Biz, göz­lerinden boşanan o yaşları ilâhi huzura arz ettik” (kabul olundu).

Ancak, beraberinde olan Veliler hicap (edep ve mahcubiyet) içerisinde bulunmaktay­dılar. Aralarından uzun boylu biri:

“Yâ Rasûlüllah, Muhammed b. Hamza’ya Evliyaullah’ın gördüğü makamları gösterseniz?” dedi. Bun­dan sonra Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri mübarek elini başımın üzerine koydu. Gözlerimden hemen perdeler kalktı. Bu kitapta anlatılan makam­ları nazar edip gördüm. Hayran kaldım. He­men Radiyallâhü anh hazretlerinin ayağına düştüm (kapandım). Mübarek eliyle başımı kaldırdı ve üç kere:

“Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi, Bilâ tekellûfi.” (Zahmetsiz, meşekkatsiz ve   külfetsiz olarak) buyurdu. Bu arada bir müddet hicapsız olarak yürüdüm. Sonra aklın hudut­ları içine geldim ve bu kitabı yazdım.

Burada anlattığım her sözü levh-ı mahfuz üzerindeki nakşa bakıp yazdım. Bir harf ve bir nokta fazla yazmadım. Hatta gördüğümün binde birini yazdım. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin gösterdiği makamlar arasında öyle makamlar bulunmaktadır ki: ifadeye gelmez ve yazıya sığmaz. Aklın onda yeri yoktur. Kim değildir der (inkâr eder) se hatadır.

Yazdığım kitaba da MAKÂMÂT-I EVLİ­YA ismini verdim, (muhteva olarak da) on sekiz babdır.(bölümdür)

BİRİNCİ BAB

ÂLEMDE (DÜNYADA) MÜRŞİD VE MÜRİD KİMDİR? İRŞAD KİMİN HAKKIDIR? ONU İZAH EDER
Ey Hakk (ve hakikat) isteklisi bil ki!

Âlem­de mürşid: Her şeyde kendi varlığını gören, bir makama erişen kimsedir ki artık (bu du­rumda) âlemde hiç b:r şeyin varlığı olmaz. (Onun) her şeyde tasarrufu vardır. Mürşid işte bu sıfata sâhib kimsedir.

Mürid de: Bütün Berzahı (geçitleri) katedip geçmiş bir kimsedir ki, onun görmediği bir makam olmaz. Sadece KUTBİYYET ma­kamı kalmıştır. Mürid de böyle bir kimsedir.

Âlemde mürşid tek olduğu gibi müridde tekdir.[1]

Fakat bir kısım (Şeyhler) vardır ki; irşad ma­kamına ayak basmadan dünyada irşad eder­ler. Kendilerine MEŞÂYİH’iz derler; herbirinin müridleri vardır. Falan şeyh, falan mürid irşad etti derler. Bunlar hakkında sorulacak olursa deriz ki;

Böyleleri Hakk dergâhında mahcûbdurlar (perdelidirler).

İşte nakledilen şu Hadis-i Kutsi’de Hakk Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Benîm evliyam Kubbelerim altındadır. (Veya Kubbelerim al­tında bir takım velilerim vardır ki) Onları Ben’den başkası bilmez.”[2]

Bundan anlaşılıyor ki: Biz mürşidiz diye iddia edenler Hakk Teâlâ dergâhında mahcûb­durlar. Bundan dolayıdır ki, Hakk Teâlâ haz­retlerini her şeyde hâzır (ve nazır) bilmezler. Kendi varlıklarını da layıkıyle bilmemişlerdir. Henüz mahcûbdurlar. (Bu halde iken) irşad davasında bulunurlar, kendilerini dünya hal­kına veli olarak tanıtırlar. Eğer bunlar vela­yete ayak basmış olsalardı irşad davasında bulunmazlar ve kendilerini halk arasında aziz bilip Hakk katından uzak olmazlardı.

Bu makam sahipleri, evliya sözünü satan dellâllardır ki (ilan edici; dâvet edenler)   kendilerini halka hoş kimse ola­rak gösterirler ve veli olarak tanıtırlar. Bu, son derece denî (alçak, kötü, kişiliksiz) olan bir makamdır. Ehl-i Hakk katında bundan daha aşağı bir mertebe yok­tur.

Evliya ise öyle kimselerdir ki: Bütün âle­me (her şeye) gizlidir, Allah Teâlâ’nın hazine­darıdır. Her ilmi bilir. Herkese kendiliğince (kendiliğinden) bilinir. Kısmetinde ne kadar tasarruf mevcut ise sarf eder. Bu dünya halkı tasarruf kimin elinde olduğunu bilmediğinden dolayı evliya zamanında bilinmez.

Evliyanın her ne kadar zahiri varlığı gizli değilse de hakikâti (sırrı) gizlidir. Kimse onun haline muttali olmaz. O, bu dünya hal­kının tasavvur ettiği gibi değildir. Zira onun hiç kimseye ihtiyacı olmaz. Böyle muhtaç ol­mayan bir kimse de (hâşâ) Hakk Teâlâ’nın sır­larını ve kendi velayetini halka yayıp duyurmaz. Ayrıca, Dünya halkının evliyanın sırrın­dan bir zerreyi -helak olmadan-duymasına ve o sırlara takat getirmesine de kudreti yoktur. Böyle bir şey imkânsızdır. Bu duruma göre zikredilen sahih hadisde geçtiği gibi “Bu sıfat­taki kimseleri Allah Teâlâ’dan gayri kimse bilmez.”

