dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
MAKALE VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MAKALE VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Şemsettin Sami'nin edebiyatla ilgili görüşleri ve eserleri üzerine


GİRİŞ
Şemseddin Sami’nin edebiyatçılığı, sözlükçülüğünün ve ansiklopedicili-
ğinin gölgesinde kaldığı için, daha önce değişik alanlarda dağınık olarak incelense de toplu olarak ele alınıp çok fazla üzerinde durulmamıştır. Onun, Türk
bilim, sanat ve kültür hayatına kazandırdığı eserler yanında edebiyatla ilgili
görüşleri ve değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Bu yazımızda bugüne kadar
fazla dikkat çekmemiş olan makalelerinden hareketle onun edebiyatla ilgili gö-
rüş ve değerlendirmelerini de ortaya koymaya çalışacağız. Şemseddin Sami’nin
edebiyatla ilgili çalışmalarını telif ve tercüme olmak üzere iki başlık altında incelemek mümkündür.
A. TELİF ESERLERİ
1. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat (1875). Şemseddin Sami’nin yirmi iki yaşında kaleme aldığı bu eser Türk edebiyatında ilk roman denemelerinden olması ve Batılı roman tarzının bazı temel unsurlarını getirmesi bakımından edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir (Namık Kemal, İntibah ve Cezmi adlı romanlarını bundan sonra yazmıştır).
Bu romanda gençlerin birbirleriyle istemeden evlendirilmelerinin doğuracağı kötü sonuçlar üzerinde durulur. Roman olay açısından pek inandırıcı olmasa da eski Türk edebiyatındaki mesnevi ve halk hikâyelerinden farklı olarak
Batı edebiyatındaki gerçeklik intibaını uyandırmağa çalışmış olması bakımından önemlidir.
1
 Ayrıca romanda zaman zaman görülen somutluklar da bu dö-
nem için ayrıca dikkat çeken özelliklerden biri olarak görülmektedir. Bu husus
eski edebiyattaki içe dönük hayat felsefesine karşılık romanda önemli bir yeniliktir. Yaptığı tasvirler günlük hayatta rastlanabilecek sahnelerdir. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ta olaylar ağırlıklı olarak ev içinde geçtiği ve anlatımlar buna bağlı
olduğu için daha çok ev içi tasvirleri yapılan eserde dış çevreye ve tabiata çok
az yer verilmiştir.
Eserde beşerî ve sosyal bir olay olarak ele alınan aşk eskiden olduğu gibi
mistik değil, insan şahsiyeti ve hürriyeti fikriyle birleşmektedir. Bu eski edebiyatın aşk anlayışından farklıdır ve bu anlayış eserde önemli bir yer tutmaktadır.
                                                               
1
  Mesela kız kılığına giren Talat’ın fark edilmemesi imkânsız gibi bir şeydir. Talat’ın Fıtnat’ı
görücü usulüyle istetmemesi gibi şeyler o devir için tabii olan davranışların bir yana bırakıldı-
ğını göstermektedir. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 41
Romda kişiler kendi düzeylerine göre ve kendi şiveleriyle konuşturulur. Bu
da yeni Türk edebiyatında önemlidir. Hayatı olduğu  gibi anlatma, “gerçeklik
intibaı verme” düşüncesinin bir sonucudur. Bunu Şinasî  Şair Evlenmesi’nde
(1860) daha önce yapmıştır.  
Roman kahramanları geleneksel hikâyelere göre biraz daha ayrıntılı işlense
de derin psikolojik tahlillere bu eserde pek rastlanmaz. Aslında yazar kişileri
iyice anlamaya çalışmamış, bazı ruh hallerini tahlil etmeye çalışsa da onların
sebeplerini araştırmamıştır. Anlatılması güç olan ruh halleri zengin bir üslûbu
gerektirir. Halbuki daha gençlik yıllarında kaleme  aldığı bu eserinde
Şemseddin Sami’nin üslûbu basittir.  Konuşma dilinin kelime kadrosu içinde
kalmıştır.  Onun bu tutumu Divan edebiyatının süslü ifade tarzına karşı geliş-
tirmek istediği bilinçli bir karşı koyma olarak da yorumlanabilir.
Romanda insan şahsiyetine, hürriyete ve tabiata aykırı olan örf ve âdetlerin
insanları felâkete götürdüğü tezi işlenir. Ailenin gençler üzerindeki aşırı baskısı
eleştirilir.
Romanın dil ve anlatımı pürüzlü kabul edilmektedir.
2
 Bunu genç yaşlarda
yazmış olmasına ve Türkçe’den daha çok başka dillerin konuşulduğu bölgelerde yetişmesine bağlamak mümkündür. Daha sonraki eserlerinde bu pürüzün
aşıldığı görülür. Türkçe’nin en güzel sözlüğünü yapmış olan Şemseddin Sami,
daha sonra Türkçe ile ilgili incelemelerinin kazandırdığı birikimle çağdaşlarını
aşacak düzeye gelmiştir.
3
2. Besâ yahut Ahde Vefa (1874). Eserde vatanına dönerken yolda bir köylü-
nün elinden canını kurtaran Vahide Hanım’a, kocasını öldürüp kızını alan kişiden intikam alacağına söz veren (besa) Fettah Ağa’nın, öldüreceği kişinin kendi
oğlu olduğunu öğrendikten sonra, sözünden dönmemek  için onu öldürmesi
konu edilmiştir. Bu tiyatro eserinde Şemseddin Sami Yanya’nın dağlık bölgelerinde gelenek ve göreneklerine bağlı insanların verilen söze ne kadar sadık kaldıklarını anlatmaktadır. Kendisi de Yanyalı olan yazar kitabının ön sözünde
şahit olduğu vatan sevgisi, fedakârlık, ahde vefa, hayatı hafife alma gibi millî
duyguları anlatmak için bu eseri kaleme aldığını söylemektedir. Buradaki millî-
lik bugünkü anlamdan daha geniştir.  Osmanlı devletinde yaşayan tüm Müslüman halkın gelenek ve göreneklerini, kendilerine özgü hasletlerini kapsamaktadır. Ancak eserde öz oğlunu sırf ahde vefa için öldürmüş olan Fettah Ağa’nın
bu davranışının millî olup olmadığı döneminde ve daha sonra tartışılmıştır.
Milleti eğitmek için cinayet işlemek ve intihar etmek gibi iki büyük cürmü meş-
ru göstermek doğru bulunmamış, devlet ve adalet kavramlarının da hiçe sayıldığı söylenmiştir. Önceleri piyes olarak sahnelenen bu eser daha sonra 1875’te
yasaklanmış, 1908’te birkaç kez daha oynanmıştır.
4
 Bu piyes  Niyazi Akı’nın
belirttiği gibi Prosper Merimee’nin Matteo Falcone adlı hikâyesinde öz oğlunu
öldüren babayı hatırlatmaktadır.
5
3. Seydi Yahya (1875). Konusunu Endülüs tarihinden alan eserdeki olaylar,
hicrî IX. yüzyılın sonu ile X. yüzyılın başında İspanya’da Raze kalesinde ve
Kaştale şehrinde geçmektedir. Raze kalesini koruyan Yahya, kaleyi İspanyollar’a vermek istemez. Ancak Zeyd adında bir hain, düşmandan para alarak nö-
betçi olduğu bir gece kale kapılarını İspanyollara  açar. İspanyollar, Yahya’yı
yakalayıp zindana atarlar. Zindandaki mahkumlardan Petro, Yahya’yı aldatıp
onun giysilerini giyerek zindandan kaçar ve kendisini dışarıda Yahya diye tanı-
tarak düşmanla anlaşır. Müslüman halk Yahya’nın hainlik ettiğini düşünür.
Ancak daha sonra Petro’nun çevirdiği dolaplar anlaşılır, Yahya zindandan çıkarılır, daha önce kölesi Osman’a teslim ettiği kızı Halime’ye kavuşur. Osman’ın
oğlu olan ve birlikte büyüdükleri Halime’yi kardeşi zanneden Yusuf da Halime’nin kardeşi olmadığını öğrenince onunla evlenir. Şemseddin Sami’den sonra Abdülhak Hamid de konusunu Endülüs tarihinden alan piyesler yazmıştır.
Eserde Yunan trajidisinde olduğu gibi koronun bulunması bir yeniliktir.
Alexandre Dumas Pere’in Comte de Monte Cristo’sunun eserde etkileri olduğu
görülmektedir.
 6
4.  Gâve (1876). Konusu Firdevsî’nin, Fars edebiyatının millî destanı olan
Şehnâme’sinden değiştirilerek alınmıştır.
7
 
İran’ın mitolojik hükümdarlarından Cemşid’in tahtına oturarak halkı zulümle yöneten Dahhak’ı, Arabistan çöllerinden gelerek peşine taktığı çobanlarla
birlikte tahtından indiren Gâve’nin, Cemşid’in torunu Feridun’u tahta çıkarma-
                                                               

7
  Meselâ Dahhak’ın omuzlarındaki yılanlar, zalim hükümdarın, yılanları mabut kabul ettiği
şeklinde değiştirilmiştir. Ön sözde olayı değiştirmesinin sebebini de açıklamaktadır. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 43
sı konu edilmektedir. Demirci’nin bu hikâyesi Fransız İhtilâlini hatırlattığı için
döneminde aydınlarca beğenilmiştir.
Şemseddin Sami’ye göre tiyatro eserleri için tarih  yeteri kadar zengin bir
kaynaktır. Tarihimizde bize ders verecek bir çok yiğitlik ve insanlık örnekleri
bulunduğu halde aşk ve zorla evlendirmeler üzerinde oyalanmamamız gerekmektedir.  Bir tiyatro eserinde aşk ve sevginin bulunabileceğini söyleyen yazar,
eserin tümüyle sevgiyle doldurulmasını pek doğru bulmaz.
8
Şemseddin Sami, Gâve’nin ön sözünde, eserde geçen olaylara pek de millî
denilemez ise de bu konular İslâm edebiyatında meşhur olduğu için bir dereceye kadar millî saymak gerekir demektedir.
9
 Görüldüğü üzere daha önce de belirttiğimiz gibi millîlik anlayışı bugünkünden farklıdır.
Şemseddin Sami’nin tiyatro eserlerinin ortak yönü insanı romantik duygulara sürükleyecek unsurların yanında, adalet ile zulmün mücadelesi ve sonunda adaletin galip gelmesidir. Ayrıca özgürlük özlemi bu eserlerde kendini hissettirmektedir. Şemseddin Sami’nin piyesleri de Namık Kemal’inkiler gibi bir
çok kumpanya tarafından çeşitli kez oynanmıştır. O yazdığı bu tiyatro eserleriyle döneminin sanat alanında önemli bir yere sahip olmuştur.
Bunlardan başka  Suhrâb yahud Ferzendkuş
10
 ve Mezâlim-i Endülüs
11
 adlı iki
tiyatro eseri daha olduğu bilinen yazarın bu eserleri yayımlanmamıştır.
B.TERCÜME ESERLERİ.
Şemseddin Sami’nin yaptığı çevirilerin tamamına yakını Fransızca’dandır.
1.  İhtiyar Onbaşı  (1873). Domanoir ve Dennery’den yaptığı bu çeviri beş
perdelik bir trajedidir. Bir çok kez sahnelenmiş olduğundan Şemseddin Sami’nin tanınmasında etkili olmuştur
12
.
2. Galatee (1873). Florian’den çevirdiği bu eserin aslı mitolojiye ait manzum
bir piyestir. Eseri Şemseddin Sami hikâye olarak Türkçe’ye kazandırmıştır.
3. Şeytanın Yadigârları (1878). Frederic Soulie’den çevrilen bu  macera romanı Şemseddin Sami’nin en hacimli çevirilerindendir.
                                                               
4. Sefiller (1880, 899 sayfa, yeni harflerle 1934). Victor Hugo’nun  Les
Miserables adlı romanının çevirisidir. Eserin yarım kalan çevirisini Şemseddin
Sami’nin ölümünden sonra Hasan Bedreddin tamamlamıştır (645. sayfadan
sonrasını).
Şemseddin Sami’nin başta Sefiller’de olmak üzere çeviride izlediği yöntem,
döneminde bir çok eleştiriye konu olmuş, metne bağlı kalarak harfiyen (olduğu
gibi) yapılan bu çeviriler, nesir dilinin gramerini zorlaması, bir çok yerde Türk-
çe’nin kurallarına aykırı düşmesi gibi eleştirilere maruz kalmıştır. Ahmet Mithat Efendi bu tartışmalarda Şemseddin Sami’yi savunurken, Süleyman Nazif
Sefiller çevirisini ağır bir dille tenkit etmiştir.
13
 
Şemseddin Sami bu eleştirilere yazdığı cevaplarda bu yöntemi bilerek kullandığını ve yaptığı işin güçlüğünün bilincinde olduğunu söylemiştir. Halid
Ziya hatıratında, Şemseddin Sami’nin Sefiller’i harfiyyen tercümesini, Fransızca
cümle yapılarını koruduğu için garip bulanların sonradan buna alışmaya baş-
ladığını söylemektedir.
14
 
5. Robinson (1885). Daniel de Foe’nün aynı adlı eserinin çevirisidir. Çeviri
İngilizce aslından değil, çocuklar için kısaltılmış Fransızca’sından yapılmıştır.
Kitabın başlığının bulunduğu yerin hemen altında Şemseddin Sami “harfiyyen
tercüme” yaptığını belirterek tercümeleri dolayısıyla yapılan eleştirilere bir cevap da vermek istemiş olmalıdır.
Şemseddin Sami’nin Batı’dan yaptığı bu edebî çevirilerinin dışında yine
edebiyatla ilgili çalışmaları altında yer verebileceğimiz  Hurdeçîn (1885, Farsça
şuara tezkirelerinden seçilmiş metin ve tercümeleri) ile  Ali b. Ebî Talib -
kerrema’llâhu vecheh ve radıyallâhu anh efendimizin-  Eş’âr-ı Müntehabeleri ve Şerh ve
Tercemesi (1318/1900) adlı Doğu’dan yaptığı çeviriler de bulunmaktadır.
Şemseddin Sami’nin edebiyatla ilgili görüşlerini, özellikle de şiir ve şairle
ilgili değerlendirmelerini eserlerinden ve gazetelerdeki makalelerinden öğreniyoruz. O, bu konularda değişik gazete ve mecmualarda görüş beyan etmiş, zaman zaman da farklı görüşler ileri sürmüştür. Biz bu görüşlerini birkaç alt baş-
lıkta inceleyeceğiz.
C. ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Şemseddin Sami “mevzun ve mukaffa söz”e şiir demek doğru değildir, diyerek eski tarzın sıkı sıkıya bağlı olduğu şiir tanımını kabul etmez. Eğer böyle olsaydı Hz. Peygamber döneminde Araplar şiirde çok  ileri oldukları hâlde
Kur’an ayetlerine şiir dediler. Hâlbuki ayetlerde vezin ve kafiye yoktu,
15
 diyerek, şiir için vezin ve kafiyeyi temel şart görmeyen Batı’dan gelen yeni nazım
şekillerini savunurken kendi görüşüne delil getirir. Bu konuda ünlü Fars şairlerinden Camî’nin şiiri tarif ederken söylediği: “Mütekaddimîn indinde şiir bir
şeyi istenildiği vakit güzel, istenildiği vakit çirkin gösteren kelâm ise de,
Müteahhirîn vezin ve kafiyeden başka bir şeye riayet etmiyorlar.” biçimindeki
tanıma da yer verir. Hele kafiye eski şairlerce büsbütün bilinmiyordu. Arap şairler icat etmiş, onlardan Fars ve Türklere geçmiştir. Orta Asya’da İslâm medeniyeti eserleriyle birlikte Avrupa’ya da geçmiştir. Bugün çoğunlukla kafiyeye
riayet edilmektedir.
16
 Şiir yalnızca vezinli söz söylemek değildir. Şairin bir derece hakîm olması, şiir yeteneğinin bulunması, hayal gücüyle tarif ve nitelemede maharet kazanması gerekir. Bunlara sahip olmayanlar şiir denilemeyecek
kadar basit şeyler yazmışlardır.
17
 