İKİNCİ BAB

VELAYETİN BAŞLANGICINI İZAH EDER
Evliya katında velayetin başlangıcı şöyle­dir:

Evliya bütün eşyanın ilmini bilir. Hakk’ın sıfatlarıyla muttasıf olur. Hakk Sübhanehu Teâlâ insanları ne şekilde terkib eder ve evliyaullah, eş­yanın hangi hassasından geldiğine vakıf olur ve bilir.

Evliyanın eşyayı bilmekten kastı da in­sanın terkibini öğrenmektir. Ancak, evliya bu­nu bilmekle kâmil olmaz. Zira Hakk’ın (ilmin) kemaline son yoktur ki, biline.

Fakat evliya şu makama erişir: Kendi varlığının manasını her şeyde görür ve bilir. Tıpkı aynadaki her beşerin kendi vücûdunu gördüğü gibi âlemi “ihya” (diriltme), evliya katında budur.

Yine evliya 24 saatte ve 24 000 nefeste ne ka­dar (İlâhi) kudret meydana gelir, bilir. İşte, bu şekilde bir velayete erişen velayet makamı­na ayak basar.

Evliya katında velayetin başlangıcı bu­dur.

ÜÇÜNCÜ BAB

İKİNCİ VELAYETİ İZAH EDER
Bu velayette veli eşya ilmini kat edip ge­çer de meşrebi daha ileri gider ve ruh-ı Muhammediye erişirse kudret sahibi olur yani her türlü tasarrufa kadir bulunur. Enbiya ka­tında bu makam Nübüvvet makamıdır. Fakat, veliler katında velâyet makamıdır. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri:

“Benim ümmetimin âlimleri Beni İsrail’in nebileri gibidir.”[3] bu­yurmuştur.

Âlimlerden maksat bu makamdaki evliya­lardır. Bu sebepledir ki, Nübüvvet makamına bu dünyada evliyadan başkasının erişmesine imkân yoktur. Hatta velayet ve Nübüvvetin ikisi bir nurdur. O nûr velinin varlığından (vü­cudundan) doğup çıkınca velayet denir. Nebinin varlığından doğup çıkınca da nübüvvet de­nir. Fakat bu nurun açıklanması enbiyaya farzdır. Evliyaya men edilmiştir. Ancak, cazibe Kuvveti isti’lâ edecek olur­sa o zaman Veli gayr-i ihtiyari (elinde olmaya­rak) izhar eder. Bu sıfatta bulunan Veliler ta­sarruf sahibidirler. Bunlar dünya kutbunu müşahede ederler. Dünya kutbu onlara buyu­rur. Dünyada her ne olur yahut olması gerek­tir, o tasarruf sahipleri o işi işleyip dururlar. Bu zikr olunan makamda velayetin ikiside ta­mam olur. Makbul olur.

Hakk Teâlâ dergâhın­da! Onun gibi kemâl elde eden “muhibbe” “Mürid” e nazar eder de bütün dünya “fenâ” ya varırsa feragati vardır (gerekir). Mâsiva (Hakk’ın gayrı) dan kendini keser. Onlarla muamelesi olmaz. Bu makamda hiç kimse ona “Veli” demez. Hatta divâne (deli) derler. Hakk Teâlâ’nın hazineleri bunun gibilerde gizlidir. Böyleleri her şeye Hakk’ın hazinesini açıkla­maz. Ancak, Hakk marifeti için vücuda gelmiş­lere açıklar.

DÖRDÜNCÜ BAB

FENÂ MAKAMINI İZAH EDER
Fenâ makamı öyle bir makamdır ki, bu makamda Veli bütün berzahı (geçitleri) aşar ve bu makamda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûhu’na nazar eder. Rûhdan da (İlâhî) zâtı müşahede eder. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ruhu Hakk Teâlâ’nın zâ­tına âyine (ayna) olmuştur. Veli, Rûh-ı Muhammediye nazar eder fenâ bulur ( fâni olur). O tah­kik   (Hakk) deryasında gark olur.  O zaman İNSAN-I KÂMİL olur; kendinden geçer, fenâ bulur. Bu tahkik deryasında seyr eder. Onun ömrü oldukça evveli ve âhirî yoktur.

Bu öyle bir makamdır ki; yetmiş bin melâike keyfiyetsiz bir tecelli ile evliyanın varlı­ğından meydana gelir. Bu makamda karar ve sükûn yoktur. İşte fenâ makamı bu zikrettiğimiz ma­kamdır.

BEŞİNCİ BAB

HİKMETİ İZAH EDER
Hikmet makamı eşyanın ilimlerinden iba­rettir.

Kâmil insanlar geldiler, eşya ile meşgul oldular; her eşyanın terkibini dizdiler. Her biri bir çeşit ilim meydana getirdiler.

Nitekim Lokman Hekim hikmet meyda­na getirdi. Diğer Hükemâ da geldiler ondan istihraç (çıkarsama) ettiler.

Fakat Lokman Hekim sadece eşya âlimi oldu. Ondan öte bir makama ayak basmadı. Bundan dolayı meşrebi sadece o kadar idi. Şa­yet meşrebi daha ileri geçebilseydi nübüvvete ayak basardı.

Yine, Lokman Hekim hakkında ihtilâf vardır: Bazıları katında, Cebrail nazil olduğu için Nebidir. Bazılarına göre de Nübüvvet gel­mediği için, değildir. Zira hikmet ilmi velayetin başlangıcıdır. Fakat; evliyaullah katında   mübtedî’dir. (yeni, acemi, ilkel)

Hikmetten kasıt da “îhyâ (diriltme) ilmi” yani “İk­sir” (diriltme) ilmidir.

Evliya katında iksîr: Hakk Teâlâ’nın ölü­yü nasıl dirilttiğini ve diriyi de ne şekilde öl­dürdüğünü bilmek demektir! Böyle kimse bu makamı bilir. Bu da evliya nazarında velayetin başlangıcıdır.

Bu makamda evliyaya kalb gınası (zen­ginliği) hâsıl olur. Bundan dolayı da “îksîr” denmiştir. Ayrıca, kabirlerin keşfi de bu makamda meydana gelir. İşte, hikmet makamı budur.

ALTINCI BAB

ÂDEM (aleyhisselâm)’IN MAKAM VE MAZHARINI İZAH EDER
Âdem aleyhisselâm arz’ın (yeryüzü) mazharı idi. Arzın hepsinin toplandığı yerden yaratıldı.

Eşyanın hepsinin güzidesi olduğundan do­layı da Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle buyurmuştur:

“(Allah Teâlâ) Âdeme bütün isimleri öğretti, (isimlerin hepsini tam bir şekilde bildi). .” [4]

Zira müsemmaya (ad verilmiş, adı olan) dâhil olan her şeyin ismi evliyaya malumdur. Her ismin hakikati evliyaca bilinir. Hatta asla nazar edince bütün eşyanın hakâti olan “Ruh-ı Muhammedî”yi, Rûh-ı Muhammedinin de hakikati olan “Hakkı” görür.

Hakk Teâlâ eşyayı bir tabiatta terkib etme­di. Zira, Âdem’den başka hiç bir şeyde kabiliyet bulunmadı ki zât’a mazhar düşeydi. O, sıfatlarının terkibine de mazhar düştü­ğünden kesret-i insan (insanın çoğalması) mey­dana geldi. Ruh-i Muhammedi’den Âdemin su­reti zahir oldu. Hakk’ın birliğini dünya halkına bildirdi. Kelâm-ı kadiminde açıkladı.

Hakk Teâlâ’nın Âdemi dünyaya getirmesin­den maksat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek varlığını miraç kılmak, bu dünyayı nuruyla tenvir etmekti.

YEDİNCİ BAB

CEZBE EHLİNİN MAKAMLARINI İZAH EDER
Cezbe sahipleri öyle kimselerdir ki:

Fenâ makamına mürşidsiz varırlar. Hakk’tan, her şeyde feyz alırlar ve o anda hicapsız bulunurlar, zâtı müşahede ederler. Aklın sınırları içine gelmez­ler. O makamda hayran (şaşkın ve kararsız) olurlar. Levh-i Mahfûz’a nazar ederler ve üze­rinde bulunan yazıyı okurlar. Remizli olarak çe­şitli sözler söylerler. Söyledikleri o sözler de ol­muş veya olacak durumdadır.

Bu makamda olan meczupların remizli söz­lerini (ne söylediklerini) aklın sınırları içinde bulunan kimseler anlamazlar. Çünkü bu makam öyle bir makamdır ki, meczublar her nefeste bü­tün eşyanın ilmini bilirler. Evveli ve âhiri bu­lunmaz. Kendinden başka kimseden haz eylemezler(zevk vermezler), Zira, gark oldukları öyle nihayetsiz bir deryadır ki, kenarı olmadığı gibi dibine de erişilmez.

Şayet fenâ âlemine de varırsa kendilerine safa gelir, ömürleri oldukça o makamda kalır­lar.

Bu sıfattaki velilerin irşadı riyazet ve mücâhede (Nefis terbiyesi) ile değildir. Hatta ir­şatları nazarlarıdır. Ne zaman bir müridi irşad etmek isteseler (irşadı gerekse), o müridin ha­kikatine nazar ederler. Hakk Teâlâ’nın marifeti için meydana gelmiş ise bir nazarda (onu) ma­kamlarına eriştirir (yetiştirir) ler. Eğer mari­fet için gelmiş değilse hiç iltifat etmezler. Ona itikadına göre himmet ederler. Ve istediği yer­de bulunurlar. Böyle müride “Sûrî (şeklî) mü­rid” derler.

İşte cezbe ehlinin makamı bu makamdır.

SEKİZİNCİ BAB

TASARRUF SAHİPLERİNİN MAKAMINI İZAH EDER
Tasarruf sahipleri iki kısımdır:

Birinci kısım zahirî tasarruf sahibidir.

İkinci kısım bâtinî tasarruf sahibidir.

Zahiri tasarruf sahipleri: Padişahlardır; tasarruf ederler.

Bâtınî tasarruf sahipleri ise: Velidir ki, bâtınen (gizli) tasarruf ederler. Âlem’in yedi ik­limine hükmederler. “Yedi yıldızlar” bile bu ye­di velinin hükmündedir. Her gün hizmetinde yüz sürerler. Aynim ayıp icabet ederler. Bu veliler bu “yedi yıldız” lara hükmederler.

Ne ilim sâdır olursa (meydana gelirse) “Levh-i Mahfuz” üzerinde nakş olunur. Âlemin (cihanın) kutbu buna nazar edip görür ve o ye­di tasarruf sahibine bildirir. O gün, o saatte Hakk’tan ne emr olunursa tasarruf sahipleri bu “yedi yıldız” a hükmederler. Hakk’ın emrini ye­rine getirirler. Âlemi nizamlı bir şekilde tutar­lar. Hak Teâlâ’nın emri dışında küllî ve cüz’î ilimlerden hiçbiri ile meşgul olmazlar. Bir çöpü diğer bir çöpün üstüne koymazlar. Hakk’ın emrinin haricinde cüz’î ve küllî hiç bir amel (iş) le meşgul olmazlar. Daima âlemin kutbuna nazar ederler. Âlemin kutbu da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek rûh-ı şerif­lerine nazar eder. O ruhdan da zat’a nazar eder. Zira, Rasûlûllah’ın ruhu “zâtullah” a âyine düş­müştür. (ayna olmuştur) Ondan başka şeyden müşahede edil­mez. Levh-i Mahfuz üzerine nakş olunan her ilim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhundan gelir; feyizlenir ve sürülür.