Doğu medeniyeti ile Batı yani Eski Yunan medeniyeti karşılaştırıldığında
başlıca fark şudur: Doğulular daima rengârenk, oymalı, çiçekli şeylerden hoşlanır. Eski Yunanlılar ve onların medeniyetine bağlı başka milletler sade ve düz
şeylere riayet etmişlerdir. Bu fark mimaride ve başka sanatlarda görüldüğü gibi
şiirde de vardır. Vezin ve kafiye şiirin ya da sözün renk ve süsü yerindedir.
18
Şiirde istenen hakikat değildir. Anlatılmak istenen şeyin mücessem ve mü-
kemmel surette tasviridir. Her şeyin olduğu gibi sözün de en üstünü ve alçağı
olağanüstüsü ve olağanı vardır. Şiir sözün en üstünü ve olağanüstüsüdür.
19
Şemseddin Sami, şiirle güzel sanatların çeşitli kolları arasında ilişki kurar.
Şairi ressama benzetir. Ressam tabiatın cisim ve manzaralarını tasvir ediyorsa,
şair de insanların fikir ve hislerini, çeşit çeşit  durumlarını sözle tasvir eder...
Ressam bunun için fırçasını, şair dilini kullanır, der.
20
 Şiirin, edebiyatın içinde
incelendiği halde “güzel sanatlar” arasında da anıldığını, musiki ve mimari ile
de ilişkisi olduğunu belirtir. Şiir yazıdan ve maariften çok daha eskidir. İnsanoğlu, yazıdan önce memnuniyetini, hüznünü veya dehşetini ifade için sözler
uydurmuş, onları bir ses ve özel bir makamda söylemeye tabiat tarafından zorlanmıştır. İşte böylece aşk ve alâka şarkıları, evlât, akraba ve sevgilinin ayrılığından şikâyet eden mersiyeler; yine insanların birbirleriyle, hayvanlarla vb.
durumlarda gösterdikleri kahramanlıkları hikâye eden harp şarkıları, yazıdan
önce, sözlü gelenekte de bulunmaktaydı.
 21
a. Arap Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Şemseddin Sami,  Arapların Cahiliye dönemi şiirlerine Müslüman olduktan
sonra da sahip çıktıklarını ve bu şiirleri koruduklarını, ancak Farsların ve Türklerin İslâm öncesi eserlerine sahip çıkmadıklarını, başka alfabeler kullanıp edebiyat eserlerine küfür eserleri diye baktıklarından, onları toplayıp korumak için
gayret göstermediklerini söyler. Böylece Türk edebiyatının İslâm öncesi ve sonrasıyla bir bütün olduğuna dikkat çekmiş olur.
22
Araplarda İslâm sonrasında şiir gerilememiştir. Cerir, Ferazdak, Ebû
Nüvas, Ebü’l-Ulâ, Bahaüddin, Mütenebbî gibi bir çok ünlü şair yetişmiştir. Bunlar Cahiliye şairlerinin peşinden gitmiş, onları taklit etmişlerdir.
23
Şiirde taklitle şöhret kazanılmaz, şiirde ün kazanmak için kimsenin gitmediği bir yolda gitmek gerekir. Bunun için önceki şairler hep yenilere tercih edilir. Şair kimseyi taklit etmeyerek kendi şairlik hislerine uymalı, şiirde yeni bir
çığır açmaya çalışmalıdır.
24
Arap şairlerinin hayalleri geniş ve yüksektir, az sözle çok şey ifade etmekte
mahirdirler. Kendi nesil ve nesepleri, cesaretlerini, cömertliklerini anlatıp
övünmede mübalağa etseler de aşkın lezzetleri ve hassasiyetleri, ayrılığın elem
ve sıkıntıları, sevgilinin güzelliği, mürüvvet, kerem ve cömertliğin faziletleri
gibi tabii haller hakkında söyledikleri şiirler, Acem mübalağalarından uzak,
somut bir biçimde tasvir edilmiştir. Bunlar o kadar tabii, o kadar etkili o kadar
hazin ve latiftir ki Abbasî halifeleri bir beyit için bir şair veya şiir okuyucusuna
çok büyük ihsanlarda bulunmuşlardır. Bir mısraı işitende olağanüstü haller gö-
rüldüğüne dair   Eganî ve  Elfü’l-leyl gibi kitaplarda gördüğümüz rivayetlere
şaşmamak gerekir.
Arap şiirinin bir noksanı varsa o da şudur:  Arap şairleri tarihle ilgili ya da
hayallere bağlı olarak bir olayı esas kabul edip tafsilâtını nazm ve tasvire giriş-
meyi adet edinmemişlerdir. Arap şairlerinin eserleri arasında Homer, Firdevsî, Dante, Milton gibi şairlerin eserleriyle karşılaştırılabilecek mufassal ve muntazam bir eser bulunmaz.
25
c. İran Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Şemseddin Sami İran edebiyat tarihini ancak on, on bir asır öncesinden baş-
latır. Ona göre İslâmın başlangıcı ve mazharı Araplar olduğu halde, Fars edebiyatı yalnızca İslâm edebiyatından ibarettir. Bunun başlıca sebebi yazıdır; Araplar İslâm öncesi kullandıkları alfabeyi İslâm sonrasında da kullanmışlar, onunla
birlikte eski edebiyatlarını da korumuşlardır. İranlılar İslâmiyeti kabul eder etmez eski yazılarını terk ettikleri gibi Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar,
böylece eski edebiyatlarını da unutmuşlardır.
İran şairleri Arap şairlerine uymayarak kendilerine özgü bir yol tuttukları
için Arap şiiri ile Fars şiiri arasında hiçbir benzerlik bulunmaz. Bir taraftan
Arap şiirine olan bu muhalefet, bir taraftan Fars şiirinin Hind, Yunan ve diğer
Aryaniye’deki şiirlerle olan benzerliği, eski İran şairlerinin, İran’ın İslâm öncesi
şiirlerine uyma ihtimalini gösteriyor. Bugün İslâm öncesi şiir ve edebiyattan bir
eser yoksa da Dakîkî ve Firdevsî’nin döneminde halkın ezberinde eski şiirlerden çeşitli yadigârlar bulunmuş olması muhtemeldir. Eski İran tarihi bir çok
yönüyle Müslüman İran şairlerine ulaşmıştır.
26
İran şairlerinin tarih ve hayallerle ilgili geniş manzum hikâyeleriyle ahlâk
ve hikemiyatla ilgili eserlerini takdire lâyık gören Şemseddin Sami, aşk ve muhabbetle ilgili olan şiirlere iki önemli eleştiri getirir: 1. Aşk ve kadınlardan bahseden şiirlerde doğrudan doğruya ve somut bir şekilde kadına yönelmediklerinden tabii hareket etmemişlerdir. İran şairlerinin gazellerinde geçen “dilber”
ve “canan” çoğunlukla mevhum bir sevgilidir. 2. Gül, bülbül, bâd-ı sabâ, serv,
zülf, hâl, mey, meykede, pîr-i mugan gibi birkaç kelimeyle sınırlanıp sürekli
bunların etrafında dolaşmışlardır. Doğal olmayan çeşitli benzetmelere ve normalden çok fazla derecede mübalağaya baş vurmuşlardır. Bu haller çok sayıda
İran şiirinin lezzet ve letafetini yok etmiştir.
27
 
Firdevsî tüm Fars şairlerinin piri ve hocasıdır. Şehnâme’sindeki maharet, letafet, niteleme ve tanımlamaların –daha doğrusu- tecessümâtın (somutlaştırmalar) başka hiçbir eserde bulunması mümkün değildir. Halis Farsça yazılıp,
Arapça kelime ve tabirlerden arınmış olması ve gayet sade bir tarzda yazılması
bile  Şehnâme’ye ayrı bir değer katmaktadır. Çoğu beyitlerini nesre çevirirken
                                                               
25
   a. m., s. 59-60.
26
  Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 2”, Hafta, c. I, sy. 6, 27 Şevval 1298, s. 86-87
27
   a. m., s. 87-88. 48 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Firdevsî’nin kullandığı kelimelerden başka tabirler bulmak mümkün olmaz.
Sanki o sözler ezelde Firdevsî için hazırlanmış, gaip bir kuvvet o garip adamın
fikir ve hayaline ilham ve ilka olunmuş! Nizamî’nin Penc Genc’i (hamsesi),
Sa‘dî’nin  Bostân’ı, Camî’nin  Heft Evreng’i, Attar’ın  Külliyat’ı gibi eserlerin de
kendilerine göre bir kıymeti vardır.
Sa‘dî’nin Bostân’ı tarzında ahlâka örnek olmak üzere küçük hikâyeler tasviri ise ilk önce İran şairleri tarafından icat olunmuştur.
Fars edebiyatının önde gelen şairleri arasında Sa‘dî, Hafız, Enverî, Suzenî,
Rudekî, Camî, Hüsrev, Saib, Şevket gibi bir çok şairin bulunduğunu söyleyen
Şemseddin Sami’ye göre, yukarıda geçen kusurların bazısı bunlarda olmasaydı,
İran şairlerinin hiçbir millette örneği yoktu denilebilirdi. Hakikaten Farsça’ya
şiir dili, İran’a şairler yurdu dense doğru olur. Firdevsî, Dakikî, Sa’dî, Nizamî,
Camî, Attar gibi şairler Eski Yunan’ın Homer ve Sophokles’ine, Roma’nın
Virgile’ine, İtalya’nın Dante’sine, İngiltere’nin Milton’una ve başka bir yönden
de Corneille, Racine, Goethe, Schiller, Shakespeare’lere belki de asrımızın
Lamartine’ine, Lord Bayron’una, Victor Hugo’suna rekabet edebilecek derecededirler.
28
 
Şemseddin Sami görüldüğü gibi İran edebiyatının yetiştirdiği ünlü şairleri
Batı’nın önde gelen şair ve yazarlarıyla mukayese ederek, İranlı şairlerin onlarla
boy ölçüşebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır.
d. Türk Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Türk edebiyatı da Fars edebiyatı gibi İslâmiyet sonrası eserlerden ibarettir.
Oysa Türk edebiyatının ilk şairlerini Orta Asya’da aramalıyız... Türklerin İranlı-
larla münasebetleri fazla olduğundan şiir için önce Farsça’ya başvurmuşlardır.
29
Türk edebiyatının en parlak dönemi Timurlenk’in hüküm sürdüğü Timurlular dönemidir. Timurlenk zamanında Semerkant bilgin ve sanatkârların toplandığı merkez olmuştur.
Timur’un sarayında eserler Farsça kaleme alınmaktla birlikte Türkçe eserler
de yazılmaya başlanmış ve birçok Türk şairi yetişmiştir. Bunların başında Ali
Şir Nevaî gelir.
                                                               
28
   a. m., s. 90.
29
  Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 3”, Hafta, c. I, sy. 7, İstanbul, 5 Zilkade 1298, s. 105. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 49
Türk şairler İranlı şairlerin taklitçisi olduklarından onların eksiklikleri bunlarda da görülür. Anadolu sahasında birçok şair yetişmiş olsa da bunlar yeni bir
çığır açmaya muvaffak olamamışlar, İran şairlerini taklit etmişlerdir.
30
 
Şemseddin Sami’ye göre Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra Türkçe
günden güne gelişerek Fatih, Selim ve Süleyman dönemlerinde mükemmel bir
Osmanlı edebiyatı ortaya çıkmış ve birçok edip ve şair yetişmiştir. O günden
bugüne kadar Osmanlı edebiyatında bir duraklama hüküm sürmüş, bir gelişme
görülmemiştir.
31
 Osmanlı dönemi şairlerinden saygı ile anılmaya lâyık olanlar
da vardır: Fuzulî, Ruhî, Nabî, Bakî, Haşmet, Şemî, Nefî, Leylâ, Fıtnat vb.
Bu asırda Ziya Paşa ve Kemal Bey gibi bazı edipler  eski şairlerimizin tarzında, ancak yeni fikirlerle ve gerçek şairlik hislerleriyle, her ayıptan kurtulmuş
şiir söylemişlerdir. Son senelerde de İran tarzı bırakılıp Avrupalı yeni şairlerin
usulünde bir iki çığır açılmıştır. Bu yolda ilk şiir söyleyen Abdülhak Hamid Bey
olup edebiyat tarihimizde şiir türüne yeni bir sayfa açmıştır. Ekrem Bey gibi
kalem gücü ve şairlik tabiatı herkesçe kabul edilmiş olan kimseler de ülkemizin
bir Lamartine’i olacağı anlaşılan bu genç şairine desteklerini esirgememektedirler.
32
Yukarıdaki cümlelerden de anlaşılacağı gibi o, edebiyatta kendi yaşadığı
dönemdeki yeniliklerin yanındadır; ve son on on beş sene içerisinde çok esaslı
yenilikler olduğunu söylemektedir. Mimaride, musikide, mefruşatta, kıyafette
vb. konularda olduğu gibi her dönemin her çağın kendine özgü bir hâli bir çehresi vardır. Şiir ve edebiyatta da her yüzyılın kendine özgü bir tarzı vardır. Ancak geçen yüzyıllarda Türk edebiyatında sürekli bir gelişme ve iyileşme olduğu
söylenemez. Eski tezkirecilerin kelâm-ı mevzun (vezinli/ölçülü söz) diye hafife
aldıkları XIV. yüzyılın eserleri arasında XVI. ve XVII. yüzyılın şiirlerine tercih
edilecek pek çok şey bulunur. XVI. yüzyılın bütün şairleri Nefî’ye benzemez.
XVIII ve XIX. yüzyılların kimi ünlü şair ve yazarları istisna olunursa o dönem
tatsız tuzsuz şiir söyleyen bir çok şairden ibaret kalır.
33
 
Eski tarz şiirde yüzyıldan yüzyıla genelde bir gelişme görülmez. Bir geliş-
menin varlığından söz ettirecek birkaç kişi görülürken tümden bir geriliğin vukuuna şahit olacak birçok örnek bulunabilir. Her yüzyıl birkaç deha ile tavsif
olunur, onların asrı sayılır, diğerleri o yüzyılın haşviyyatı olarak görülerek diKkate alınmaz. Latifî, Kınalızade, Sâlim, Fatin tezkireleri şair adlarıyla dolu olsa
da XVI. yüzyıl Bakî’nin, XVII. yüzyıl Nefî’nin, XVIII. yüzyıl Nabî’nin, XIX. yüzyıl Şinasi, Namık Kemal ve Ziya’nın asrıdır.
Yeni edebiyatın temelleri Şinasi ve arkadaşları tarafından atılmıştır. Onlar
dilimizi lafız sanatlarından kurtarıp sade, güzel ve tabii bir ifade yolunu açmış-
lardır. Bu yapılan ıslâh ve terakkidir, tamamen değişiklik ve yenilik değildir.
Tam anlamıyla değişiklik ve yenilik XX. yüzyılın başlangıcıyla gerçekleşmiştir.
Bu yeni tarz umulanın üstünde yaygınlaşmış ve gelişmiştir. Nacî gibi Nabî ve
Nefî’lerin sönmüş çerağlarını uyandırıp gençleri o tarafa sevk etmek isteyenler
çıkmışsa da bu yüzyıl şiir ve edebiyatça yenilenme devridir, eski tarzın ihyası
sırası değildir.  Artık bundan sonra o tarz şair yetişmez. Geçmiş şairlerimizin
şiirleri eski eserler olarak halka sunulmaya lâyık olsa da onların örnek alınması
kimsenin hatırına gelmez.
34
Bu tür meselelerde itidali benimsediğini belirten Şemseddin Sami, eski ve
yeni edebiyat tartışmalarında, edebiyat ve şiirde yeni tarzı bu derecede benimsemesinin itirazlara yol açabileceğini söyleyerek,  bunun kayıtsız şartsız yeni
tarzın kabulü anlamında olmayıp yeni tarzın beğenilmesi gerektiği konusundaki duygu ve düşüncemi açıklamaktır, der.
35
 
Batıyı taklitten sakınılmalıdır, ancak örnek almak yerilmemelidir. Bu tabii
ve zaruridir. Maarifte ve medeniyetin diğer alanlarında bizden çok ileride oldukları tartışma götürmeyen Batılıların peşinden gitmek, eserlerine uymak yalnız edebiyatta mı kötüdür? Her konuda onları taklit etmiyor muyuz?... Batılıların da cins ve mezhepleri çeşit çeşittir. Her birinin ahlâkı tavırları başka başkadır. Maarifte ve medeniyette yolları birdir. Medenileşmek ve terakki etmek isteyen kavim için o “ortak yola” girmekten başka çare yoktur.
36
Dilimizin letafeti ve şiirdeki tabii kolaylığı inkâr edilemez. Umarız bundan
sonra yeni yetişmekte olan kabiliyetli edebiyatçılarımız İran şairlerini taklitten
vazgeçerek açılan yeni çığıra yönelirler. Bir taraftan da Ziya Paşa’nın tavsiyesini
dikkate alarak, adetten çok tabiata uymakla, zorlama şiir yerine tabii ve selis
şiirler söyleme yolunu seçmiş olacaklardır.

  Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 3”, Hafta, c. I, sy. 7, İstanbul, 5 Zilkade 1298, s. 108. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 51
SONUÇ
Şemseddin Sami görüldüğü gibi döneminin Türk edebiyatı içerisinde gerek
dil çalışmaları gerekse edebiyat faaliyetleriyle olduğu kadar bu alandaki görüş-
leriyle de öne çıkmış bir şahsiyettir. O Arap, Fars, Türk şiir ve şairleriyle ilgili
görüşlerini belirtirken aynı zamanda Doğu ve Batı edebiyatlarına da değinerek
bir mukayese fikri de taşıdığını göstermiştir. Döneminin düşünce hayatı içerisinde Batının etkisiyle değişmeye başlamış olan Türk edebiyat hayatında
Şemseddin Sami, edebiyatımızın millî köklerine dikkati çeken, İslâmiyet öncesi
edebî ürünlerimize de uzanan, bu alanlarda hem ilmî çalışmaları hem de fikrî
açılımlarıyla öne çıkan önemli bir şahsiyet olmuştur. Bu özelliğiyle de devrin
eski-yeni kutuplaşmaları ve bu kutuplaşmalar etrafındaki polemikler içerisinde
o itidalli bir yenilik taraftarıdır. Fakat yeniliğe olan ilgisi edebiyatımızın köklerine inmesini de engellememiştir. ©


The Works And Views Of Semseddin Sami Related To Literature
A. Azmi BİLGİN

devamını okuyunuz... >>

HALK ŞİİRİNİN YENİ TÜRK ŞİİRİNE ETKİSİ ÜZERİNE


HALK ŞİİRİNİN
YENİ TÜRK ŞİİRİNE ETKİSİ
 
Yeni Türk edebiyatı; halk edebiyatı, divan edebiyatı ve batı edebiyatının etkileri altında
gelişimini sürdürmüş yeni bir disiplindir. Bu edebiyatların her biri yeni edebiyatımızı özellikle
de  yeni  şiirimizi  önemli  ölçüde  etkilemiştir.  Özellikle   halk  şiirimizdeki  zengin  folklor
kaynağımız, kendi başına bir dünyadır. Yazım özellikleri, biçim güzellikleri vardır.
Halk  içinde,  halkın  zevk,  düşünce,  duygu  yönlerini  harekete  geçiren  bu  edebiyat,
bilhassa  Cumhuriyet’in  ilanından  sonra  ele  alınmış,  incelenmiş;  problemleri,  özellikleri
tanıtılmıştır. Bu tanıtma işinden sonra da halk edebiyatına karşı bir istek uyanmış;    halk şiiri
havası esmeye  başlamıştır. 1923’ten sonraki Yeni Türk edebiyatımıza baktığımızda Mehmet
Emin Yurdakul, Orhan Seyfi Orhon, Faruk Nafiz Çamlıbel, Kemalettin Kamu, Ömer Bedrettin
Uşaklıgil, Cahit Sıtkı Tarancı, Mehmet Akif Ersoy, Orhan Veli Kanık, Ahmet Kutsi Tecer,
Osman Atilla, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Cahit Külebi ve Halil Soyuer gibi adların halk şiiri
pınarından bol bol yararlandıklarını görmekteyiz.
Bu  şairlerin  şiir  dünyalarını  araladığımızda  âşık  edebiyatımızın  berrak,  temiz  bir
aşığının  edasını  yakalamak  mümkündür.  Örneğin,  Mehmet  Emin  Yurdakul,  halktan  aldığı
malzemeyi halkı için kullanan bir şairdir.  Herkesin anlayacağı bir dil kullanarak şiirlerini bir
oya  gibi  işlemiş,   dildeki  yabancı  sözcükleri  atarak   Türkçe  sözcükler  kullanmaya  özen
göstermiştir.
Mehmet  Emin’in  yetiştiği  dönem  göz  önünde  bulundurulursa  Türk  şiirinde  yaptığı
yenilik küçümsenecek bir durum değildir. Mehmet Emin halk şiirinin etkisinde kalarak heceli
kalıpların hemen hepsini kullanmıştır.
Ey Türk vur vatanın bakirlerine
Günahkâr gömleği biçenleri vur
Kemikten taslarla şarap yerine
Şehitler kanını içenleri vur
dizeleriyle başlayan  “Vur” adlı şiiri 6+5=11’li hece ölçüsü ile yazılmıştır.
Mehmet  Emin’in  halk  edebiyatı  etkisinde  kaldığını  gösteren  temel  unsurlardan  biri
dildir. Dilini halka yaklaştırmış, halk şiirinde yer alan sözcüklere bolca yer vermiştir.
Şu gördüğün hakir şeyler: Tohum, öküz, bel, orak...
Senin aklın unmaklığın bunlar ile olacak;
Bunlar saçmış, bunlar saçar her ocağa bereket;
Sen bunları şu dünyada her şeyden çok takdis et
deyişi bunun kanıtlarındandır.
Halk  şiirinde  bolca  kullanılan  deyim  ve  kalıp  sözler  Mehmet  Emin  Yurdakul’un
şiirilerinde de:
Çul çaput giyerek, ot kök yiyerek
İnlerde yaşayan sefiller benim
O da gitsin cehenneme yolu var
On yaşında boynu bükük, bağrı yanık bir çocuk,
Üstü başı eski püskü, yalın ayak yavrucak”
biçimindeki örneklerde görüldüğü gibi sıkça ve yerli yerinde kullanılmıştır.
Mehmet  Emin  bazı şiirlerinde halk  türkülerinden yararlanmış,  Kerem ile  Aslı halk
hikâyesi içinde   yer alan  ve:
Bir han köşesinde kalmışım hasta
Gözlerim kapıda kulağım seste
dizeleriyle başlayan türkü Mehmet Emin’de:
Bir yoksul kadınım çocuğum hasta
*
 Dokuz Eylül Üniversitesi, Buca Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölüm Başkanı
1Kapımı açan yok yüreğim yasta
biçiminde yer almıştır. Yine:
Hicranlı gönlünde viraneler var
Sihirli dilinde efsaneler var
dizeleri halk edebiyatının etkisi ile kaleme alınmış söyleyişlerdir.
Hece ölçüsüyle yazıp,  Akademi Mecmuası’nın ilk sayısında yayımladığı Peri Kızıyla
Çoban Hikâyesi  adlı şiiriyle dikkatleri üzerine toplayan Orhan Seyfi Orhon halk edebiyatından
önemli ölçüde etkilenen şairlerimizdendir.
Bu şiirle ilgili bir yazısında “Bir aşk efsanesi yazmak istiyordum. Hece vezniyle yazılmış
yeni şiirler beğeniliyordu. Konuşulan dilin, yazı dili olması davası muvaffak olmuştu.... Bu yeni
edebiyat ilhamını halktan alacaktı. Halk masallarını, efsanelerini, hassasiyetini kullanacaktı.
Fakat onları, bugünün zevkiyle yeni bir terkib haline koyacaktı. Motifler halkın, kompozisyon
bizim!.. O zaman milli olacaktı.” Biçimindeki sözleri  halk edebiyatından etkilendiğinin  açık
ifadesidir. Şiirde yer alan masal motifleri yaygın olarak bilinen Türk masal motifleridir.
Çok eski bir zamanda
Oğuz Han hükümdarmış
İşitmiştim Turan’da
Bir peri kızı varmış
İfadeleri masal motifleriyle yüklü söyleyişlerdir.
Orhan Seyfi’nin şiirinde halk türkülerinden, manilerden gelen unsurlar da vardır. Pere
Kızıyla Çoban Hikâyesi’nde çobanın peri kızına:
Başımın tacı güzel,
Halime acı güzel!
dizeleriyle seslenişi, Misket Türküsü’nün nakarat bölümü olan:
A benim hacı yarim
Başımın tacı yarim
Eller bana acımaz
Sen bari acı yarim
mânisine dayanmaktadır. Orhan Seyfi  hece ölçüsünün pek çok kalıbını denemiş, en güzel
örneklerini de 7’li, 8’li ve 11’li kalıplarla vermiştir. Bunlardan halk şiirinin etkisiyle 6+5=11’li
hece ölçüsüyle yazdığı:
O, beyaz bir kuştu, uzun kanatlı
Ardından ışıktan bir iz bıraktı
Yel gibi dağları aştı bir atlı
Arada bir engin deniz bıraktı
biçiminde özgün dörtlüklerle yüklü “O Beyaz Bir Kuştu” şiiri,  Mâni adı altında yazdığı:
Benim gönlüm bir kelebek Sen gül dalında gonca
Dolaşıyor çiçek çiçek Ben dağ yolunda yonca
Tükenecek ömrü böyle Sen açılır gülersin
Çırpınarak titreyerek Ben sararıp solunca
Biçimindeki mânileri, türkü adı altında yayımladığı:
Dünyada biricik sevdiğim sensin
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin
Nasıl başkasını gönlüm beğensin
Güzelsin, incesin, tatlısın, şensin
Biçimindeki şiirleri halk şiirinin ne denli etkisinde kaldığının kesin kanıtlarıdır.
Halk  edebiyatı  alanında  çalışmış  olmamakla  birlikte, eserlerinde bu köklü  edebiyat
geleneğinden  geniş  ölçüde  yararlanan  şairlerimizden  bir  önemli  isim  de  Faruk  Nafiz
Çamlıbel’dir.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in  İstanbul’dan ayrılmadan önce  şiirleri romantik  duygularla
yüklü  iken,  Anadolu’yu  gördükten  sonra  gerçekçi  bir  duygusallıkla  gözlemlerini  dizelere
aktarmıştır.  Çamlıbel  halk  şiirinin  verilerinden  ustaca  yararlanmış,  halkın  yaşantısından
çıkardığı konuları, yine halkın söyleyiş ve nazım biçimiyle dile getirmiştir.  1926’da “Hayat”
dergisinde yayınlanan :
2Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek
Bizim diyarımız da binbir baharı saklar
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar
biçimindeki dizelerle yüklü  sanat şiiri  halk edebiyatının etkisini iyice hissettirmektedir.
Dilini halk diline yaklaştırıp arı dilden yana olmayı “Ana Dili”  adlı şiirinde:
Hangi sözlerle ninem gönlümü açmışsa bana
Ben o sözlerle gönül vermedeyim sevgilime
Sözlerime ninni kadar duygulu olmak yaraşır
Bağlıdır çünkü dilim gönlüme, gönlüm dilime
biçiminde halk şiiri edasıyla dile getirmiştir.
Bir şiirinde de:
Bağından her güzel bir gül severdi
Bundan mı sarardın soldun ey gönül
Kadınlar geçerdi kızlar geçerdi
Bir zaman aşk için yoldun ey gönül
Diyerek  Karacaoğlan’ı  anımsatır.   Faruk  Nafiz’in  şiirini  halk  şiirine  yaklaştıran  özellik
dizelerinde Anadolu’ya geniş yer vermesi, bir “Memleket edebiyatı” yapmasıdır.  Bu nedenle
şiirinde halk  edebiyatı motiflerine sık sık rastlanmaktadır. Ünlü “Çoban Çeşmesi” adlı şiirinde:
Gönlümü Şirin’in aşkı sarınca
Yol almış hayatın ufuklarınca
O hızla dağları Ferhat yarınca
Başlamış akmağa Çoban Çeşmesi
Vefasız Aslı’ya yol gösteren bu
Kerem’in sazına cevap veren bu
Kuruyan gözlere yaş gönderen bu
Sızmadı toprağa Çoban Çeşmesi
Leyla gelin oldu Mecnun mezarda
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda
Ateşten kızaran bir gül arar da
Gezer bağdan bağa Çoban Çeşmesi
İfadeleri ile; Ferhat ile Şirin’e, Kerem ile Aslı’ya ve Leyla ile Mecnun’a  telmih yapılması
bundandır.
Faruk Nafiz’in şiirlerini Ananim halk şiirimiz de oldukça yoğun bir biçimde etkilemiş,
şair;  türkülerden, mânilerden bol bol yararlanmıştır.
Maraşlı Şeyhoğlu’nun ağzından yazdığı:
Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben
dizeleri,  türkülerin etkisini hissettiren  örneklerdendir.
“Destan”, “Amması Var” ve “Baba Öğüdü” gibi  şiirleri biçim ve içerik yönünden halk
şairlerinin yazdığı mizahi destanları andırmaktadır.
“Baba Öğüdü” destanında:
Nefesin kısılır hatip olursan
Terbiyen bozulur edip olursan
Sana kim inanır tabip olursan
Bence en güzeli bir banker ol sen
deyişi  “Ters Öğüt Destanı” etkisi iledir.
Halk şiirinden önemli ölçüde etkilenen şairlerimizden biri de Kemalettin Kamu’dur.
Kamu, şiirlerinde biçim, dil ve imge yönünden halk şiirine önemli ölçüde yaklaşmaktadır.
Bu yaklaşım doğaldır, çünkü; halk şiiri doğallığı duygusallığı, lirizmi ön planda tutar.
Bu özellikler, her edebi disiplindeki şiir için vazgeçilmez unsurlardır.
Halk şiirinde işlenen temalar, halkın iç içe olduğu ve yaşamsal konulardır. Bu özellik de
iyi bir şairin göz ardı edemeyeceği özelliklerdendir.
3Halk  şiirinde  dil, sade  ve  tabiidir. “İyi  şiir, yazıldığı dilin özelliklerini  bünyesinde
taşıdığı  oranda  iyi  şiirdir.”  görüşünü  benimsediğimiz  durumda  dilin  yalın  olması  da  inkar
edilemeyecektir.
Halk  şiirinde  en  çok  işlenen  temalar;  aşk,  doğa,  din,  ölüm,  yiğitlik  ve  özlemdir.
Günümüz  şairi  aşkı,  doğayı,  özlemi  âşık  edebiyatının  arılığı,  duruluğu  ve  özgürlüğüyle
benimseyip çağdaş bir söylemde dile getirdiği ölçüde önemlidir.
Kemalettin Kamu, halk şiirini tekrara düşmeden, taklit etmeden, ondaki bazı unsurları
şiirinde ustaca yoğurmuştur. Kemalettin Kamu’nun toplam 64 şiiri bulunmakta, bunun 57’sini
hece  ölçüsüyle  yazdığı  görülmektedir.  Öyle  ki  bazı  şiirlerinin  son  dörtlüğüne  bir  mahlas
koysanız, usta bir aşığın söylediği koşma ya da semaiden ayıramazsınız. Kamu, genellikle 7’li
ve 11’li kalıpları tercih etmiştir. Şiirlerinin önemli bir bölümünü koşma tarzı ile 6+5=11’li hece
ölçüsüyle kaleme almıştır. Bunlardan “Dadaş, Karadeniz, Umut, Söğüt, Tuna, Çığıltı, Sevgili
İzmir’e” gibi şiirleri aşık edebiyatının yoğun etkisini hissettirmektedir.
Kemalettin Kamu’nun:
Sevgilim güvenme / güzelliğine          
Senin de saçların / tar u mar olur.
Aldanma tali’in / pembe rengine
Hayatın uzun bir / intizar olur.
Sevgilim her insan / doğarken ağlar
Çiçeklerle açar / sularla solar
Rehgüzarı olur / bahçede bağlar
Nihayet isimsiz / bir mezar olur.
Sevgilim baksana / bir yanda gülen
Bir yanda gözünün / yaşını silen
Kimi benim gibi / erir derdinden
Kimi senin gibi / bahtiyar olur
Sevgilim senin de / geçer zamanın
Ne şöhretin kalır / ne hüsn ü anın
Böyledir kanun / kahpe dünyanın                                        
Dört mevsim içinde / bir bahar olur.
       