Yine bu tasarruf sahipleri zaman zaman fenâya (faniliğe) varırlar, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Ru­hundan zâta nazar ederler. Yine çabucak ge­lip (biiznillah)  tasarruflarına yetişirler.

DOKUZUNCU BAB

KÜMMEL (Külli) MAKAMINI İZAH EDER
Bu makamda bulunan Veliler daima Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Rûh-ı şeriflerine nazar eder­ler; O ruhdan zat’ı müşahede ederler. Gece, gündüz bir an “Cemâlullah” dan uzak olmaz­lar. İşte, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin “Ehl-i Didâr (Cemâl)” diye buyurduğu bu makamdaki veliler­dir.

Bunlar her ne kadar sûreten diğer insan­lar gibi ise de insanlar arasında gizli kullardır­lar. Hakk’tan başka kimse bilmez. Halk arasın­da gizli yürürler. Ehlullah onlara “efrâd” derler. Eşyanın sıfatları onlara perde olmaz. Onlara yedi kat gök ve yedi kat gökte gizli bir şey yok­tur. Dilerlerse göz yumup açmaya kadar şar­ka ve garba varırlar.

işte küllî makamı budur.

ONUNCU BAB

MÂŞÛK MAKAMINI İZAH EDER
Mâşûk makamı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin Ruh-ı şeriflerinin makamıdır. Çünkü yaratılmış olan onsekiz bin alem, Rûh-ı Muhammedi’nin nuru aşkına var edilmiştir. Hatta Hakk Teâlâ hazretleri bir Hadis-i Kutside:

“Ya Mu­hammed sen olmasaydın bu cihanı asla yarat­mazdım.” [5]buyurmuştur.

Bundan anlaşılıyor ki: Bütün kâinat, Rûh-ı Muhammedi’nin aşkına yaratılmıştır. Bu on-sekiz bin âlem ve Rûh-ı Muhammedi,   Hakk Teâlâ’nın mukaddes (ve münezzeh) zâtına ma­şuk düşmüştür. Ruhlar topluluğundan enbiya ve evliyanın ruhu da Rûh-ı Muhammedi’nin nurundan var olmuştur. O ruhu görmeleri (on­larca) arz olunduğunda Hakk Teâlâ Mirâc ge­cesi müyesser kıldı ve arzuları yerine geldi.

Yine Rûh-ı Muhammedi’nin “Maşuk ma­kamı” olduğuna bir başka delil de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerine varit olan (gelen) şu Hadis-i kut­sidir:

“Ya Muhammed; Ben, eşyayı senin için, seni de benim için yarattım.”

Bundan da anlaşılıyor ki: Maşuk makamı Rûh-ı Muhammedi makamından başka bir şey değildir.

Yine, Velayet derecesinde Maşuk makamı olan bu makama “Kutb-ı âlem” nden başkası ayak basamaz. Mümkün dahi değildir.

İşte, maşuk makamı bu makamdır.

ONBİRİNCİ BAB

SÜLÜK MAKAMINI İZAH EDER
Evliya katında sülük dörttür:

Birinci sü­lûkda, sâlik kendi varlığındaki ilmi bilir; ken­di varlığında ne kadar ilim var ise okur ve bilir.

İkinci sülûkda, eşyanın hassalarının ilmi­ni bilir; her şeyin hassaları nelerdir, tabiatı nedir ve ne derde devadır? bilir.

Üçüncü sülûkda, Feleklerin ilmini bilir, “yedi yıldız” lar nasıl seyr eder, fiili nedir ve eserinden ne meydana gelir? Onun ilmini bilir. O ilmin hazzından zaman zaman âşık olur. Şâdilikler eder (Aklı almaz). O sülûku da tamam olursa daha ileriki makama ayak basar. Eğer meşrep sahibi değilse o makamda kalır. Zikr olunan bu makam İdris âleyhisselamm makamıdır. Bir çok veliler bu makamda kalmışlardır. Bundan öte bir “Berzah” (geçit, makam) yoktur. Bu berzahı geçen­ler veli “kudret” sahibi olur. Bu makamdan geçmeyen “Kudret Sahibi” olamaz. Sadece müşahede ehli olur.

Dördüncü sülûkda, (sâlik) Feleklerin ve eşyanın ilmini tamam edince arza nazar eder. Bir müddet orda hayran olarak kalır. Arşın azamet ve heybetinden velinin aklı o sırada yok olur. Kendi zahiri varlığını bilmez. Bu va­ziyette iken yerde mi gökte mi olduğunda şa­şırır. Evliya katında “makam-ı hayret” bu makamdır. Ancak, hayret tamam olunca Hakk’ın inayeti ile zenginlik bulur, bütün alemden ganî olur (ihtiyaçsızlık hisseder, onlara nazar edip bakmaz).

İşte Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin:

“Nefsini bi­len, Rabbını bilmiştir (veya bilir),” buyurdu­ğu, bu makamda meydana gelir. Evliyaullah, nefsinin mahiyetinin ne olduğunu, varlığının nasıl bir şey olduğunu, o zaman bilir. Bu ma­kamda çok kimseler mahv olur. Hayâsından varlık elbisesini çıkarıp şehit olur. “Şüheda ma­kamı”na erişir.

Varlık elbisesini bıraktığına iki vecih var­dır:

Biri, ömrünün ancak o kadar olmasıdır

Diğeri de: Zâtı tecelli ettiğinde takat getiremeyerek mahv olmasıdır. İkisi de doğru (söz) dür. Dünyaya gelmekten kendi muradı o gün içindir. Fazla olsa kendi zevki (hazzı) da faz­la olurdu. Olmayınca o da Hakk’ın dergâhına vasıl oldu. Hesapsız ve azapsız olarak şüheda makamını buldu.

ONİKİNCİ BAB

AŞK MAKAMINI İZAH EDER
Aşk makamı öyle bir makamdır ki, evliyaullah, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek nu­runa nazar ederler, âşık olurlar. Aşkın isti’lâ ve galebesinden hata sözler söylerler ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhunu görürler. Evliyaullahın “zülfühâl” dedikleri budur; rûh-ı Mu­hammedi’yi o hüsünle (güzellikle) görürler.

Eğer bu dünya halkı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ru­hundan bir lem’a (parıltı) görecek olsalardı, Ehlullahın haricinde hepsi helak olurdu.

Bu makamda bazı evliya vardır ki:

Zahir surette hüsne (cemâle) müteallik (bağlı) olur­du. Riyasız hakiki aşk dedikleri budur. Her an o surette nazar eder. Müşahede eder. Aşkın galebesinden Nûr-ı Muhammedi ile ünsiyet ku­rar (senli-benli olur). Zira ona Rûh-ı Muhammedinin eserinin bulunduğu Nuru Muhamme­di den bir şey zahir olur. Her ne kadar suret sahibi mahbûb (sevgili) ise de kendi suretin­de kemâl zahir olduğunu bilmez. Fakat mü­teallik (ait-bağlı) olan veli buna mazhar oldu­ğunu bilir. Aşkbazlık (aşıklık) edip naz ve ni­yazda bulunur.

Ancak, evliyaullahdan bazıları da vardır ki:

Zahir hüsne (güzelliğe) nazar etmezler, daima o mü­barek ruha nazar ederler. Hayran olurlar. Çünkü; Evliyaullahın, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna aşık olmaları gerekir ki Hakk’ın ina­yeti erişip “cemâl”e müşahit olanlar. Zira Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhu “Cemâlûllah” a âyine düşmüştür. Ondan başka bir şeyden mü­şahede edilmez. Evliyanın bu makamda çok durmalarına sebep de budur. Baksana, dün­ya sevgililerinin aşkından âşık olanlar —Mec­nun gibi Ferhat gibi— meşhurdurlar. Halbu­ki o (âşıkların) maşukları bütün sultanların sultanıdır. Sevgililer sevgilisidir. Hepsi onun hüsnünün nurundan bir nurdur. İster Yusuf aleyhisselâmın güzelliği olsun ister başkasının güzelliği olsun, sadece aslî nur Ruh-ı Muhammedidir. (veya aslı Ruh-ı Muhammedinin nu­rudur). O, zattan feyizlenir.

Her ne kadar, bunun gibi güzelliğe karşı hayran olmak bedî’i (beğenilen) değilse de Evliyaullah o makamda kalmışlardır. Onlardan her birine de “Cemâl ehli” derler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhuna nazar ettiklerinden dolayı o makamda zât’ı müşahade etmezler. Sadece Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin mübarek ruhuna nazar ederler. Onun için buna aşk makamı derler. Zi­ra, Evliyaullah bu makamla aşkın galebesin­den kendilerini helak ederler. Yahut parlak sözler söylerler. Mansur’un hakkı olmayan ve Şeriat-ı Muhammediye’ye münasip bulunmayan sözleri gibi – Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhundan edep et­mezler. (Böyle hallerde) Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ruhu bir defada hakikât kılıcı ile helak eder. Şühe­da mertebelerini bulurlar.

ONÜÇÜNCÜ BAB

DÖRT UNSURA DÖRT NEBİNİN MAZHAR OLUŞUNU İZAH EDER
Hakk Teâlâ dört unsur yarattı. Her unsu­ra bir Nebî düştü:

Âdem aleyhisselâm

Nuh aleyhisselâm

Musa aleyhisselâm

İsâ aleyhisselâm

Bunların her biri bir unsura mazhar düşmüştür.

Âdem aleyhisselâmın ilk (kalıbı) varlığı topraktan yaratıldı.

Nuh aleyhisselâmın mazharı su idi.

Musa aleyhisselâmın mazharı ateş idi.

İsâ aleyhisselâmın mazharı da hava idi. Fakat, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dört unsura da maz­har idi. Zahir varlığında dördü de tamamlan­mıştı.

Ancak, zikr olunan peygamberlerin kalıp (vücut) larına ruh sonradan taalluk etti (gel­di). Öyle ise bu durumda, Âdem aleyhisselâmın ilk varlığının toprak olmasının hikmeti, mazharının (toprak) olmasıdır.

Nuh aleyhisselâmm toprağında “su” luk olduğundan dolayı dünyayı tufana verdi..

Zira, tasarruf sahibinin varlığında hangi unsur fazla olursa onun zamanında o (unsu­ra) ait şeyler meydana gelir. Eğer Nuh aleyhisselâm unsurların dördüne de mazhar düşseydi ondan gazap gelmezdi. Çünkü o yalnız bir unsura mazhar düştü. Diğerlerine mazhar olmadığın­dan gazaba gelip dünyayı tufana gark etti. Çünkü tümüyle su hükmünde idi. -Allah Teâlâ’nın emri ile- Fakat diğer unsurlara mazhar düşmüş ol­sa idi dua edip dünyayı tufana gark ederek kendini ahirette mesul etmezdi. Ancak, sonra­dan pişman olup istiğfar ettiği meşhur (ma­lûm) dur.