6+5 =11’li hece ölçüsü ile söylenen bu şiir, son dörtlükte mahlas olsa biçimsel yönden
bir aşık tarafından söylenmiş koşma denebilecek durumdadır.
Şiirlerinde  kullandığı  sözcüklerden  halk  şiirinin  sözcük  dağarcığından  derlenenlere
yakındır.  Zaten  Kemalettin  Kamu’yu  halk  şiirine  yaklaştıran  en  önemli  unsur  şiirlerinde
kullandığı dildir.
Şiirleri şekil, dil ve imaj yönünden halk şiirine yaklaşıp; gurbet, özlem, aşk, doğa ve
memleket konularında yoğunlaşma gösterir. En ilginç olanları ise gurbeti konu edinenleridir.
Yerel renkler taşıyan bu şiirler Kemalettin Kamu’yu Cumhuriyet devrinde  gurbet şairi olarak
şöhrete ulaştırır. Onun:
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde
dizeleri  arı, duru sade ve özgün bir söyleyiş olarak edebiyatımızda seçkin örnekler arasında yer
alır.
Sevgilim senin de geçer zamanın
Ne şöhretin kalır ne hüsn ü anın
Böyledir kanunu kahpe dünyanın
Dört mevsim içinde bir bahar vardır
biçimindeki söyleyişleriyle de Karacaoğlan edasını sergiler.
Halk  şiirinin etkisini şiirlerinde  yoğun  bir  şekilde  hissettiren  bir şairimiz  de Ömer
Bedrettin  Uşaklıgil’dir.  Hece  ölçüsü  ile  Türkçe’nin  lâyık  olduğu  yere  ulaştığını  belirten
Uşaklıgil, “memleket edebiyatı” kavramını benimseyip halk şiirinden önemli ölçüde yararlanır.
Hece ölçüsüyle  içli, ahenkli, milli duygularla yüklü memleket manzaralarını canlandırmaya
çalışır.
4O, kendinden önceki neslin kaldığı yerden hece ölçüsü ile yazma serüvenini devam
ettirir.  Beş  Hececilerde  bulamadığı  deyiş  ve  görüşü  kendi  yakalamaya  çalışıp  memleket
coğrafyası ve memleket insanı üstünde ısrarla durur. Halk şiirinin olanaklarından geniş ölçüde
yararlanır.
Hece ölçüsünün 7’li, 11’li, 13 ve 14’lü kalıplarını sıkça kullanır.
Hastahane taşları İldiğin her bir ilmik
Yere eğen başları Gönül bağından gibi
Koğuşun lambasında Halıya verdiğin renk
Kan olur gözyaşları       Al yanağından gibi
biçimindeki mani dörtlükleri ile ; mani dörtlüklerine dayalı oluşturduğu:
Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında
Sevişmek ah ne hoştur
Yıldızların altında
Sular rüzgarı dinler,
Aşıklar hep serinler
Çoban yolları inler
Yıldızların altında
Ne keder ne yas olur
Çakıllar elmas olur
Bir kadeh bir tas olur
Yıldızların altında
biçimindeki  şiirinde  7’li  hece  ölçüsünü  ustaca  kullanmıştır.  Bu  şiirlerinde  dil  ve  mecaz
yönünden  tamamen  geleneğe  bağlı  kalan  Uşaklıgil,  kendi  duyuş  ve  hissediş  biçimini  halk
edebiyatından aldığı unsurlarla yoğurmuştur. Tekrarlar onun şiirlerinde belirleyici unsur olarak
görülmektedir.
Ömer Bedrettin, mâni tarzının etkisiyle  kaleme aldığı şiirlerinde kendine özgü bir biçim
oluşturmuş, mâni biçimindeki şiirinde biçim ve içerik yönünden değişiklikler yapmıştır.  Mâni
biçiminde yazdığı dörtlüklerin son iki dizesini yer değiştirerek koşma biçimini ortaya koymuş
bu şekilde:
Ettiğim ah değildir
Bahtım siyah değildir
Yıldızların altında
Buse günah değildir
Biçimindeki  “Yıldızların Altında”  adlı şiirinde olduğu gibi koşma ile maninin birleşmesinden
oluşmuş bir biçim ortaya çıkarmıştır.
Halk edebiyatından koşma ve mani şekillerini alan Uşaklıgil’in koşma tarzında olan
şiirleri mani tarzında olan şiirlerinden fazladır.
Bir Anadolu çocuğu olan Uşaklıgil yurdunu çok iyi tanıyan, çok seven iyi bir gözlemci
olup, Anadolu gerçeğini şiirlerine ustaca aktarışı ile  döneminin diğer şairlerinden ayrı bir yere
sahip olmuştur.  Gözlemlerini :
Simsar geliyor diye kapıdan geldi haber
Halı dibi kızları başlarını örttüler
Kınalı narin eller son ilmeklerini ildi
Kirkit bıçak sesleri hep bir anda kesildi
Fısıltılar döküldü karanfil dudaklardan
Dediler ki “Ayşecik artık ayrıldı yardan”
Bütün ona çevrildi gülümseyen bakışlar
Ayşe’nin gözlerinde yılan oldu nakışlar
biçiminde süren “Ayşe’nin Aşkı” şiirinde öyküleştirdiği gibi,  pek çok şiirinde de nakış nakış
işlemiştir.
Eğilmez başın gibi
Gökler bulutlu efem
Dağlar yoldaşın gibi
Sana ne mutlu efem
5Oyna yansın cepkenin
Yansın güneşten tenin
Gün senin şenlik senin
Bayramın kutlu efem
deyişi de yine Anadolu gözlemlerine dayanan, halk şiiri etkisiyle oluşmuş, buram buram halk
şiirini  hissettiren  özgün söyleyişlerdendir.
Şair, halk edebiyatı türlerini aynen  alıp taklit etme yoluna gitmemiş, halk şiirinden
hareket  ederek   yeni  orijinal  bir  edebiyat  yaratma  arayışlarını  denemiştir.  Bu  nedenle  de
Anadolu halkının en çok sevdiği türlerden mani türünü benimseyip bu tipte şiirler yazmıştır.
Kapıldım gidiyorum
Bahtımın rüzgarına
Ey ufuklar!… diyorum
Yolculuk var yarına;
Âşık edebiyatından önemli ölçüde yararlanan Ömer Bedrettin, halk türkülerinden de
yararlanıp:
Adım güldür dibim taştır
Kokum kokulardan baştır
Hep takınanlar sarhoştur
Benden âlâ çiçek mi var.
biçimindeki  söyleyişiyle  türkü  güzelliğini  dizelerine  taşımış,  halk  türküsündeki  folklorik
unsurlarla sanatını birleştirmiştir. O’nun konu olarak memlekete açılan şiiri dil olarak da yalın,
arı ve duru  biçimde halk diline açılmıştır. “dalga dalga”, “boy boy”, “tel tel”, “benek benek”,
“mini mini” gibi ikilemeler şiirini halk şiirinin soluklu deyişlerine yaklaştırmaktadır.
Mehmet  Akif  Ersoy’un  şiirlerinde  de  halk  şiirinin  izlerini  görmek  mümkündür
atasözleri ve deyimlerden, benzer söyleyişlere hatta nazım biçimlerine kadar.
Sade  bir bal deyivermekle ağız tatlanmasa,
Arı uçmuş diye, kaçmış diye hiç çekme tasa.
     (Bal bal demekle ağız tatlanmaz.)
Unutmuşum, bunu olmuştu hisseden gerçek
Çıkıp da ortada fol yok yumurat yok diyerek.
(Ortada fol yok yumurta yok.)
Âkif,  “Bayram” adlı şiirinde bir bayram yerini bütün canlılığı ile tasvir ederken, bir
türkücünün “yandı” sedasıyla söylediği türkülerden birine örnek olarak şu parçayı beyitlerini
arasına sıkıştırıverir:
Deniz dalgasız olmaz
Gönül sevdasız olmaz
Yari güzel olanın
Başı belasız olmaz
Haydindi mini mini maşallah
Kavuşuruz inşallah
Âkif, burada günümüzde de söylenen bir türkünün eskiliğini ortaya koymuştur.
Cahit Sıtkı da halk edebiyatını, özellikle Yunus Emre’yi, beğenip halk edebiyatında
Türk dilinin en güzel örneklerinin verildiğini savunanlardandır. O da halk edebiyatından önemli
ölçüde yararlanmış, bu disiplinin hem şekil hem içerik özelliklerini günümüz şiirine taşımıştır.
Ömrümde Sükût adlı kitabına baktığımızda 7, 8,10, 11,12 ve 14’lü hece ölçüsü ile şiirler
yazdığını görmekteyiz. Otuz Beş Yaş adlı şiir kitabında ise 6’lıdan 15’liye kadar bütün ölçülerin
uygulandığı görülmektedir. Düşten Güzel’de koşma tarzında 10 şiiri yer almış olup, 8,10,11 ve
14’lü ölçü kullanılmıştır.  Sonrası  adlı şiir kitabında da yedi şiir halk şiiri etkisi ile koşma
tarzında kaleme alınmış olup 9, 10, 11 ve 14’lü ölçülerle yazılmışlardır.
Geldi çattı en son ölmek  Bilirim ne yapsam hata
Ne bir yemiş ne bir çiçek  Yanlış attığım her adım
Yanıyor güneşte petek  Ellerim elma dalında
Bütün bal arıda kaldı  Adem ile Havva ecdadım
biçimindeki dörtlükler buram buram halk şiiri unsurları kokan ustaca söyleyişlerdir.
6Yeni edebiyatımızı halk şiirine bağlayan en önemli unsurlardan biri de ses ve lirizmdir.
Aşık edebiyatında gördüğümüz uyak düzenini Cahit Sıtkı’da da görmekteyiz:
Geyik dağdan dağa atlarken güzel
Nar dalında diş diş çatlarken güzel
             Kestane mangalda patlarken güzel
Kişilik güzelliğin esasında
dörtlüğündeki ses, ahenk ve uyak halk şiirinin geniş etkisini göstermektedir.
Dil ve  söyleyiş  olarak halk deyimlerine  bolca  yer  vermesi  de Cahit  Sıtkı’nın  halk
şiirinin diline yaklaştığının işareti olarak görülmektedir.
Cahit Sıtkı’nın halk kültürüyle ilişkisi öncelikle dildir. Geleneğimizde ve halkın dilinde
yaşayan  sözcükleri,  deyimleri  ve  çeşitli  ifade  biçimlerini  benimsemiş,  dilde  yaşayan  halk
kültürü ürünlerine yönelmiştir. Atasözü ve deyim kullanmak halk şiirinin önemli unsurlarından
biridir. Öğüt destanlarından etkilenerek oluşturduğu:
“Dağ dağa kavuşmaz
 İnsan insana kavuşur”
“Çıkar ağzından baklayı”
“Haydi yolun açık olsun
 Geçtiğin köprüler sağlam
 Tüneller aydınlık olsun”
gibi söyleyişlerle halk şiirinden bolca etkilenip şiirini halk şiiri lirizmiyle kaynaştırmış, halkın
dilini, sanatını, duyuş ve düşünüş tarzını benimsemesi sonucu çok geniş bir okuyucu kitlesine
ulaşmıştır. Halk şairlerinden İzzetî’nin:
“Mühür gözlüm seni elden
 Sakınırım kıskanırım”
deyişinin bir benzerini  : “Gözüm gibi kıskanırım ellerden”  ifadesi ile dizelerine aktarmış,
19.yüzyılın usta âşıklarından Serdarî’nin etkisinde kalarak da:
Nesini söyleyim cânım efendim      
Gayrı düzen tutmaz bizim telimiz
Arzuhal eylesem deftere sığmaz
Omuzdan kasılmış kolumuz bizim
biçimindeki deyişini andıran :
Merhem tutmuyor yarada
Kırıldı kolum kanadım
şeklindeki söyleyişleri oluşturması Cahit Sıtkı’nın halk şiirinden ne denli yararlandığının önemli
işaretlerindendir.
Tarancı  halk  edebiyatının  yalnız  manzum  yönünden  değil,  mensur  yönünden  de
etkilenmiş ve yararlanmıştır.
Cahit Sıtkı’nın şiirlerinde masal motifi önemli yer tutar. Yaşamın hayal yönü şiirlerinde
masal motifleriyle işlenmiştir.
O’nun:
Kırkıncı adamın kapısındayım
Ne varsa bu kapı arkasındadır
Ha ben ha masaldaki o şehzade
Gönlüm bir güzelin sevdasındadır.
ifadeleri masal motiflerinin kullanılışından başka bir şey değildir. Yine çok bilinen  “Abbas”
şiiri masallarla ilgilidir. Bunu, Ziya  Osman  Saba’ya  yazdığı  bir mektupta: “Çocukluğumda
dinlediğim bir masalda bedbaht bir şehzade , bu haline acıyan ak sakallı bir adamla (Hızır
Aleyhisselam) karşılaşır, şehzadehe birn saadet parolası verir; ona der ki:  -Canın sıkıldığı
zaman Abbas! Diye sesleniver, derhal karşına gaipten bir haremağası çıkar, sofranı kurar,
sevgilini getirir, geçmiş günlerini yeni baştan yaşatır! Ve şehzade bu parolayla kendini avutur.
Burada  Abbas  insanoğlunun  heyhat  ki  sık  sık  başvurmaya   mecbur  kaldığı  hayali  temsil
etmektedir.”  biçiminde açıklamaktadır.
Şiirde:
7Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam
Kur bakalım çilingir soframızı
Dinsin artık bu kalp ağrıs.ı
Şu ağacın gölgesinde olsun;
Tam kenarında havuzun
Aya haber sal çıksın bu gece
Görünsün şöyle gönlünce
İfadelerinden de anlaşılacağı gibi masal motifleri baskındır.  Aynalar şiirinde:
Aynalar, aynalar, sevgili aynalar
Yok beni anlayan, seven sizin kadar
Biçiminde sıkça kullanılan aynalar sözcüğü önemli bir masal motifi olarak görülmektedir. Otuz
Beş Yaş şiirindeki:
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar
İfadesi de aynı masal motifidir.
Cahit Sıtkı’da: masalların yanı sıra  halk hikâyelerine telmihler bolca yapılmıştır. Onun:
Bir Mecnun geçti o çöllerden bir de ben
O iş mi  çektirmedim alemde Kerem gibi
Ferhat gibi gürz mü sallamadım dağlara
Ne Leyla yar oldu bana ne Aslı ne Şirin
Biçimindeki şiirinde bulunan telmihler bu görüşümüzü kanıtlarken,  halk edebiyatının etkisi  de
kuvvetle hissedilmektedir.
Cumhuriyet döneminin bir başka önemli şahsiyeti olan Orhan Veli de, Batı şiirinin yanı
sıra halk şiiri unsurlarından da beslenmiş güçlü bir şairdir.
Orhan Veli halk edebiyatı  türlerinden türkülerin etkisinde kalarak, halk deyimlerini
ustaca kullanmış ve biçim olarak da halk şiiri biçimlerini deneyerek yine şiirlerini bu disipline
yaklaştırmıştır. Orhan Veli’nin :
Çocuk gönlüm kaygılardan azâde
Yüzlerde nur, ekinlerde bereket,
At üstüne mor kâküllü şehzâde
Unutmaya başladığım memleket
Şakağımda annemin sıcak dizi
Kulağımda falcı kadının sözü
Göl başında padişahın üç kızı
Alaylarla Kaf  Dağı’na hareket.
şiiri halk şiirinin etkisini açık bir şekilde gözler önüne seren örnek şiirlerdendir. “Masal” olan
şiirin adı bile halk edebiyatının etkisini çağrıştırmaktadır.
Şiir hece ölçüsüyle yazılmıştır ve halk edebiyatına özgü motiflerle yüklüdür.
Halk  şiirine  yaklaştığı  şiirlerden  biri  de  mani  dörtlüklerinden  oluşturduğu  “Delikli
Şiir”dir.
Cep delik cepken delik,
Kol delik mintan delik,
Yen delik kaftan delik,
Kevgir misin be kardeşlik..!
gibi şiirleri de halk şiirinden beslenen söyleyişler olarak dikkat çekmektedir.
Bilindiği  gibi  Orhan  Veli’nin  şiirlerinde  saz  siirinin  etkisinden  çok  tekerlemelerin,
manilerin ve türkülerin etkisi ön planda görülür.  “İstanbul Türküsü” adlı şiiri halk türküleri
edasıyla yazılan şiirlerin başında gelmektedir.
Şiirde geçen:  “Edâlım / Senin yüzünden bu hâlim”  gibi ifadeler, halk edebiyatından
gelen motiflerdendir.
Halk şiirinden etkilenen diğer bir şairimiz de Ahmet Kutsi Tecer’dir. Her zaman halk
şiirine değer vermiş,  Aşık Veysel,  Aşık Talibi, gibi aşıkların tanınmasına yardımcı  olmuş,
“Sivas Halk Şairleri Bayramı”  adıyla bir broşür çıkarmıştır. Halk şiirine emek vermiş olan
Tecer’in şiirlerinde de bu disiplinden etkilenmesi gayet doğaldır.
8Şiirlerini  hece  ölçüsüyle  yazar.  memleketçi  şiir  akımını  benimsemiştir.  Anadolu’yu
dinler ve onun sesini dinletmeye de kararlıdır. Ona göre, sanatın ve şiirin kaynağı folklordür.
Halk  şiirinin asıl şiirimiz  olduğu görüşündedir. Özellikle koşma  biçimini  çok kullanır. Bu
biçimin içine yeni bir öz koymaya çalışır, söyleyiş bakımından da bir yenilik katar. “Katar, Ölü,
Güvercin, Halay Çeken Kızlar şiirleri…” bu görüşle yazılmış şiirlerdir.
Çekin halay, çalsın durmadan sazlar
Çekin ağır ağır halay düzülsün
Süzülsün oyunlar süzülsün nazlar,
İnce beller, mahmur gözler süzülsün.
Tutun kızlar tutun, birleşsin eller
Çalın sazlar çalın, kırılsın teller
Dönün kızlar dönün, kıvrılsın beller
Siyah, uzun saçlar tel tel çözülsün
Şiirindeki İfadeler bu görüşümüzün kanıtlarıdır.
Hecenin daha çok 6+5 = 11’li; 7+7=14’lü ve duraksız 8’li kalıplarını kullanır.
Genel olarak da dörtlüklerle yazar. Vezni, kafiyesi ve şekli ile şiirin klasik ölçülerine
sadık kalır.
Halkla bütünleşmesini bilen şair, halktaki özü ve engin kültürü keşfeder ve folklorü
şiirlerine taşır.
Çıkarım nişanlım / geliyor diye,
Henüz ötüşürken / köyde horozlar
Girerim yastığım / bekliyor diye
Geç vakit mer’adan / dönerken yozlar
İçimde tutuşmuş / bir demet saman
Bulutlar göğsümde / yükselen duman
Sanırım yollara / baktığım zaman
Atlılar, geliyor / giyinmiş bozlar.
dizeleri buram buram halk şiirinin etkisini taşımakta olup 6+5=11’li hece ölçüsüyle ve koşma
tarzında yazılmıştır.
Ahmet Kutsi Tecer’in “Orda bir köy var uzakta” diye başlayan şiiri de halk arasında bir
marş gibi söylenir ve bizi,  o gidemediğimiz , göremediğimiz  yerlere götürür. Ama oralar
bizimdir.
Günümüz  şairlerinin  önde  gelenlerinden  Cahit  Külebi   de  şiirini  halk  şiirinin  gür
kaynağından  besleyenlerdendir.
Külebi’nin şiirlerinde halk edebiyatı unsurlarıyla en fazla bağdaşan yön köy hayatını
anlatması, bu anlatımda kullandığı dildir.
O’nun dilinde, özellikle anılarını, çocukluğunu, Anadolu’yu anlattığı  şiirleri halk deyim
ve sözcükleriyle yüklüdür. Şiirlerinde Anadolu kilimlerine,  masal ve halk hikâyesi motiflerine:
Kaz Dağı’ndan beyaz bulutlar uçar
Keşiş Dağı’ndan Kerem’in yolu geçer
Çamlıbel’de Köroğlu kalmaz naçar
Kop Dağı’nda öküzlerin çektiği
Türkiye bayrağımız gibi
Dalga dalgadır
Sivas kiliminden yolları
Gökte yıldız kadar köyleri vardır
Masalda iki tel bir birine
Sürtülürse yardımına devler koşar
Senin saçların öyle gür ki
Rüzgâr esse kıyamet kopar
Örneklerinde olduğu gibi özenle yer vermiştir.
9Günümüz  şairlerinin hemen  hemen  hepsi halk şiirinden etkilenmiştir. Çünkü şairler
halktan çıkar. Büyüklerinden dinlediği masallarla, ninnilerle, manilerle büyür. Bir gün  gelir
kendi yazar o manileri, o şiirleri…
Kirazın derisinin altında kiraz
Narın içinde nar
Benim yüreğimde boylu boyunca
Memleketim var      
(B.Rahmi Eyüboğlu)
Gülüp gülüp ağladığım
Böyle zaman zaman nedir?
Duyup duyup söylediğim
Cümlesi yar üstünedir.
(Osman Atila)
Ne yari göğsüme yatırır oldum
Ne bir yol insafa getirir oldum
Yürüye yürüye bitirir oldum
Şu tozlu yolları yar deyi deyi
(Halil Soyuer)
Kimi şairlerimizde son dörtlükte adını söyler, aşıklarımız gibi.
Defne der: ey gül nakışlım
Gülü masiva kokuşlum
Benim İstanbul bakışlım
İlk yazdan mı geliyorsun?
 (Zeki Ömer Defne)
Hey Rıza! Kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın
Sende derya gibi daima taşkın
Daima çalkalanan bir gönül vardır.
(Rıza Tevfik Bölükbaşı)
Halk şiiri yeni şiirimizi sadece dış yapı özellikleri ile etkilememiş, halk şiirinin başta
gelen temaları olan dağlar, turnalar, gurbet, yar  vb.  konuları ile  de etki alanına sokmuştur.
Çıksam şu dağların yücelerine
Eş olsam gurbetin gecelerine
İmrenir dururum gecelerine
Bir ben mi murada eremiyorum
(Orhan Şaik Gökyay)
diyen Orhan Şaik Gökyay gibi pek çok şairimiz şiirini halk şiiri kaynağından beslemiştir.  Halk
şiiri  uçsuz bucaksız bir denize benzer, bu denize dalıp bir avuç kum tanesi çıkararak  bunu el
emeği ile işleyebilene ne mutlu….