Musa aleyhisselâmın mazharının ateş oldu­ğuna da sebep ve amil şudur ki: O son de­rece gazaplı idi. Gazaba gelerek mübarek lisa­nına gelen her sözü söylerdi. Ateşlik tarafı ga­lip idi. Onun için de gazaplı idi. Nübüvvet gel­meden önce Mısırda bir insan helak etti.

İsâ aleyhisselâmın ise unsuru hava idi. Çün­kü Allah Teâlâ kendi azameti ile onun hak­kında “Rûhullah” demiştir. Ruh ise havadan ibarettir. Ruhun vechi çoktur, izah edilmiş ol­sa söz uzar.

Yine, felekler sayısınca İsâ aleyhisselâmın namında havalık galiptir.

Bir vechi de şudur: İsâ aleyhisselâmın varlığında havalık üstün olduğundan riyazet kuvveti ile felek’e çıktı. Çünkü vücudunda ağırlık yoktu. Letafet var idi. Hava ise latiftir. Ancak cis­minde hava üstün geldiğinden felek’e çıktı. Zira hava felek’e yetişmeye dek yerde dura­maz.

Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek cisminde dört unsur da mutedil bir şekilde bu­lunmaktaydı, dediklerinin sebebi şudur ki; Hakk Teâlâ on sekiz bin âlemi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haz­retlerinin mübarek ruhundan vücuda getirdi. Onun mübarek ruhu ise on sekiz bin âlemin aslıdır. Varlığının sarayına gelinceye dek itidalde (tam olgunluk) yaratıldı.   Hiç bir Nebî’nin dört yârı (arkadaşı) yoktu. Sadece Rasûlûllah hazret­lerinin vardı. Çünkü dört yâr (yoldaş) açıklanan dört nebîye işarettir.

Dört yâr (cihar yâr-ı güzin) in ilmi o dört nebide vardı. Ayrıca, dördü dört unsurun maz­harı idi.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri bunların dördünün aslı idi. Çünkü dört unsur Ruh-ı Muhammediden varlığa gelmiştir. Varlığa gelen o dört unsur, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ashabı olan dört yârdir.

ONDÖRDÜNCÜ BAB

MÜŞAHEDE MAKAMINI İZAH EDER
Müşahede makamı öyle bir makamdır ki: Veli, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin mübarek ruhu­na nazar edip müşahede de bulunur.

Zâtullahtan feyizlenerek Levh-i Mahfuz (Kader Kitabı) üzerinde nakş olunan dünyada mevcut her ilmi görür, okur. Fakat izhar etmez. Ancak Hakk Teâlâ tarafından tecellinin galip olduğu bir sırada ihtiyarız olarak izhar eder. Gayr-i ihtiyari sözler söyler. Sonra aklın hudutları içine gelince istiğfar eder. Veli, o halde iken söylediği sözlerde Hakk dergâhında mağdur­dur. Çünkü onun gayr-i ihtiyari söylediği Hakk’ın ilminde mevcut idi. O söz ondan gele­cek idi. Allah Teâlâ’nın ilminde olup da ezelde takdir edilen her şey mutlaka gelecektir. Ancak, Hakk’ın rızası olmadığı şey müstesnadır. Hakk’ın rıza gösterdiği her şey mutlaka olur. Olmaz demek hatadır. Neûzûbillah.(Allah Teâlâ’ya sığınırız.)

Evliyaullah öyle kimselerdir ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri onlarla iftihar etmiştir, Evliya katında kudret makamı Evliyaullahın, Levh-î Mahfuz üzerinde nakş olunan hattı (yazıyı) bilmesidir.

Her ne kadar kudret Hakk’ındır, Enbiyaullah’ın varlığından meydana gelir ise de şimdi kudret makamı evliyanındır. ZİRA BU GÜNLER VELAYET DEVRİDİR. Evliyada sürülen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nübüvvetidir.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ahirete intikal eder etmez nübüvvet biiznillâh (Allah Teâlâ izniyle) velayete tebdil (değiştirildi) olun­du, Nübüvvetin hikmeti tamam oldu. Velayet devri ortaya çıktı. Evliyada sürülen kudret Ruh-ı Muhammedinindîr. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretle­rinin Ruhî kudreti evliyada zahir oldu. Evli­ya, dünya arzularından nefsini o zaman keser ki, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem mübarek ruhuna nazar eder. Fakat cemâli müşahede etmeyince ahiret ve cennet arzularından geçmez.





“ Kudreti var evliyanın kudreti.
Taşa dil verir dilerse kudreti.



Mu’cizatı Musa’nın âhir â’yan.
Ejderha kıldı asâyi bî-gümân.



Kurdet-i Hakk’dur eğerçi bîgüman.
Musa dilinden olurdu ol hemân.



Musa’ya Hakk’dan verilmişti rıza.
Kim ne dilerse olaydı ol asâ.



Evliyayı sanma kim ol serseri.
Her sözü söyler dilinde serseri.



Gördüğü ilmdir levh üzre yakîn.
Söylediği onun ey Sultan-ı dîn.



Gördüğün söylenene Hakk’dan günah.
Olmaya kim Evliyadır bî-günah.



Evliya’dır Hakk’ı her şeyde gören.
Evliyâdan erdi hem Hakk’a eren.



Bilmek gerektir kim şimdiki demde
Kudret evliyanındır.”

Akşemseddin

ONBEŞİNCİ BAB

EVLİYAULLAH’IN CENNET ARZUSUNDAN GEÇTİĞİ MAKAMI İZAH EDER
Evliyaullah, Rasûlûllah hazretlerinin mü­barek ruhundan zâtı müşahede ederek o ma­kamda varlığını fenâ kılar. Bu sırada ona se­kiz cenneti verseler kabul etmez. Çünkü, o fenâ bulan (fani olan) varlığa Allah Teâlâ’nın zâtına ait ilimden öyle zevk hâsıl olur ki, Ömrü ol­dukça aklın hudutlarında yürümez. Dünya hal­kı ona deli der. O fariğdir (her şeyden uzak­tır, vazgeçmiştir). Dünyanın varından geçer.

Bütün eşyada tasarrufu vardır. Fakat beşer suretinde deli (divane) şeklinde yürür, kim­se ona sahip çıkmaz (arkadaş olmaz, yanında bulunmaz).

ONALTINCI BAB

SALÂT (Namaz) MAKAMINI İZAH EDER
Yâni; Evliya namazını nasıl kılar?

Evli­yaullah Tekbir getirince “Allahü ekber” dediğin­de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretlerinin nurunu görürler. O mübarek ruha karşı dururlar. Yerde ve gök­te Hakk’tan başka bir şey görmezler. Kalpleri­nin tecelliyatında Hakk’tan başka bir şey kal­maz.

Eğer o, sıfata nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa namazı zahirîdir. Eğer zâta nazar edip teveccüh ederek namaz kılarsa onun namazı hakikidir. Fikirsiz namaz, budur. Bu makamda kılınır, başka vakitte kılınmaz. Hâslar namazıdır,

İşte, evli­yanın namazı böyledir.

ONYEDİNCİ BAB

MARİFET SAHİBİNİN MAKAMINI İZAH EDER
Marifet sahibi, evliya katında velayet sa­hibi değildir. Zira marifet ilimdir. Velayet ayn’(asıl-öz) dır. Marifet sahibi, her şeyin sıfatını görür, hakikâtini görmez. Çünkü her şeyde bir haki­kât vardır. Abes değildir. Velayet sahibi ise her şeyin hakikâtini görür.

Hem evliyaullah katında Hak şudur ki:

Bir şey bir şeye itikat etse, itikat eden ve iti­kat edilen mahbubdur (sevgilidir). Açık olan budur.

“Marifet iki çeşittir;

Birisi ilme-l’ yakîn ehlinin marifetidir.

Diğeri ise ayne-l’ yakîn ehlinin marifetidir.

İlme-l’ yakîn ehlinin marifeti zahiri ilimdir. Bu kişilerin sohbetleri sıradandır.

Söyledikleri sözlerin hakikatini bilmezler. Hemen Allah Teâlâ kitabında böyle buyurmuştur,

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyurmuştur veya büyük evliyalar şu şekilde buyurmuştur, derler; fakat işin aslını, hakikâtini göremezler.

Ayne-l’ yakiyn ehli ise o kimselerdir ki Hak Tealanın kelamının hakikatini, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin kelamının hakikatini ve büyük evliyaların hakikatini ayne-l’ yakîn olarak levh-i mahfuzda görürler, okurlar. Bu okumalardan elde ettikleri bilgileri ise kapasiteleri ölçüsünde talep eden kişilere aktarırlar. Zira her kişinin aklı aynı derecede suluk edemez.

Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri bu hususla ilgili şöyle buyurur.

“Avamm-ı Nas’a akılları miktarıncasöyleyin.”

Ayne-l’ yakîn ehli, marifetullah’ı her kişiye söylemezler. Bu marifet sahibi olan evliyalar tertip üzere olan velilerdir.

Tertip üzerine olan velilerin şu şekildedir.



Üçler: Üçlerden birisi; Kutb-ı âlemdir. (En üst olan) diğer ikisi ise halifelerdir. Bu iki halifeden birisi ise mürid-i makbûl olandır ki; Kutb-ı âlemden sonra kutb olur ve tahta geçer. kutb-ı âlem onsekizbin âleme hükmeder.

Yediler: Yediler, Kutb-ı âlemin yedinde olan ve âlemde tasarruf eden velilerdir. yedilerden birisi kutb’a halife olur.

Kırklar: Kırklar da tasarruf sahibi velilerdir. Yedilerden birisi görevini tamamlasa kırklardan bir veli o velinin yerine geçer.

Üçyüzler: Bir vakit gelip de kırklardan birisi görevini tamamlarsa üçyüzlerden bir veli, o velinin yerine geçer.

Binler: Üçyüzlerden bir veli vakti gelip te görevini tamamladığında; Binlerden bir veli, o velinin yerine geçer. Binlerden bir veli de vakti gelip görevini tamamladığında, Bu sefer bu âlem halkının bir kabiliyetlisi o velinin yerine geçirilir.

Tertib-i evliya budur.



ONSEKİZİNCİ BAB

TEVHİD NEDİR VE NASIL MAKAMDIR? ONU İZAH EDER
Tevhid öyle bir şeydir ki; Mürid bunun­la her şeyi görür. Bu sıfatın bir hakikati var­dır. Abes (boşuna) değildir. Kesrete nazar eder. Zira, her şeyde bir hakikat vardır. Hâli değildir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hakk Teâlâ şöyle buyu­rur: “O, (Allah) her şeyi ihata edicidir.”[6]

Çünkü, Hakk Tealâ’nın her şeyde ihatası mevcuttur. Eşyanın hepsinin hakikati hakdır. Tam tevhid budur.