  Yrd. Doç. Dr. Mehmet YARDIMCI
devamını okuyunuz... >>

AŞIK EDEBİYATINDA BADE İÇME(RÜYA SONRASI AŞIK OLMA)




Âşık Edebiyatında Rüya Sonrası Âşık Olma (Bade İçme)

Türk kültüründe rüya motifinin izleri çok eskilere kadar gider. Çeşitli efsane ve destanlarda rüya motifine sık sık rastlanmaktadır. İslâm toplumunda da Farabî, İbn-i Haldun gibi âlimler rüyalar hakkında çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır.

Rüya motifi Türk halk edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftir. Genellikle halk hikâyelerinde yer alan bu motif bazı âşıkların hayat hikâyeleri içinde de görülmektedir.

Bu konuda Doğan Kaya;

“Âşık edebiyatındaki rüya motifi kompleks bir yapıya sahiptir. Şöyle ki, rüyasında bir güzele âşık olmakla beraber, âşıklığın vecibelerini de yine rüyasında öğrenir. Böylece sade kişilikten san’atçı kişiliğe geçer. Bu söylediğimiz bilhassa, rüyasında bade içerek âşıklık istidadı kazanma hadisesine bağlı olarak gerçekleşir.”[1]
açıklamasını yapmaktadır.

Âşıklar âşıklığa başlamayı ya da yetişip usta âşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol olan usta yanında yetişme ya da rüyada bade içerek badeli âşık olmaya bağlarlar.

Bade halkbiliminde rakı, şarap gibi alkollü içki anlamına gelmez. Şerbet, su gibi içilecek bir mai olduğu gibi elma, nar, ekmek, üzüm gibi herhangi bir yiyecek de olur. Hatta ele verilen bir saz da bade olmaktadır. Bade içme görülen rüya sonucu manevi bir değişmeye uğramadır.

Âşık edebiyatında bade içme, rüya motifi bir gelenek icabıdır. İnanışa göre âşık olmak için ya usta yanında yetişmek ya da mutlaka “pîr” elinden bade içmek gerekir.

Âşık edebiyatında rüya; kişinin şiir söyleme yeteneği kazanmasında, dini bilgiler ile ledün ilmini öğrenmesinde, kişinin , âşıklık özellikleri kazanmasında önemli etkendir.

Rüya genellikle çocukluk ve gençlik çağında görülür. Badeli âşıklardan Ferrahî 12 yaşında, Musa Merdanoğlu 13 yaşında, Hıfzî 18 yaşında, Pervanî 19 yaşında, Müdamî 14 yaşında, Feymanî 23 yaşında rüya görüp bade içmiştir. 40 yaşının üstünde bade içenlerin sayısı oldukça azdır.

Âşıklar rüya görmeden önce onları bu olaya hazırlayan bazı nedenler vardır. Çıraklık, çevre, saz-söz, maneviyat, sıkıntı ve ani deprasyon gibi nedenlerden sonra rüya görülmekte, bade içilmektedir. Bade bir pîr, üçler, beşler, yediler, kırklar ve Hz. Ali, Hacı Bektaş Veli gibi bir din ulusu tarafından içirilir.

a. Bir pîr tarafından: Ercişli Emrah’a bade bir pîr tarafından sunulmuştur.

b. Üçler tarafından: Nurani yüzlü üç derviş diye nitelendirilen üçler, Kutup ve yardımcıları olan sağ ve sol imamının üçüne birden üçler denildiği gibi, âşık edebiyatında Hızır Nebi, İlyas Nebi ve Kutup Nebi’dir.[2]

Hızır Nebi: Âşık karada dara düşünce yardımına gelir, İlyas Nebi: Âşık denizde dara düşünce yardımına gelir, Kutup Nebi: Kim olduğu hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Orhan Şaik Gökyay tarafından tasavvuftaki derecelerin en yükseğine çıkmış olan ve kendisinde dünyayı idare etme gücünü gören Kutup’un olabileceğini işaret etmektedir.[3] Bardızlı Nihanî'ye üçler bade sunmuşlardır.[4]

c. Beşler tarafından: Beşler âşık edebiyatında Ehl-i beyt yani Hz. Muhammed’in aile efradıdır.

ç. Yediler tarafından: Üçler alemine katılan dört erenle birlikte olan yedi ermiş kişiye yediler denmektedir. Âşık Revaî ve Âşık Burhanî yediler elinden bade içmiştir.

d. Kırklar tarafından: Âşık Kemalî Baba ve Âşık Hüdaverdi’ye bade kırklar tarafından sunulmuştur.

e. Hz. Ali gibi din uluları tarafından: Müdamî’ye badeyi Hz. Ali sunmuştur.

Halk arasında âşıklar için pek çok menkıbe anlatılır. Âşıkların maddi ve beşeri aşktan manevi ve ruhani aşk derecesine yükseldikleri, saz çalıp şiir söylemeyi de ilahi vasıtalarla, yani bir mürşidin, pîrin yahut Hızır’ın rüyada ya da harekette tecellisiyle öğrendikleri ileri sürülür.

1. Rüya Motifinin Aşamaları

Türk Âşık Edebiyatı’na has olan kompleks rüya motifinin planını Umay Günay şu şekilde belirlemektedir:

“I. Hazırlık Devresi

a.      Çocukluk ve gençlik çağının şartları

b.     Karşılaşılan maddi veya manevi sıkıntı

c.     Bir sıkıntı veya bir dilekle uykuya dalış. Aday umumiyetle kutsal sayılan mevkilerde veya ıssız ve uzak, kişinin korku ve yalnızlık duyduğu bir yerde uyuyakalır.

II. Rüya

a.      Kutsal kişilerle kutsal sayılan bir yerde karşılaşma

b.     Pir elinden bade içme

c.     Sevgili veya sevgilinin resmi ile karşılaşma

d.     Aday’ın kutsal kişiler tarafından eğitilmesi, bilmesi gereken bütün bilgileri öğrenmesi

e.      Aday’a mahlâs ve dilinin çözülmesi için ruhsat verilmesi

III. Uyanış

Adayların uykudan uyanmaları da üç ayrı şekilde olabilir:

·        Kahraman kendi kendine uyanır, ilk fırsatta eline geçen bir saz ile başından geçenleri anlatır.

·        Kahraman bir süre (3, 6, 7, 20, 40 gün) baygın kalır ve ağzından burnundan kanlı köpükler gelir. Ehl-i dil bir kişinin sazının tellerine dokunmasıyla kendine gelir

·        Kendi kendine uyanır ama bakışları, hali, tavrı bir acaiptir. Dünya ile ilgisi kalmamış gibidir.[5]

Umay Günay, İlhan Başgöz’ün “Türk Halk Hikâyelerinde Rüya Motifi ve Şamanlığa Giriş”[6] adlı incelemesinden özetleyerek verdiği yazısında rüya motifi ile ilgili şu görüşleri aktarmaktadır:

“Örneklerin pek çoğunda rüya kutsal mevkilerde uyurken görülmektedir. Mezar ve pınarlar rüyaların en çok görüldüğü müşterek mevkilerdir.
Rüyada kutsal bir kişi veya kişiler bazan bir genç kızın elinden kahramana aşk badesi sunarlar. Hızır İlyas, üçler, kırklar, üç derviş, bir pîr, sadece bir yaşlı adam veya yaşlı bir kadın rüyalarda yer alan kutsal kişilerdir.
Kutsal kişilerin çeşitlilik göstermelerine rağmen rüyadaki rolleri hep aynıdır.
Kahramana çok güzel bir kızı tanıttıktan sonra adını ve memleketini söylerler.
Şiirlerinde kullanacağı bir mahlâs verirler.
Kahraman kutsal kişinin elinden badeyi içtikten sonra vücudunu bir ateş sarar. Düşer bayılır, ağzından kanlı köpük gelir. Bu halde 3-6 gün kalır.
Herkes kahramanın deli olduğunu düşünürken yaşlı bir kadın veya erkek sazın teline dokunur.
Saz sesiyle kahraman gözlerini açar. Sazı eline alır, kendine verilen mahlâsla irticalen şiirler söylemeye başlar. Böylece hem badeli hem de Hak âşığı olurlar.” [7]
2. Bade Türleri

Badeli âşıklar daha çok şehir ve cemiyet hayatına uzak kalanlar arasında görülür. Bunlara göre bade Er dolusu ve Pîr dolusu olmak üzere iki türlüdür:

a. Er Dolusu

Er dolusu içen âşıklar kahraman, yiğit ve gözüpek kişi olurlar. Sevdiği için ölümle göğüs göğüse gelir. Maceraları kahramanlıklarla doludur. Köroğlu, Dadaloğlu böyle er dolusu içmiş âşıklardandır.

Köroğlu’nun, Bingöl rivayetine göre bade içme olayı şöyle anlatılır:

“Sultan Murat tarafından babasının gözlerine mil çekilmesi üzerine Köroğlu (asıl adı Ruşen Ali) intikam almak için yurdunu, evini barkını terk eder. Bingöl civarında bir pınar başında üç derviş görür. Selam verir. Dervişler onu davet ederler. Köroğlu da yanlarına oturur. Dervişlerden birisi diğerine sorar:
-Hangi badeden sunalım? Diğerleri, Köroğlu’na bakarlar:
-Er dolusu!
Öteki derviş tası, pınardan doldurarak Köroğlu’na verir, ‘Yaradanın aşkına iç’ der. İçince:
-Aman, derviş baba yandım, der. Derviş bir daha doldurur verir.
-Bunu da iç, pîrler aşkına. Köroğlu ikinci doluyu da içer.
-Aman yandım, bağrımı ateş kapladı, der. O zaman derviş bir bade daha sunar.
-Bu da seveceğin kız aşkına, nasibin üç olsun, der.
Köroğlu üçüncüyü de içince ateş kesilir. Hemen orada eline geçirdiği bir odun saz olur. Başlar Köroğlu en usta âşıklar gibi çalıp söylemeğe.”[8]
Bir şiirinde:

Dadaloğlu’m der de bulandım bendim

Badeyi içti de söylüyor kendim

İzin ver kuluna beyim efendim

Yakın olsun ıraktaki yolları[9]

diyen Dadaloğlu da er dolusu içen badeli âşıkların önde gelenlerinden biridir.

b. Pîr Dolusu

Pir dolusu içen âşıklarsa cefalar çeker, sevdalara düşer, sevgilisinin arkasından yanar tutuşur. Bunlar kahraman değildir, vefakâr ve fedakâr âşıklardır. Ercişli Emrah, Âşık Kerem, Âşık Sümmanî, Âşık Şenlik bunlardandır.

M. Adil Özder:

"Hak Âşığı, Tanrı’nın lütfu ile bir dilbere âşık olur. Rüyasında ya sevgilisi ya da manevi bir âlemde Âşıklar Meclisi kurmuş ‘pîr’ elinden aşk badesi içer. Bu âşık, kendiliğinden deyiş yapabilme kudretine erişmiş, bütün varlığı ile bir sevgiliye bağlanmış. Delişmen bir insandır. Bu tatlı rüyalı uykudan uyandığında kendinden geçmiş şaşkına dönmüştür. Bu inanç, sırf halk inancı değildir. Badeli âşık da bunu böyle bilir, sazıyla, sözüyle etrafına böyle anlatır.”[10]
demektedir.

Duygusal bir yapıya sahip olup ruhunda şairlik olan bazı kimseler bade içmeyi önemli bir ihtiyaç olarak hisseder.

Bulunduğu ortam gereği masal, efsane, halk hikâyesi dinleme, âşıkların sazlı sözlü ortamlarında bulunma gibi nedenlerle gelenekle iç içe olup menkıbelere ait malzemelerle gereği gibi dolar, bir yandan anlatılan bade içme olayları, bir yandan âşıkların ortaya koydukları etkili söz değerlerinden büyük ölçüde etkilenen kişi bu etki ile sıkıntılı bir durumda iken bir gün bahçede, su kenarında ya da mezarlıkta uykuya daldığı zaman Hz. Pîr rüyasına girer.

Bu konuyu M. Uraz şöyle anlatmaktadır:

“Pîr (kudret gülü) dedikleri kolunu uzatır, iki türlü badeden hangisini verecekse; bir, iki, üç... sıra ile verir. Bu badelerden birincisi (Kendi bir, adı bin aşkına), ikincisi (Pîrler aşkına), üçüncüsü de sevdiği kız aşkınadır. Pîr kolunu kaldırır ve altından bir sevgili yüzü gösterir. Âşık onun üzerine atılır. (Pîr) kolunu indirince bir daha görünmez. (Pîr) âşıkı böylece (Çark-ı çember) inden geçirerek aşk, vefa ve fedakârlık işlerinde imtihan ettikten sonra kaybolur.”[11]
Gerek âşk hikâyelerinde gerekse badeli âşıkların âşıklığa başlama olaylarında sık sık sözü edilen uykuda bade içme, bir başka deyimle Buta alma, İslâm dinine göre rüyada da dini ve sosyal bilgiler aldıklarının işareti olarak görülebilmektedir.

Nitekim Peygamberlerin dahi rüyalarında telkinle eğitildikleri inancı yaygındır.

“Miraç kıssasında Resulullah’a bir burak getirildi. Burak merkepten büyük, katırdan küçük, adımını gözünün erişebildiği yerin ilerisine koyan bir binek hayvanıdır. Yine o gecede Resulullah (s.a.v.) Mescid-i Aksa’ya girdi. Orada iki rekât namaz kıldı. Sonra Cebrail (a.s.) ona süt dolu bir kâse getirdi. Resulullah (s.a.v.), süt dolu kâseyi seçti. Bunun üzerine Cebrail(a.s.) ‘Fıtratı seçtin’ dedi...”[12]
Bu inanca paralel olarak bade içme olayına sık sık rastlanmaktadır. Badeli âşıkların hallerine ilk örnek olarak Allah katında verilen şerbetin bedende bir değişiklik, bir canlanış ve kuvvet verdiği bu Miraç mucizesinden çıkartılabilmektedir.

Çıldırlı Âşık Şenlik, bade değil, rüyada Peygamberin cemalini gördükten sonra şiir söylemeye başladığını işaret etmektedir.

Asıl adı Hasan olan Âşık Şenlik henüz l4 yaşında iken babasının tüfeğini alıp ördek avına çıkar. Pusuda av beklerken uykuya dalar. İkinci gün akşamına kadar burada kalır. Hasan’ı arayan ev halkı baygın bir halde buldukları Hasan yaşadığı âlemden uyandığına pişman bir halde etrafında toplananları süzer. Köy imamı ne olduğunu, niçin konuşmadığını sorması üzerine o güne kadar âşıklıkla ilgisi olmayan Hasan:

Rüya-yı âlemde yattığım yerde

Neçe yüzmin hayal güşuma geldi

Üğbe üğ cismime saldı bir ateş

Sevdiğim salatım düşuma geldi

dörtlüğü ile başlayan bir şiir okur. İmam okuduğu şiirde tabşırdığı Şenlik’in kim olduğunu sorunca etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında:

Yığılın ahbaplar yaren yoldaşlar

Bir sağalmaz derde düştüm bu gece

Hikmet-i pîr ile âb-ı zülalden

Kevser bulağından içtim bu gece

Kudret mektebinde verdiler dersi

Zahirde göründü arş ile kürsi

Hıfzımda zapt oldu Arabî Farsî

Lügat-i imrani seçtim bu gece

Sefil Şenlik Hak’tan buldu kemali

Bu fikirle vasf-ı halin demeli

Bedirlenmiş gördüm güzel cemali

Tagayyır hal olup şaştım bu gece

Hasan bu rüyalar âleminde, pîr elinden bade içerek hem sevdiği salatına (ibadetine) olan aşkını, hem de şairlik kudretini bulduğunu anlatmaktadır. Ayrıca ilahi kudretten Arapça, Farsça ve İmran (İbrani) dilini öğrendiğini, Tanrı’nın cemalini gördüğünü haber verir. Bu günden sonra da Âşık Şenlik adı ile bilinip tanınmaya başlar.[13]

Rüyalarında Hz. Muhammed’i görüp âşık olanların sayıları çoğaltılabilmektedir. Bu konuda Umay Günay iki örnek göstermektedir. Bu örneklerin birinde:

“Türkmen şairi Mahdum Kulu, rüyasında Mekke’ye gider, Hz. Muhammed’in huzuruna çıkar. Peygamber Mahdum Kulu’na dua eder ve alnının ortasına vurur. Sonuçta Mahdum Kulu bir şair olur.”
demekte; diğer örnekte ise:

“Şeyh Şemseddin Mardinî rüyasında Hz. Muhammed’i görür. Hz. Muhammed’in Şeyh Bedreddin’e bir parça et sunmasından sonra mistik uyanış başlar.”[14]
denmektedir.

Bade içme olayı genellikle erkeği daha çok etkilemektedir. Bade içen âşığın ağzından köpükler gelir, abuk sabuk şeyler söyler, sayıklar. Tecrübeli kimseler bu durumun bedeni bir hastalık değil, ruhi ve aşk hastalığından olabileceğini işaret ederler. Gence saz çalınarak uyandırılmaya çalışılır.

Sazın sesine uyanan genç o güne kadar saz çalmasını bilmemesine rağmen eline verilen sazı çalar. Bunun ilginç örneği Narmanlı Âşık Sümmanî’nin bade içme ve âşıklığa başlama olayı şöyle anlatılır:

“Küçük Hüseyin bir gün yine Aylak Taşı denen yerde danaları otlatırken uyuyakalmış ve güya rüyasında gösterdikleri Bedehşan Emiri’nin kızı Gülperi’ye âşık olmuş, uyandıktan sonra da kendi kendine koşmalar düzmeye başlamıştır.”[15]
Bir başka kaynakta da Sümmanî’nin bade içme olayı şöyle belirtilmektedir:

“Girdiği komadan ikinci gün uyandırılan Sümmanî’nin ağzından köpükler gelmekte, sayıklamaktadır. Kendisine derdinin ne olduğu sorulur. Sümmanî, saz ister ve gece dolaştırıldığı hayali alemi sazı ile:
Uyandım uykudan oldum perişan

Bir nur doğdu, oldu âlem ürüşan

Geldi selam verdi, üç tek dervişan

Lisanları bir hoş, sedası tek tek” [16]

biçiminde dile getirir.

Âşık Mâhir’in bade içtikten sonra Âşık Muhibbî tarafından deyişlerle gafletten uyandırma olayı da şu şekildedir: Yusufeli’nin İnanlı köyünde henüz 16 yaşındaki Osman evinde uyuyakalır. O gece rüyasında pîr badesi içer ve sabahleyin uyanamaz. Osman ölmüş derler. Bir kişiyi kefen alması için komşu köy olan Âşık Muhibbî’nin köyü Erkines’e gönderirler.

Adam kefeni getirirken yolda Âşık Muhibbî’ye rastlar. Olanları Muhibbî’ye anlatır. Muhibbî, o çocuk ölmemiş olabilir. Kefeni aldığın yere bırak, sazımı bizim evden al getir der. Adam şaşkınlıkla geri döner, kefeni bırakıp sazı alıp gelir. Muhibbî, sazla gelince köylüler bu acılı günde niye sazla geldi diye söylenmeye başlarlar. Muhibbî, baygın halde yatan Osman’ın baş ucuna oturur. Sazı ile söylemeye başlar ve:

Ne düşmüşsün çocuk hab-ı gaflete

Uyan yavru uyan göreyim n’olmuş

Uğradın mı erenlerin şehrine

Aç gözün gafletten sorayım n’olmuş

Pîrler neşe olmuş şirin sesinden

Bir bade içtin mi kırklar tasından

Sen de giyindin mi aşk libasından

Uyan yavru uyan göreyim n’olmuş

Âşıklar aşk ile odlara yana

Hasreti kâr ede o şirin cana

Baksana Muhibbî çağırır sana

Uyan da kalk yavru sorayım n’olmuş”[17]

Muhibbî’nin sazı ve sözü ile Osman uyanır. Rüyasında başından geçenleri Muhibbî’ye beş dörtlüklü bir şiir olarak söyler. Bu şiirde:

Uyurken yanıma geldi erenler

Düşersin azizim nâra dediler

Aşk elinden hemen kaçınır olma

Açarsın sinende yara dediler

ve

Gideceğim ben bu aşk’ı tarıkta

Âşıkım da ârifim de fârıkta

Bin iki yüz seksen iki tarihte

Mahir ismim âşıkâre dediler[18]

diyerek hem badeli bir âşık olduğunu, hem de mahlâsının rüyasında pîrler tarafından Mahir olarak verildiğini işaret eder. Âşıklar kimi şiirlerinde bade içtiklerini dile getirmektedirler. Bunlardan Şenlik:

Rüya-yı âlemde yattığım yerde

Neçe yüzmin hayal gûşuma geldi

Üçbe üç cismine saldı bir ateş

Sevdiğim salatın düşuma geldi[19]

biçiminde belirtirken; l9. yüzyılın değerli âşıklarından olup Kayseri’nin Molu köyünde dünyaya gelen Revaî bade içişini:

Muhabbetle dolanırdın başımda

Haram kaynatmadım tatlı aşımda

Aşkın deryasına daldım düşümde

Dizlerinde yatıp uyurken anam[20]

biçiminde işaret etmektedir.

Posoflu Zülalî de badeli âşıklardan olup bade içme olayı şöyle anlatılmaktadır:

“Yusuf l2 yaşlarında Suskap’taki evlerinin önünde oynarken, yerde bir elma bulur. Elmayı eline alır ve ısırır; bakar ki, elma donmuş. Eve gelir ve elmayı bir köşeye koyar; amacı elmanın çözülmesidir.
Tekrar sokağa çıkıp oyuna dalan Yusuf, eve döndüğünde elmayı koyduğu yerde bulamaz. Hane halkından birisinin yediğini zannederek üzüntüye kapılır. Üzüntü giderek bütün benliğini sarar ve hastalanıp yatağa düşer. Bir süre sonra iyileşip ayağa kalkmıştır ama adeta Mecnun gibidir; kimi zaman dalgın, kimi zaman gamlı, kederli ve anlayamadığı duygular içinde...
Bir gün amcalarıyla birlikte at arabasıyla tarlaya gitmek üzere evden ayrılır; araba köyün kenarındaki mezarlığa gelince Yusuf fenalaşır; arabadan düşer, yuvarlana yuvarlana bir mezar taşının yanına varır.
Arabanın önünde oturan amcaları Yusuf’un düştüğünü fark etmezler ve yollarına devam ederler. Tarlaya geldikleri zaman Yusuf’un arabada olmadığını anlayınca telaşlanıp aramaya çıkarlarsa da bulamazlar.
Yusuf, mezar taşının yanında kendine gelip de gözlerini açtığında ak saçlı, saçları sakalları bir birine karışmış üç adamı baş ucunda görür.
Bunlar Yusuf’a sorarlar:
-Oğlum, sen hasta mısın, nedir bu halin?
Yusuf bir hastalığı olmadığını, içinde bir sıkıntının bulunduğunu, başının dönüp arabadan düştüğünü söyler.
İhtiyarlar ceplerinden kırmızı, yeşil ve beyaz renkli birer kâğıt çıkartıp Yusuf’a uzatırlar ve okumasını isterler. Ayrılırken de Yusuf’a:
-Oğlum bundan sonra senin adın Zülalî olsun ve Allah şifalar versin, deyip, ortadan kaybolurlar.
Üç pir-i fani’nin ayrılmalarından sonra Yusuf’un karşısına nur topu gibi bir kız dikilir. Kız cebinden bir taş çıkarıp Yusuf’a uzatır ve der ki:
-Bir sorunla karşılaşırsan bu taşı gözünün önüne getir, ben o anda orada olurum. Yusuf şaşkına döner, ne yapacağını, ne edeceğini bilemez ve orada Yusuf’la kız arasında karşılıklı bir deyişme vuku bulur.
Yusuf, sokakta oynarken bulup ısırdığı, ama dişleyemediği sonra da eve getirip bıraktığı, fakat kaybolduğunu görüp üzüldüğü, o elma olayından sonra, meğer her gün düşünde bu kızı görüyor ve kızın hayali onu deli ediyormuş.
Aralarında geçen deyişmeden sonra kız yine kaybolup gitmiş. Yusuf kızı ve taşı göremeyince üzüntüden yine kendini kaybetmiş. O baygınlık sırasında, rüyasında bir pîr görmüş. Zülalî elindeki sopayı saz çalar gibi tutup, pîr’e seslenmiş. Pir Zülalî’nin elindeki sopayı da sazı da eleştirir ve saz çalmanın günah olduğunu söyler; sonra bir ayak da kendisi açar. Deyişme bitince pîr Zülalî’ye on yıl süreyle saz çalmayı yasaklıyorum, der ve kaybolur.
Bu olaylar cereyan ederken Zülalî’nin amcaları tarladaki işlerini bitirip köye dönerler; bakarlar ki Yusuf evde de yoktur. Ev halkı hep birlikte aramaya çıkarlar. Bakarlar ki Yusuf mezarlıkta bir mezar taşının dibinde baygın halde yatmaktadır. Eve getirirler ise de Yusuf kendinde değildir. Kimi cin çarpmış der, kimi başka teşhis koyar. Oysa Yusuf bade içmiş ve badeli bir âşık olmuştur.”[21]
Şeyma Güngör'ün anlattığına göre

"Sabire Güler'e bir gece rüyasında postacı bir mektup getirir, içinde şu mısralar yazılıdır:
Yavrum mektup yazmış ne hoş kelamı
Kelamlar içinde vardır selamı
Yavrum selamların başım üstüne
Yavrum mektup yazmış elinde kalem
Yavrum hasretliktir bağrımı delen
Sabire Güler heyecanla uyandığında rüyasındaki deyişi hatırladığını fark ederek onu kâğıda geçirir ve söylediklerinin manzume olduğunu görür.
Gök gürledi şimşek çaktı
Yağmur yağdı başıma
Kurumuş bir ağaçtım
Yeşerdim kırk yaşımda
Attım derdi tasayı
Yeşillere boyandım
Ben bir ezan sesiyle
Rüya imiş uyandım
Geldi bana bir sevda
Ey kulum etme tasa
Başında cennet tacı
Eline verdim asa
Böylece kırk yaşında 'rüyadan sonra' içinden gelen ilhamla irticalen şiir söylemeye başlar"[22]
3. İçilen Badeler

Aşk badesi her zaman bir çeşit mai (içecek) olmayıp çeşitli yiyecekler, yutulan bir şey, eline verilecek bir saz, okutulan bir âyet vb. de olabilmektedir.

Âşık Efkarî:

Bilmez idim uyumuşum

Kasımoğlu pınarında

Bir dolu verdiler içtim

Kasımoğlu pınarında

Bir pîrin öptüm elini

Gösterdi aşkın yolunu

Oldum hem aşkın bülbülü

Kasımoğlu pınarında

Zannettim doğdu ay durdu

Bana bir narı saydırdı

Üç tanesini yedirdi

Kasımoğlu pınarında[23]

deyişinde belirttiği gibi hem bade içmiş, hem de bade olarak nar yemiştir. Âşık Pervanî’nin de bade olarak pîr elinden üç üzüm tanesi yediği anlatılmaktadır.[24]

Âşık Veysel Deniz Şahbazoğlu ise rüyasında incir yedikten sonra âşık olur. Er Mustafa’nın bade içme olayı için:

“Kendisine Hızır tarafından bir elma verildi. Yarısını kendisi, yarısını karısı yedikleri taktirde iyi bir âşık olacakları söylendi. Kadından âşık mı olur, diye karısına hiç bir şey vermeyip hepsini kendisi yedi. Neler olduysa işte bundan sonra oldu, ölünceye kadar kaynayıp coştu.”[25]
denmektedir.

Bayburtlu Celâlî’nin bade olayında koluna bilezik takıldığı anlatılır.

Şavşatlı Âşık Kara’nın ise rüyasında Pîr tarafından kendisine verilen elma çekirdeğini yiyerek âşık olduğu anlatılmakta ve:

Bana ne olduysa Mevlâmdan oldu

Bir dane çiğitle gönlümüz doldu

Yetişti imdada bir baba geldi

Âşık Kara ile yarıştı bugün[26]

dizelerinde belirtilmektedir.

Âşık Dede Kasım Pîr elinden “lavaş” (Bir çeşit pide) yiyerek âşık olmuştur.[27]

Asıl adı Ali olan Âşık Kul Sabri tanımadığı bir kızın verdiği elmayı yiyerek âşık olur.[28] Âşık Derdiçok’un ise Ashab-ı Kefh’i ziyaretleri sırasında yedilerden Yemliha ya da üç pir-i faninin ağzına mısır akıtmasından sonra dilinin çözülüp âşık olduğu anlatılır.[29]

Bayburtlu Celâlî’nin bade olayında koluna bilezik takıldığı söylenir:

“Rivayete göre, Celâli çobanlık yaparken bir gün dağda uyur ve koluna erenler tarafından bilezik takılır; uyandığında kendinden geçmiş bir halde divânelik alametleri göstererek güttüğü danaları güpegündüz köye getirir. Celâlî’nin bu halini görenler hemen köyün hocasını çağırarak derdine çare aramaya koyulurlar. Hocayı başucunda gören Celâlî badesini:
Pîr destinden nûş eyledim bu âbı
Anda açılmıştı aşkın kitabı
Yegân yegân sor ki verem cevabı
Bu gün gam kervanım kalkıyor hocam
biçiminde dile getirir".[30]
Kaygusuz Abdal’ın bade olayı ise rüyada olmayıp gerçekte vukubulan bir olaya bağlanmaktadır.

Kaygusuz Abdal mürşidi Abdal Musa’ya kırk yıl hizmet eder. Bir gün şeyhine :

Hal diliyle icâzet ister Kaygusuz Abdal

Şahım ihsan kıl kuşum uçdı giderem ben

dizeleri ile biten şiirini okuyup icazet ister. Bunun üzerine Abdal Musa:

“Bana divit ve kalemi getirin, diye emretti. Dervişler istenilenleri getirip hazır eylediler. Sultan kalemi kâğıdı alıp Kaygusuz’a bir icâzetnâme yazdı.
Kaygusuz Abdal icâzetnâmeyi aldı, şeref-i dest buûs kıldı. Tazarru ve niyaz edip meskenet gösterdi. Makamına geldi, karar eyledi. Şevk ve muhabbetinden ona bir susuzluk ârız oldu. Bir keşkül içine bir parça yoğurt koyduktan sonra üzerine su katarak ayran yapar ve erenlerin yazıp verdiği icâzetnâmeyi ufak parçalar halinde ekmek lokması gibi ayranın içine doğrayarak içer. Zira bu icâzetnâmeyi en iyi bir şekilde yemek suretiyle kalbinde saklayabileceğini gönlünden geçirmiştir. Bu hali gören dervişler taaccüp edip, durumu hemen Abdal Mûsâ Sultan’a haber verdiler. ‘Sultanım, bir divaneye bunca zahmet çeküb mübarek elinizle icâzetnâme yazıp verdiniz. o bunun kadr ü kıymetini bilmeyüb yoğurt içine doğrayıb yedi.” diye şikâyette bulunurlar. Abdal Mûsâ Sultan bu haberi işitince sadece tebessüm eder ve ‘Bana kaygusuz’u çağırun, haber sorayum niçün böyle eylemiş?’ der. Abdal Mûsâ Kaygusuz Abdal’a sorar:
‘- Niçün böyle eyledün?’
Kaygusuz özrü niyaz eyleyerek şöyle cevap verir:
‘-Sultanum, sizin yadigârunuzu saklamağa hiç bundan daha ma’kûl bir yir bulamadım. Kendü kalbümde saklayım’. Bu cevap Sultan’ın hoşuna gitti ve şöyle dedi:
‘-Başka kimseler dışarudan söyler, sen içünden söyleyesün’. O saat Kaygusuz’un gözü gönlü açıldı ve söylemeğe başladı”.[31]
ifadesinde belirtildiği gibi şeyhinin verdiği icazetnamenin yutulmasıyla gerçekleşmiştir.

 Âşık Nevruz Bacı ise:

Ben de hayran oldum senin halına

Rüyamda bir saz verdiler elime

Saz ile oturdum tren yoluna

Tren durur aşkın treni durmaz[32]

deyişinde badesinin eline verilen bir saz olduğunu işaret eder.

Günümüzde ünü oldukça yaygın olan ve âşıklık geleneklerini ustaca sürdüren âşıkların önde gelenlerinden Murat Çobanoğlu’nun bade içme olayını ise Umay Günay, âşığa, mühürlü bir ferman ve Kur’an’dan ayet okutulduğunu işaret edip rüya olayını şu şekilde tahlil etmektedir:

“I. Hazırlık safhası

a. Murad Çobanoğlu l940 yılında Kars’da doğmuştur. Âşık Şenlik’in yetiştirdiği usta bir âşık olan olan Gülüstan Çobanoğlu’nun oğludur. Kendini bildiği çağdan itibaren saz ve söz meclislerinde büyümüştür. İlkokul beşinci sınıftan ayrılmıştır.
b. Yaylaya göçlerini taşıdıkları sıcak bir günde çok susar.
c. Bir kayanın dibinde su içmek için eğildiğinde uyuyakalır.
II. Rüya

a. Bir sedirde oturan üç derviş görür.
b. Dervişlerden biri Çobanoğlu’na su verir, Çobanoğlu verilen suyu içer, içi büsbütün yanmağa başlayınca bunun bade olduğu aklına gelir.
c. Önde duran derviş, mühürlü bir ferman okutur. Çobanoğlu’nu da aralarına alarak Kur’an’dan âyetler okuturlar.
III. Uyanış

Pınarın yanında kendi kendine uyanır.
IV. İlk deyiş

Uyanır uyanmaz ilk deyişini söylemeye başlar:
Leylayı kadir cuma gününde
Derin bir uykuda divan gördüm
Üç derviş oturur sagi önde
Sima bedir nuru nişanı gördüm
Üçü kadem bastı geldi yanıma
Sandım ki ateş düştü canıma
Göz çevirdim baktım her bir yanıma
Yazılmış mühürlü fermanı gördüm
Fermanı alınca öndeki derviş
Okudu harfleri ser oldu beyhuş
Duman aldı gözüm olmadı görüş
Kesildi ışıklar zındanı gördüm
Murat Çobanoğlu sır oldu beyan
Üç beş ayetinden okuttu Kur’an
Aşk badesini verdi bilmedim o an
Uyanır uyanmaz cihanı gördüm”[33]
Âşıkların bazıları birkaç defa rüya görüp, birden fazla bade içmişlerdir. Bunlardan Âşık Kemâlî, altı ay her gece rüyasında sağ tarafına döndüğü zaman sarı bir kâğıt üzerine yazılmış yazılar görür. Bir gece rüyasında yazıları sesli okurken annesi uyandırır. Bir daha rüya görmez fakat kendi kendine koşmalar söylemeye başlar.[34]Âşık Sümmanî, Hızır’ı üç defa rüyasında gördüğünü anlatmaktadır.[35] Âşık Reyhanî ve Âşık Zülalî iki defa rüya görürler,[36] Âşık Hicranî de iki defa rüya gördüğünü anlatan âşıklardandır.[37]

4. Karşılıklı Bade İçme

Bade içme olayı kimi zaman karşılıklı olmakta, hem âşığa hem de seveceği kıza bade içirilip karşılıklı âşık edilmektedir. Pek çok örneği olan bu durumun ilginç örneklerinden birisi Asuman ile Zeycan hikâyesinin kahramanları arasında geçenidir. Hikâyede bu kısım şöyle anlatılır:

“Asuman abdest alıp iki rekat namaz kıldı ve Cenab-ı Hakdan hacet dileyip yattı. Bir de rüyasında ihtiyar ve ak sakallı bir derviş, kucağında Zeycan Hanım olduğu halde geldi.ve Asuman’a: ‘Oğlum, bu kızın elinden aşkın dolusunu iç!’ dedi. Asuman dahi, Zeycan’ın elinden bade-i aşkı alarak içti ve o dakikadan itibaren Zeycan’ın aşkı ile yanıb tutuşmağa başladı. Zeycan’a dahi, aynı hal vaki olmuş ve Asuman’ın elinden bade-i aşkı içmişti.
Sabah oldukda Asuman’ın ağzı köpük içinde kalmış olduğu halde validesi tarafından uyandırılarak: ‘Haydi oğlum, geç kaldın, üstadına git!’ dedi. Asuman çarşıya geldiği zaman vakit epey geçmişti. Üstadları biraz darıldıktan sonra sazı Asuman’ın eline vererek talim ettirmek istediler. Asuman ise üstadının çaldığını beğenmeyerek: ‘Şöyle yapın!’ diyerek bir taksim yaptı. Üstadları şaşırıp: ‘Asuman, sen bunun türküsünü dahi biliyor musun?’ dediler. Asuman: ‘Evet, biliyorum.’ diyerek eline sazı alıb şöyle beyitleri söyledi.
Aldı Asuman:
İstemem tabibi Lokman’ı buldum
Gizli yâreleri deşdim ne dersin
Hakkın hikmetiyle ummana daldım
Bahar seli gibi coştum ne dersin
Selâm verdim selâmımı aldılar
Gönlümdeki muradımı bildiler
Bir kadeh âb-ı hayattan verdiler
Aşkın dolusunu içtim ne dersin
Bir kadeh içmişim âb-ı hayattan
Âşıklar bir birini bulur gâibden
Pirim bana dedi: ‘Oku âyetten’
Aşkın kitabını açtım ne dersin
Asuman’a erdi pirin amanı
Yanar yüreceğim çıkmaz dumanı
Hesap ettim yerin göğün katını
Hakkın hikmetine şaştım ne dersin
deyip kesti.
Üstadları beğenerek hayrette kaldılar. Asuman oradan kalkıb doğru eve geldi.
Diğer taraftan Zeycan dahi sabahleyin ağzı köpük içinde kaldığı halde uykudan uyanıb gelen cariyeler hayrette kaldılar ve ‘küçük hanım, size ne oldu?’ dediler.
Konağın içindeki gürültüden Zeycanın validesi dahi hayrete düşerek esbabını anlamak için Zeycanın yanına geldi.
Gördü ki kızda başka haller var. O da sabr edemeyerek: ‘Kızım, bu halin nedir?’ dedi. Zeycan, validesinin bu sualine: ‘Bu gece aşkın dolusunu içtim. Eğer arzu ederseniz size birkaç beyit söyleyeyim, bana bir saz getireyim!’ dedi. Hemen bir saz getirib Zeycanın eline verdiler.
Zeycan, sazı eline alıb bakalım ne dedi:
Aldı Zeycan:
Dün gece rüyamda oldum divane
Vardığım kırkların yoludur yolu
El bağlayıb durdum anda divana
Sundular bir kadeh doludur dolu
İçmişim doluyu sarhoşum daim
Gizli sırlarımı kime diyeyim
Çıkarıb beyazı kara giyeyim
Ko bana desinler delidir deli
Âşıklar dersini okuyub yazar
Pirim bana bugün eyledi nazar
Yetmiş iki millet Hak deyib gezer
Cümlesi Mevlânın kuludur kulu
Benden selâm edin nazlı yârime
Canlar dayanır mı ah ü zârime
Genç yaşımda hizmet ettim pirime
Zeycan âşıkların gülüdür gülü
 deyip kesti”.[38]
Posoflu Âşık Ummanî ve sevgilisi Melahat da karşılıklı bade içenlerdendir. Ummanî bir kış günü köyüne dönerken bir tipiye tutulur. Bir taşın dibine çöker, soğuktan bayılır, kendinden geçer ve rüyalara dalar. Artık sıcak ve dayalı döşeli bir odanın içindedir.

Odadaki dervişlerle iki rekât namaz kılar. Dervişler ona okunmuş bir şerbet içirirler. Sevgilisi Melahat Hanım’ı gösterirler. Soyup dörde böldükleri elmanın bir parçasını Melahat Hanım’a verdiklerini söyleyip üç parçasını Ummanî’ye yedirirler. Bu elma her ikisinin de kalbini aşk ve ilhamla doldurur.[39]

5.Bazı Âşıkların Bade İçişlerini İfade Ediş Biçimleri

Badeli âşık olduklarını şiirlerinde ifade eden âşıkların bazıları badeli oluşlarını şöyle işaret etmişlerdir:

Âşık Garip:

İçmişem bir bade düşmüşüm derde

Canım kurban olsun merd oğlu merde

Sorar ki bana vatanın nerde

Ağlarım sızlarım hiç kimsem yoktur[40]

Ruhsatî:

Ben değilim Hak söyletir dilimi

Bade içtim kimse bilmez halimi

Şu yalan dünyadan çektim elimi

Meftunî nihan var sen ne olacaksın[41]

Bayburtlu Celalî:

Pîr elinden nûş eyledim bu âbı

Anda açılmıştı aşkın kitası

Erenler şahından bir nâme oldum

Dilim ezber etmiş okuyor hocam[42]

Pir Sultan Abdal:

Pîr elinden dolu içtim

Doğdum elinize düştüm

Ak cenneti gördüm geçtim

Hünkâr Hacı Bektaş Veli[43]

Tutaklı Divanî:

Tarih bin dokuz yüz otuz üçünde

Bir Kadir gecesi şerbetlenmişim

Alem-i manâda rüya içinde

Ben bir bitmez dertle firkatlenmişim[44]

Darendeli Fethi Baba:

Ağlatmak isterse Mevlâ bir kulu

Pîrler ona verir manada nolu

Kırklar meclisine uğrarsa yolu

Ona verin içsin bir bade derler[45]

Halk inanışına göre Hızır “Nebi”, sofi inanışına göre ise “Veli”dir. Tasavvuf ve tarikat inanışlarına göre her devrin bir hızırı vardır. Sünni âşıklarda doluyu içirici ve imdada yetişici olan:

Yatar iken üstümüze geldi erenler

Yatan ne yatarsın uyan dediler

Elinde badesi karşımda Hızır

Al bu badeleri iç kan dediler” (Kurbânî)

deyişinde olduğu gibi Hızır’ın yerine; Alevi ve Bektaşî âşıklarında yine Hızır ve Pîr olmakla beraber bazan da:

Ali’m bana neler etti

Aldı elim dara çekti

Üstüme yürüyüş etti

Elindeki dolu ile[46] (Hatayî)

örneğindeki gibi Hz. Ali almaktadır.

Halk inanışına ve badeli âşıkların şiirlerinde işaret ettiğine göre bade Hızır Nebi’nin yerine üç pîrin bir arada sundukları;

Mist ü amber gibi geldi reyhası

Beyaz yeşil taşlı boydan libası

Sundular üçü de üç dolu tası

Hak-i pâyine yüz sürenlerdeniz[47] (Nihanî)

deyişinde belirtildiği gibi anlaşılmaktadır.

Badeyi âşığa bazan da pîr ve mürşitlerin aracılığı ile:

Rûzide dalmışım gaflet şehrine

Pîrler gelip öğüdümüz al dedi

Ellerinde dolu kadeh badeler

Esma Han Aşkına bade al dedi

Esmahan getirdi badeyi verdi

Pîrler dua kıldı bana el verdi

Dediler çekersin bir zaman derdi

Üç yıl bey gün vadesi var bil dedi[48] (Muhibbî)

örneğinde olduğu gibi seveceği güzel sunmaktadır.

6. Badeli Âşıkların İçtikleri Badeye Göre Sınıflandırılması

A. Bir Sıvı İçerek Badeli Âşık Olanlar

l. Su içenler

a. Köroğlu (16. Yüzyıl)[49]

b. Âşık Hüdaverdi (19. Yüzyıl)[50]

c. Revaî (19. Yüzyıl)[51]

ç. Âşık Duran Şıhlıoğlu (20. Yüzyıl)[52]

d. Âşık Emsalî (20. Yüzyıl)[53]

e. Âşık Feymanî(20. Yüzyıl)[54]

f. Âşık İhsan Kemalî (20. Yüzyıl)[55]

g. Âşık Kara Mehmet (20. Yüzyıl)[56]

ğ. Âşık Kemalî (20. Yüzyıl)[57]

h. Murat Çobanoğlu (20. Yüzyıl)[58]

ı. Şeref Taşlıova (20. Yüzyıl)[59]

i. Kul Gazi (20. Yüzyıl)[60]

2. Şarap İçenler

a. Âşık İsmail (19. Yüzyıl)[61]

b. Âşık Dertli Polat (20. Yüzyıl)[62]

c. Âşık Meyyitî (20. Yüzyıl)[63]

3. Şerbet İçenler

a. Âşık Derdimend (20.Yüzyıl)[64]

b. Âşık Dindarî (20.Yüzyıl)[65]

c. Âşık Efkârî (20. Yüzyıl)[66]

ç. Âşık Fakir Kul (20. Yüzyıl)[67]

d. Âşık Feryadî (20. Yüzyıl)[68]

e. Âşık Kaynarî (20. Yüzyıl)[69]

f. Âşık Müdamî (20. Yüzyıl)[70]

g. Şarkışlalı Âşık Talibî (20. Yüzyıl)[71]

ğ. Âşık Yanık Umman (20. Yüzyıl)[72]

h. Merdanoğlu (20. Yüzyıl)[73]

B. Bir Şey Yiyerek Badeli Âşık Olanlar

1. Elma yiyenler

a. Âşık Er Mustafa (19. Yüzyıl)[74]

b. Âşık Kul Sabri (19. Yüzyıl)[75]

c. Âşık Ummanî (20. Yüzyıl)[76]

ç. Âşık Kara (20.Yüzyıl)(elma çekirdeği)[77]

d. Zileli Âşık Aydın Ali (20. Yüzyıl)[78]

2. Kâğıt yiyenler

a. Kaygusuz Abdal (14. Yüzyıl) [79]

3. Ekmek Yiyenler

a. Âşık Dede Kasım (18. Yüzyıl) (lavaş denilen açık ekmek)[80]

4. Mısır yiyenler

a. Âşık Derdiçok (20. Yüzyıl)[81]

5. Üzüm yiyenler

a. Âşık Pervanî (20. Yüzyıl)[82]

6. İncir yiyenler

a. Âşık Veysel Deniz (20. Yüzyıl)[83]

C. Bir Dedenin Ağıza Tükürmesiyle Âşık Olanlar

a. Dertli Haydar (20. Yüzyıl)[84]

Ç. Bir Din Büyüğünü Rüyada Görerek Badeli Âşık Olanlar

l. Rüyasında Peygamberi Görenler

a. Âşık Mustafa Temiz(20.Yüzyıl), (Hz. Muhammed)[85]

b. Âşık Sağlam, (20. Yüzyıl),(Hz. Muhammed)[86]

c. Âşık Sanatî (20. Yüzyıl), (Hz. Muhammed)[87]

ç. Kaynar (20. Yüzyıl), (Hz. Musa)[88]

d. Âşık Erdemli (20. Yüzyıl), (Hz. Davud)[89]

2. Hz. Ali’yi Görenler

a. Âşık Kurbanî (20. Yüzyıl)[90]

b. Müdamî (20. Yüzyıl)

3. Pir ya da Hızır’ı Görenler

a. Âşık Noksanî (18. Yüzyıl),[91]

b. Âşık Kul Himmet Üstadım (19. Yüzyıl)[92]

c. Âşık İzzet (20. Yüzyıl)[93]

ç. Âşık Hasan Aslan (20.Yüzyıl)[94]

d. Derdimend (20. Yüzyıl)[95]

4. Hz. Hüseyin’i Görenler

a. Âşık Sefil Rıza (20. Yüzyıl)[96]

5. Üçler'i Görenler

a. Bardızlı Nihanî (20.Yüzyıl)[97]

6. Yediler'i Görenler

a. Revaî (20. Yüzyıl)[98]

7. Kırkları Görenler

a. Âşık Seyranî, (19. Yüzyıl)[99]

b. Âşık Kemalî Baba (20. Yüzyıl)

c. Âşık Hüdaverdi (20.Yüzyıl)

D. Rüyasında Bir Âşığı Görerek Âşık Olanlar

1. Yunus Emre’yi Görenler

a. Âşık Canımoğlu (20. Yüzyıl)[100]

2. Hataî'yi Görenler

a. Fakir Edna(20. Yüzyıl)[101]

3. Niyazi Mısrî'yi Görenler

a. Seyit Yayçın (20. Yüzyıl)[102]

4. Ruhsatî'yi Görenler

a. Emsalî(20. Yüzyıl)[103]

b. Tabibî, (20. Yüzyıl)[104]

5. Âşık Veysel'i Görenler

a. Ali Tan (20. Yüzyıl)[105]

E. Rüyasında Mektup Okuyarak Âşık Olanlar

a. Sabire Güler (20.Yüzyıl)[106]

F. Rüyasında Eline Saz Verilmesiyle Âşık Olanlar

a. Âşık Ömer (17. Yüzyıl)[107]

b. Âşık Kul Aşur (20. Yüzyıl)[108]

c. Âşık Nevruz Bacı (20. Yüzyıl)[109]

ç. Âşık Mehmet (20. Yüzyıl)[110]

d. Âşık Zamanî (20. Yüzyıl)[111]

G. Rüyasında Bir Güzeli Görerek Âşık Olanlar

a. Âşık İrfanî Hoca (18. Yüzyıl)[112]

b. Âşık Ali (20. Yüzyıl)[113]

c. Âşık Ferrahî (20.Yüzyıl)[114]

ç. Kul Ahmet (20. Yüzyıl)[115]

d. Âşık Recep Hıfzî (20.Yüzyıl)[116]

e. Musa Merdanoğlu (20. Yüzyıl)[117]

f. Hafız Kâmil (20. Yüzyıl)[118]

g. Talibî (Kılıç) (20. Yüzyıl)[119]

ğ. Talibî (Coşkun) (20. Yüzyıl)[120]

Ğ. Mahlâsını Gördüğü Rüyadan Alan Âşıklar

a. Âşık Mahzunî (19. Yüzyıl)[121]

b. Âşık Zihnî (19. Yüzyıl)[122]

c. Âşık Derdanî (20. Yüzyıl)[123]

ç. Âşık Divane (20. Yüzyıl)[124]

d. Âşık Divanî (20. Yüzyıl)[125]

e. Âşık Merakî (20. Yüzyıl)[126]

f. Âşık Gâhirî (20. Yüzyıl)[127]

g. Âşık Meydanî (20. Yüzyıl)[128]

ğ. Âşık Ruhanî (20. Yüzyıl)[129]

h. Âşık Üryanî (20. Yüzyıl)[130]

ı. Âşık Zavallı (20. Yüzyıl)[131]

i. Âşık Zevrakî (20. Yüzyıl)[132]

j. Âşık Sefil Selimî (20. Yüzyıl)[133]

k. Meftunî (20.Yüzzyıl)[134]

H. İçtiği Badenin (Sıvının) Cinsini Bilmeyen Âşıklar

a. Pir Sultan Abdal (16. Yüzyıl)[135]

b. Âşık İbrahim (18. Yüzyıl)[136]

c. Âşık Kaynarî (18. Yüzyıl)[137]

ç. Âşık Sefil Ali (18. Yüzyıl)[138]

d. Âşık Burhanî (19. Yüzyıl)[139]

e. Ceyhunî (Karslı) (19. Yüzyıl)[140]

f. Derviş Muhammet (19. Yüzyıl)[141]

g. Âşıkî (19. Yüzyıl)[142]

h. Amasyalı Fedayî Baba (19. Yüzyıl)[143]

ı. Âşık Gufranî (19. Yüzyıl)[144]

i. Âşık Kemalî Baba (19. Yüzyıl)[145]

j. Âşık Muhibbî (19. Yüzyıl)[146]

k. Âşık Sümmanî (19. Yüzyıl)[147]

l. Âşık Âdem (20. Yüzyıl)[148]

m. Âşık Hıdır Koluaçık (20. Yüzyıl)[149]

n. Âşık İsmetî (20. Yüzyıl)[150]

o. Âşık Muzaffer Çağlayan (20. Yüzyıl)[151]

ö. Âşık Nihanî (20. Yüzyıl)[152]

p. Âşık Ümmanî (20. Yüzyıl)[153]

r. Şah Turna (20.Yüzyıl)[154]

s. Muhlisî (20. Yüzyıl)[155]

I. Bir Şey Yeyip İçmeden Badeli Âşık Olanlar

a. Âşık Celalî (19.Yüzyıl)

Rüyasında koluna bilezik takılmıştır.[156]

b. Âşık Tokatlı Nuri(19.Yüzyıl)

Uyurken sırtına bir tekme vurulur.[157]

c. Âşık Zülalî(18.Yüzyıl)

Uykusunda bir kızın verdiği taş sonucu âşık olur.[158]

ç. Âşık Ali Çatak (20. Yüzyıl)

Uykuda adı seslenildikten sonra âşık olur.[159]

d. Âşık Deryamî (20. Yüzyıl)

Rüyada yeşil bir ışığın etkisi ile âşık olur.[160]

f. Âşık Hicranî (20. Yüzyıl)

Rüyasında parmağına halka takılmıştır.[161]

g. Âşık İhsanî (20. Yüzyıl)

Rüyasında Güllüşah İhsanî diye seslenir.[162]

ğ. Âşık Reyhanî (20. Yüzyıl)

Cebine mavi bir boncuk konur.[163]

h. Âşık Talip Kılıç (20. Yüzyıl)[164]

İ. Bade İçme Hikâyesi Bilinmeyen Badeli Âşıklar

a. Şah Hatayi (16. Yüzyıl)[165]

b. Âşık Lezgi Ahmet (16. Yüzyıl)[166]

c. Kayıkçı Kul Mustafa (17. Yüzyıl)[167]

ç. Âşık Bahadınlı İbrahim (18. Yüzyıl)[168]

d. Âşık Tüccarî (18. Yüzyıl)[169]

e. Âşık Azmi Bekir (19. Yüzyıl)[170]

f. Âşık Sıdkî (19. Yüzyıl)[171]

g. Âşık Cesimî (19. Yüzyıl)[172]

h. Âşık Hicabî (19. Yüzyıl)[173]

ı. Âşık Mahirî (19. Yüzyıl)[174]

i. Âşık Osman (19. Yüzyıl)[175]

j. Âşık Ruhsatî (19. Yüzyıl)[176]

k. Âşık Sefil Ali (19. Yüzyıl)[177]

l.Âşık Şamilî (19. Yüzyıl)[178]

m. Âşık Şenlik (19. Yüzyıl)[179]

n. Âşık Vahdetî (19. Yüzyıl)[180]

o. Âşık Burhanî (20. Yüzyıl)[181]

ö. Âşık Davut Sularî (20. Yüzyıl)[182]

p. Âşık Döne Sultan (20. Yüzyıl)[183]

r. Âşık İlhamî (20. Yüzyıl)[184]

s. Âşık Kul Semaî (20. Yüzyıl)[185]

ş. Âşık Meydanî (20. Yüzyıl)[186]

t. Âşık Sefil Edna (20. Yüzyıl)[187]

u. Âşık Seyit Yalçın (20. Yüzyıl)[188]

ü. Âşık Tutaklı Divanî (20. Yüzyıl)[189]

v. Âşık Zakirî (20. Yüzyıl)[190]

y. Âşık Zülfikâr Divanî (20. Yüzyıl)[191]

J. Yarım Badeli Âşıklar

a. Âşık Yarımî (18. Yüzyıl)[192]

b. Âşık İlhan Başaran (20. Yüzyıl)[193]

c. Arapgirli Fehmi Gür (20. Yüzyıl)[194]

ç. Âşık Yakıcı (20. Yüzyıl)

d. Zakir (20. Yüzyıl) [195]


 Mehmet Yardımcı*

* Yrd. Doç. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğtitimi Bölümü.
devamını okuyunuz... >>