Fakat sıfatların tevhidinde ise, her şey bir isimle muttasıftır. Ve her isim müsemmânın hakikatidir. Çünkü ismin müsemmâsına tasarrufu geçer. Her insanda kesreti de var­dır, vahdeti de vardır. Her kesretin bir ismi var­dır. Her şey de malûmdur.

Sıfata ait tevhidi bilmiş olanlar, ismin müsemmâsına tasarrufu hakikattir derler. Her ne kadar zat bütün tenzihlerden münezzehse de hak şudur ki:

Güneşin zerrede müdahalesi vardır. Fakat zatla değildir. Zira zatın müteayyinesinin kendi zahirdir. Zerreden münezzehdir.

Evet, ne zaman güneşin zâtı kaybolsa zer­re de yok olur, görünmez.

Her ne kadar her şeyde bir hakikat var­sa da Hakk’tan hâli değildir. Fakat zât münezzehdir. Varlığın hepsi Hakk’ındır. Başkası yok­tur. Ancak vahdetin ilminde kesret mündemiçtir (mevcuttur). O, ezeli, zahiri ve bâtını görür. Hakiki Tevhid budur. Yine o, her şeyde hicafa­pız olarak zâta nazar eder, visale yetişir, vus­lat bulur. Kur’an’da buyurulan şu makamı ka­zanır:

“Ne tarafa çevrilirseniz Allah’ın vechi oradadır.” [7]

Her hangi bir eşya mâni olup perde teşkil etmez, kendisi temkin bulmuş olur. Bu makamlar evliyanındır.

Sıfatların tevhidi marifettir. O, sıfatların tevhidini bilmekle veli olmuş olmaz. Sıfatların tevhidi, her şeyin zahirini görür, hakikatini görmez. Eğer eşyanın zahirini gören veli ol­saydı hiç kimse azaba müstahak olmazdı.

Kur’ân-ı Kerim’in işaretiyle cennet ve cehennem de haktır.

Bu durumda anlaşılıyor ki: Tam tevhidi bilmeyince, sıfatlara aid tevhidi bilmekle veli olunmaz. (Başka nüshada bu bilgilerde vardır)

Tevhid iki kısımdır.

Birisi aâmdır, diğeri hasdır,

Tevhid-i Âmm (umum)da sâlik “Lâ ilahe illallah” “Allah’tan başka ilah yoktur”, der. Yani sıradan ve ilimle olan tevhid şeklidir. Bunun gibi ilimle olan tevhid’e; tevhid-i âmm denir.

Tevhid-i hâs da ise sâlik her şeyin hakikatini ayne-l’yakîn ile gördükten sonra, terakki eder. Kelime-i Tevhid’in hakikatini ayne-l yakîn görür ve Allah Teâlâ’dan başka bir ilah olmadığını hakkıyla idrak eder. O vakit eşyadan gayrısının varlığı Hakk Teâla’nın varlığında yok olur. Yalnızca Hakk Teâlâ’nın vücûdu var kalır. Zaten Hakk Teâlâ’nın vücûdunun dışında hiçbir varlık (vücut) yoktur. Nitekim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Hazretleri buyurmuştur ki;

“Tevhid Allah Teâlâ’dan gayri hiçbir şey görmemektir.”

Bu sebepledir ki hakikatte Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şey yoktur.

İşte sâlik Tevhid-i Hass’a kadem bastığında (yükseldiğinde) bu hadis’in (sonradan yaratılanın) hakikâtini Ayne-l’yakîn olarak anlayacak ve Hak Teala’dan başka hakikatte kimsenin varlığı yoktur. Yalnız Hak Teâla vardır. İşte o vakit sâlik âlim olur.

Elhamdülillahi alel itmam ve’d devam.



NOT:
Akşemseddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz ve eserin hakkında geniş bilgi için müracaat edilecek kaynaklar.

Makâmât-ı Evliya: İstanbul, Nuruosmaniye kütüphanesi, 2229 numarada kayıtlı, otuz varaka (Altmış sayfa)
Ali İhsan YURD, Fatih’in Hocası Akşemseddin Hayatı ve Eserleri, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1972.
Nafi ERDOĞAN, Akşemseddin, A.Ü.İ.F., (Mezuniyet Tezi), Ankara, 1963.
Makâmât-ı Evliya, Büyük Kitaplık, İstanbul, 1972
Muhammed ALİ YILDIZ Akşemseddin Mehmed Bin Hamza’nın Hayatı, Risaletü’n-Nuriyye Ve Makâmâtü’l Evliya Adlı Eserlerinin İçeriğinin İncelenmesi, Ankara 2008 (Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri Bölümü Tasavvuf Anabilim Dalı 228035-Yüksek Lisans Tezi)


[1] Mürid sayısının çok olmasının önemli olmadığına işaret ediliyor.

[2] Hadis için bkz. Abdurrahman Camî, Nefehâtu’l-üns min Hadarâti’l-Kuds, Hazırlayan: Süleyman Uludağ- Mustafa Kara, İstanbul, 1995, s.452.

[3] Sahavî, Ebu’l-Hayr Muhammed bin Abdirrahman, el-Fetâve’l-Hadisiyye, Tahkik: Ali Rıza bin Abdillah bin

Ali Rıza, Beyrut, 1995, s. 272. ; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, c.II, s.64. (Hadis no: 1744) ; İmam-ı Rabbanî, Mektubat, İstanbul trz. , c.I, s.281

[4] Bakara, 31

[5] Acluni, Keşfü’l-Hafa, s.164.

[6] Fussilet: 52

[7] Bakara, 115

Hiç yorum yok: