Şemsettin Sami'nin edebiyatla ilgili görüşleri ve eserleri üzerine
GİRİŞ
Şemseddin Sami’nin edebiyatçılığı, sözlükçülüğünün ve ansiklopedicili-
ğinin gölgesinde kaldığı için, daha önce değişik alanlarda dağınık olarak incelense de toplu olarak ele alınıp çok fazla üzerinde durulmamıştır. Onun, Türk
bilim, sanat ve kültür hayatına kazandırdığı eserler yanında edebiyatla ilgili
görüşleri ve değerlendirmeleri de bulunmaktadır. Bu yazımızda bugüne kadar
fazla dikkat çekmemiş olan makalelerinden hareketle onun edebiyatla ilgili gö-
rüş ve değerlendirmelerini de ortaya koymaya çalışacağız. Şemseddin Sami’nin
edebiyatla ilgili çalışmalarını telif ve tercüme olmak üzere iki başlık altında incelemek mümkündür.
A. TELİF ESERLERİ
1. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat (1875). Şemseddin Sami’nin yirmi iki yaşında kaleme aldığı bu eser Türk edebiyatında ilk roman denemelerinden olması ve Batılı roman tarzının bazı temel unsurlarını getirmesi bakımından edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahiptir (Namık Kemal, İntibah ve Cezmi adlı romanlarını bundan sonra yazmıştır).
Bu romanda gençlerin birbirleriyle istemeden evlendirilmelerinin doğuracağı kötü sonuçlar üzerinde durulur. Roman olay açısından pek inandırıcı olmasa da eski Türk edebiyatındaki mesnevi ve halk hikâyelerinden farklı olarak
Batı edebiyatındaki gerçeklik intibaını uyandırmağa çalışmış olması bakımından önemlidir.
1
Ayrıca romanda zaman zaman görülen somutluklar da bu dö-
nem için ayrıca dikkat çeken özelliklerden biri olarak görülmektedir. Bu husus
eski edebiyattaki içe dönük hayat felsefesine karşılık romanda önemli bir yeniliktir. Yaptığı tasvirler günlük hayatta rastlanabilecek sahnelerdir. Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat’ta olaylar ağırlıklı olarak ev içinde geçtiği ve anlatımlar buna bağlı
olduğu için daha çok ev içi tasvirleri yapılan eserde dış çevreye ve tabiata çok
az yer verilmiştir.
Eserde beşerî ve sosyal bir olay olarak ele alınan aşk eskiden olduğu gibi
mistik değil, insan şahsiyeti ve hürriyeti fikriyle birleşmektedir. Bu eski edebiyatın aşk anlayışından farklıdır ve bu anlayış eserde önemli bir yer tutmaktadır.
1
Mesela kız kılığına giren Talat’ın fark edilmemesi imkânsız gibi bir şeydir. Talat’ın Fıtnat’ı
görücü usulüyle istetmemesi gibi şeyler o devir için tabii olan davranışların bir yana bırakıldı-
ğını göstermektedir. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 41
Romda kişiler kendi düzeylerine göre ve kendi şiveleriyle konuşturulur. Bu
da yeni Türk edebiyatında önemlidir. Hayatı olduğu gibi anlatma, “gerçeklik
intibaı verme” düşüncesinin bir sonucudur. Bunu Şinasî Şair Evlenmesi’nde
(1860) daha önce yapmıştır.
Roman kahramanları geleneksel hikâyelere göre biraz daha ayrıntılı işlense
de derin psikolojik tahlillere bu eserde pek rastlanmaz. Aslında yazar kişileri
iyice anlamaya çalışmamış, bazı ruh hallerini tahlil etmeye çalışsa da onların
sebeplerini araştırmamıştır. Anlatılması güç olan ruh halleri zengin bir üslûbu
gerektirir. Halbuki daha gençlik yıllarında kaleme aldığı bu eserinde
Şemseddin Sami’nin üslûbu basittir. Konuşma dilinin kelime kadrosu içinde
kalmıştır. Onun bu tutumu Divan edebiyatının süslü ifade tarzına karşı geliş-
tirmek istediği bilinçli bir karşı koyma olarak da yorumlanabilir.
Romanda insan şahsiyetine, hürriyete ve tabiata aykırı olan örf ve âdetlerin
insanları felâkete götürdüğü tezi işlenir. Ailenin gençler üzerindeki aşırı baskısı
eleştirilir.
Romanın dil ve anlatımı pürüzlü kabul edilmektedir.
2
Bunu genç yaşlarda
yazmış olmasına ve Türkçe’den daha çok başka dillerin konuşulduğu bölgelerde yetişmesine bağlamak mümkündür. Daha sonraki eserlerinde bu pürüzün
aşıldığı görülür. Türkçe’nin en güzel sözlüğünü yapmış olan Şemseddin Sami,
daha sonra Türkçe ile ilgili incelemelerinin kazandırdığı birikimle çağdaşlarını
aşacak düzeye gelmiştir.
3
2. Besâ yahut Ahde Vefa (1874). Eserde vatanına dönerken yolda bir köylü-
nün elinden canını kurtaran Vahide Hanım’a, kocasını öldürüp kızını alan kişiden intikam alacağına söz veren (besa) Fettah Ağa’nın, öldüreceği kişinin kendi
oğlu olduğunu öğrendikten sonra, sözünden dönmemek için onu öldürmesi
konu edilmiştir. Bu tiyatro eserinde Şemseddin Sami Yanya’nın dağlık bölgelerinde gelenek ve göreneklerine bağlı insanların verilen söze ne kadar sadık kaldıklarını anlatmaktadır. Kendisi de Yanyalı olan yazar kitabının ön sözünde
şahit olduğu vatan sevgisi, fedakârlık, ahde vefa, hayatı hafife alma gibi millî
duyguları anlatmak için bu eseri kaleme aldığını söylemektedir. Buradaki millî-
lik bugünkü anlamdan daha geniştir. Osmanlı devletinde yaşayan tüm Müslüman halkın gelenek ve göreneklerini, kendilerine özgü hasletlerini kapsamaktadır. Ancak eserde öz oğlunu sırf ahde vefa için öldürmüş olan Fettah Ağa’nın
bu davranışının millî olup olmadığı döneminde ve daha sonra tartışılmıştır.
Milleti eğitmek için cinayet işlemek ve intihar etmek gibi iki büyük cürmü meş-
ru göstermek doğru bulunmamış, devlet ve adalet kavramlarının da hiçe sayıldığı söylenmiştir. Önceleri piyes olarak sahnelenen bu eser daha sonra 1875’te
yasaklanmış, 1908’te birkaç kez daha oynanmıştır.
4
Bu piyes Niyazi Akı’nın
belirttiği gibi Prosper Merimee’nin Matteo Falcone adlı hikâyesinde öz oğlunu
öldüren babayı hatırlatmaktadır.
5
3. Seydi Yahya (1875). Konusunu Endülüs tarihinden alan eserdeki olaylar,
hicrî IX. yüzyılın sonu ile X. yüzyılın başında İspanya’da Raze kalesinde ve
Kaştale şehrinde geçmektedir. Raze kalesini koruyan Yahya, kaleyi İspanyollar’a vermek istemez. Ancak Zeyd adında bir hain, düşmandan para alarak nö-
betçi olduğu bir gece kale kapılarını İspanyollara açar. İspanyollar, Yahya’yı
yakalayıp zindana atarlar. Zindandaki mahkumlardan Petro, Yahya’yı aldatıp
onun giysilerini giyerek zindandan kaçar ve kendisini dışarıda Yahya diye tanı-
tarak düşmanla anlaşır. Müslüman halk Yahya’nın hainlik ettiğini düşünür.
Ancak daha sonra Petro’nun çevirdiği dolaplar anlaşılır, Yahya zindandan çıkarılır, daha önce kölesi Osman’a teslim ettiği kızı Halime’ye kavuşur. Osman’ın
oğlu olan ve birlikte büyüdükleri Halime’yi kardeşi zanneden Yusuf da Halime’nin kardeşi olmadığını öğrenince onunla evlenir. Şemseddin Sami’den sonra Abdülhak Hamid de konusunu Endülüs tarihinden alan piyesler yazmıştır.
Eserde Yunan trajidisinde olduğu gibi koronun bulunması bir yeniliktir.
Alexandre Dumas Pere’in Comte de Monte Cristo’sunun eserde etkileri olduğu
görülmektedir.
6
4. Gâve (1876). Konusu Firdevsî’nin, Fars edebiyatının millî destanı olan
Şehnâme’sinden değiştirilerek alınmıştır.
7
İran’ın mitolojik hükümdarlarından Cemşid’in tahtına oturarak halkı zulümle yöneten Dahhak’ı, Arabistan çöllerinden gelerek peşine taktığı çobanlarla
birlikte tahtından indiren Gâve’nin, Cemşid’in torunu Feridun’u tahta çıkarma-
7
Meselâ Dahhak’ın omuzlarındaki yılanlar, zalim hükümdarın, yılanları mabut kabul ettiği
şeklinde değiştirilmiştir. Ön sözde olayı değiştirmesinin sebebini de açıklamaktadır. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 43
sı konu edilmektedir. Demirci’nin bu hikâyesi Fransız İhtilâlini hatırlattığı için
döneminde aydınlarca beğenilmiştir.
Şemseddin Sami’ye göre tiyatro eserleri için tarih yeteri kadar zengin bir
kaynaktır. Tarihimizde bize ders verecek bir çok yiğitlik ve insanlık örnekleri
bulunduğu halde aşk ve zorla evlendirmeler üzerinde oyalanmamamız gerekmektedir. Bir tiyatro eserinde aşk ve sevginin bulunabileceğini söyleyen yazar,
eserin tümüyle sevgiyle doldurulmasını pek doğru bulmaz.
8
Şemseddin Sami, Gâve’nin ön sözünde, eserde geçen olaylara pek de millî
denilemez ise de bu konular İslâm edebiyatında meşhur olduğu için bir dereceye kadar millî saymak gerekir demektedir.
9
Görüldüğü üzere daha önce de belirttiğimiz gibi millîlik anlayışı bugünkünden farklıdır.
Şemseddin Sami’nin tiyatro eserlerinin ortak yönü insanı romantik duygulara sürükleyecek unsurların yanında, adalet ile zulmün mücadelesi ve sonunda adaletin galip gelmesidir. Ayrıca özgürlük özlemi bu eserlerde kendini hissettirmektedir. Şemseddin Sami’nin piyesleri de Namık Kemal’inkiler gibi bir
çok kumpanya tarafından çeşitli kez oynanmıştır. O yazdığı bu tiyatro eserleriyle döneminin sanat alanında önemli bir yere sahip olmuştur.
Bunlardan başka Suhrâb yahud Ferzendkuş
10
ve Mezâlim-i Endülüs
11
adlı iki
tiyatro eseri daha olduğu bilinen yazarın bu eserleri yayımlanmamıştır.
B.TERCÜME ESERLERİ.
Şemseddin Sami’nin yaptığı çevirilerin tamamına yakını Fransızca’dandır.
1. İhtiyar Onbaşı (1873). Domanoir ve Dennery’den yaptığı bu çeviri beş
perdelik bir trajedidir. Bir çok kez sahnelenmiş olduğundan Şemseddin Sami’nin tanınmasında etkili olmuştur
12
.
2. Galatee (1873). Florian’den çevirdiği bu eserin aslı mitolojiye ait manzum
bir piyestir. Eseri Şemseddin Sami hikâye olarak Türkçe’ye kazandırmıştır.
3. Şeytanın Yadigârları (1878). Frederic Soulie’den çevrilen bu macera romanı Şemseddin Sami’nin en hacimli çevirilerindendir.
4. Sefiller (1880, 899 sayfa, yeni harflerle 1934). Victor Hugo’nun Les
Miserables adlı romanının çevirisidir. Eserin yarım kalan çevirisini Şemseddin
Sami’nin ölümünden sonra Hasan Bedreddin tamamlamıştır (645. sayfadan
sonrasını).
Şemseddin Sami’nin başta Sefiller’de olmak üzere çeviride izlediği yöntem,
döneminde bir çok eleştiriye konu olmuş, metne bağlı kalarak harfiyen (olduğu
gibi) yapılan bu çeviriler, nesir dilinin gramerini zorlaması, bir çok yerde Türk-
çe’nin kurallarına aykırı düşmesi gibi eleştirilere maruz kalmıştır. Ahmet Mithat Efendi bu tartışmalarda Şemseddin Sami’yi savunurken, Süleyman Nazif
Sefiller çevirisini ağır bir dille tenkit etmiştir.
13
Şemseddin Sami bu eleştirilere yazdığı cevaplarda bu yöntemi bilerek kullandığını ve yaptığı işin güçlüğünün bilincinde olduğunu söylemiştir. Halid
Ziya hatıratında, Şemseddin Sami’nin Sefiller’i harfiyyen tercümesini, Fransızca
cümle yapılarını koruduğu için garip bulanların sonradan buna alışmaya baş-
ladığını söylemektedir.
14
5. Robinson (1885). Daniel de Foe’nün aynı adlı eserinin çevirisidir. Çeviri
İngilizce aslından değil, çocuklar için kısaltılmış Fransızca’sından yapılmıştır.
Kitabın başlığının bulunduğu yerin hemen altında Şemseddin Sami “harfiyyen
tercüme” yaptığını belirterek tercümeleri dolayısıyla yapılan eleştirilere bir cevap da vermek istemiş olmalıdır.
Şemseddin Sami’nin Batı’dan yaptığı bu edebî çevirilerinin dışında yine
edebiyatla ilgili çalışmaları altında yer verebileceğimiz Hurdeçîn (1885, Farsça
şuara tezkirelerinden seçilmiş metin ve tercümeleri) ile Ali b. Ebî Talib -
kerrema’llâhu vecheh ve radıyallâhu anh efendimizin- Eş’âr-ı Müntehabeleri ve Şerh ve
Tercemesi (1318/1900) adlı Doğu’dan yaptığı çeviriler de bulunmaktadır.
Şemseddin Sami’nin edebiyatla ilgili görüşlerini, özellikle de şiir ve şairle
ilgili değerlendirmelerini eserlerinden ve gazetelerdeki makalelerinden öğreniyoruz. O, bu konularda değişik gazete ve mecmualarda görüş beyan etmiş, zaman zaman da farklı görüşler ileri sürmüştür. Biz bu görüşlerini birkaç alt baş-
lıkta inceleyeceğiz.
C. ŞİİR VE ŞAİRLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ
Şemseddin Sami “mevzun ve mukaffa söz”e şiir demek doğru değildir, diyerek eski tarzın sıkı sıkıya bağlı olduğu şiir tanımını kabul etmez. Eğer böyle olsaydı Hz. Peygamber döneminde Araplar şiirde çok ileri oldukları hâlde
Kur’an ayetlerine şiir dediler. Hâlbuki ayetlerde vezin ve kafiye yoktu,
15
diyerek, şiir için vezin ve kafiyeyi temel şart görmeyen Batı’dan gelen yeni nazım
şekillerini savunurken kendi görüşüne delil getirir. Bu konuda ünlü Fars şairlerinden Camî’nin şiiri tarif ederken söylediği: “Mütekaddimîn indinde şiir bir
şeyi istenildiği vakit güzel, istenildiği vakit çirkin gösteren kelâm ise de,
Müteahhirîn vezin ve kafiyeden başka bir şeye riayet etmiyorlar.” biçimindeki
tanıma da yer verir. Hele kafiye eski şairlerce büsbütün bilinmiyordu. Arap şairler icat etmiş, onlardan Fars ve Türklere geçmiştir. Orta Asya’da İslâm medeniyeti eserleriyle birlikte Avrupa’ya da geçmiştir. Bugün çoğunlukla kafiyeye
riayet edilmektedir.
16
Şiir yalnızca vezinli söz söylemek değildir. Şairin bir derece hakîm olması, şiir yeteneğinin bulunması, hayal gücüyle tarif ve nitelemede maharet kazanması gerekir. Bunlara sahip olmayanlar şiir denilemeyecek
kadar basit şeyler yazmışlardır.
17
Doğu medeniyeti ile Batı yani Eski Yunan medeniyeti karşılaştırıldığında
başlıca fark şudur: Doğulular daima rengârenk, oymalı, çiçekli şeylerden hoşlanır. Eski Yunanlılar ve onların medeniyetine bağlı başka milletler sade ve düz
şeylere riayet etmişlerdir. Bu fark mimaride ve başka sanatlarda görüldüğü gibi
şiirde de vardır. Vezin ve kafiye şiirin ya da sözün renk ve süsü yerindedir.
18
Şiirde istenen hakikat değildir. Anlatılmak istenen şeyin mücessem ve mü-
kemmel surette tasviridir. Her şeyin olduğu gibi sözün de en üstünü ve alçağı
olağanüstüsü ve olağanı vardır. Şiir sözün en üstünü ve olağanüstüsüdür.
19
Şemseddin Sami, şiirle güzel sanatların çeşitli kolları arasında ilişki kurar.
Şairi ressama benzetir. Ressam tabiatın cisim ve manzaralarını tasvir ediyorsa,
şair de insanların fikir ve hislerini, çeşit çeşit durumlarını sözle tasvir eder...
Ressam bunun için fırçasını, şair dilini kullanır, der.
20
Şiirin, edebiyatın içinde
incelendiği halde “güzel sanatlar” arasında da anıldığını, musiki ve mimari ile
de ilişkisi olduğunu belirtir. Şiir yazıdan ve maariften çok daha eskidir. İnsanoğlu, yazıdan önce memnuniyetini, hüznünü veya dehşetini ifade için sözler
uydurmuş, onları bir ses ve özel bir makamda söylemeye tabiat tarafından zorlanmıştır. İşte böylece aşk ve alâka şarkıları, evlât, akraba ve sevgilinin ayrılığından şikâyet eden mersiyeler; yine insanların birbirleriyle, hayvanlarla vb.
durumlarda gösterdikleri kahramanlıkları hikâye eden harp şarkıları, yazıdan
önce, sözlü gelenekte de bulunmaktaydı.
21
a. Arap Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Şemseddin Sami, Arapların Cahiliye dönemi şiirlerine Müslüman olduktan
sonra da sahip çıktıklarını ve bu şiirleri koruduklarını, ancak Farsların ve Türklerin İslâm öncesi eserlerine sahip çıkmadıklarını, başka alfabeler kullanıp edebiyat eserlerine küfür eserleri diye baktıklarından, onları toplayıp korumak için
gayret göstermediklerini söyler. Böylece Türk edebiyatının İslâm öncesi ve sonrasıyla bir bütün olduğuna dikkat çekmiş olur.
22
Araplarda İslâm sonrasında şiir gerilememiştir. Cerir, Ferazdak, Ebû
Nüvas, Ebü’l-Ulâ, Bahaüddin, Mütenebbî gibi bir çok ünlü şair yetişmiştir. Bunlar Cahiliye şairlerinin peşinden gitmiş, onları taklit etmişlerdir.
23
Şiirde taklitle şöhret kazanılmaz, şiirde ün kazanmak için kimsenin gitmediği bir yolda gitmek gerekir. Bunun için önceki şairler hep yenilere tercih edilir. Şair kimseyi taklit etmeyerek kendi şairlik hislerine uymalı, şiirde yeni bir
çığır açmaya çalışmalıdır.
24
Arap şairlerinin hayalleri geniş ve yüksektir, az sözle çok şey ifade etmekte
mahirdirler. Kendi nesil ve nesepleri, cesaretlerini, cömertliklerini anlatıp
övünmede mübalağa etseler de aşkın lezzetleri ve hassasiyetleri, ayrılığın elem
ve sıkıntıları, sevgilinin güzelliği, mürüvvet, kerem ve cömertliğin faziletleri
gibi tabii haller hakkında söyledikleri şiirler, Acem mübalağalarından uzak,
somut bir biçimde tasvir edilmiştir. Bunlar o kadar tabii, o kadar etkili o kadar
hazin ve latiftir ki Abbasî halifeleri bir beyit için bir şair veya şiir okuyucusuna
çok büyük ihsanlarda bulunmuşlardır. Bir mısraı işitende olağanüstü haller gö-
rüldüğüne dair Eganî ve Elfü’l-leyl gibi kitaplarda gördüğümüz rivayetlere
şaşmamak gerekir.
Arap şiirinin bir noksanı varsa o da şudur: Arap şairleri tarihle ilgili ya da
hayallere bağlı olarak bir olayı esas kabul edip tafsilâtını nazm ve tasvire giriş-
meyi adet edinmemişlerdir. Arap şairlerinin eserleri arasında Homer, Firdevsî, Dante, Milton gibi şairlerin eserleriyle karşılaştırılabilecek mufassal ve muntazam bir eser bulunmaz.
25
c. İran Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Şemseddin Sami İran edebiyat tarihini ancak on, on bir asır öncesinden baş-
latır. Ona göre İslâmın başlangıcı ve mazharı Araplar olduğu halde, Fars edebiyatı yalnızca İslâm edebiyatından ibarettir. Bunun başlıca sebebi yazıdır; Araplar İslâm öncesi kullandıkları alfabeyi İslâm sonrasında da kullanmışlar, onunla
birlikte eski edebiyatlarını da korumuşlardır. İranlılar İslâmiyeti kabul eder etmez eski yazılarını terk ettikleri gibi Arap alfabesini kullanmaya başlamışlar,
böylece eski edebiyatlarını da unutmuşlardır.
İran şairleri Arap şairlerine uymayarak kendilerine özgü bir yol tuttukları
için Arap şiiri ile Fars şiiri arasında hiçbir benzerlik bulunmaz. Bir taraftan
Arap şiirine olan bu muhalefet, bir taraftan Fars şiirinin Hind, Yunan ve diğer
Aryaniye’deki şiirlerle olan benzerliği, eski İran şairlerinin, İran’ın İslâm öncesi
şiirlerine uyma ihtimalini gösteriyor. Bugün İslâm öncesi şiir ve edebiyattan bir
eser yoksa da Dakîkî ve Firdevsî’nin döneminde halkın ezberinde eski şiirlerden çeşitli yadigârlar bulunmuş olması muhtemeldir. Eski İran tarihi bir çok
yönüyle Müslüman İran şairlerine ulaşmıştır.
26
İran şairlerinin tarih ve hayallerle ilgili geniş manzum hikâyeleriyle ahlâk
ve hikemiyatla ilgili eserlerini takdire lâyık gören Şemseddin Sami, aşk ve muhabbetle ilgili olan şiirlere iki önemli eleştiri getirir: 1. Aşk ve kadınlardan bahseden şiirlerde doğrudan doğruya ve somut bir şekilde kadına yönelmediklerinden tabii hareket etmemişlerdir. İran şairlerinin gazellerinde geçen “dilber”
ve “canan” çoğunlukla mevhum bir sevgilidir. 2. Gül, bülbül, bâd-ı sabâ, serv,
zülf, hâl, mey, meykede, pîr-i mugan gibi birkaç kelimeyle sınırlanıp sürekli
bunların etrafında dolaşmışlardır. Doğal olmayan çeşitli benzetmelere ve normalden çok fazla derecede mübalağaya baş vurmuşlardır. Bu haller çok sayıda
İran şiirinin lezzet ve letafetini yok etmiştir.
27
Firdevsî tüm Fars şairlerinin piri ve hocasıdır. Şehnâme’sindeki maharet, letafet, niteleme ve tanımlamaların –daha doğrusu- tecessümâtın (somutlaştırmalar) başka hiçbir eserde bulunması mümkün değildir. Halis Farsça yazılıp,
Arapça kelime ve tabirlerden arınmış olması ve gayet sade bir tarzda yazılması
bile Şehnâme’ye ayrı bir değer katmaktadır. Çoğu beyitlerini nesre çevirirken
25
a. m., s. 59-60.
26
Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 2”, Hafta, c. I, sy. 6, 27 Şevval 1298, s. 86-87
27
a. m., s. 87-88. 48 • TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
Firdevsî’nin kullandığı kelimelerden başka tabirler bulmak mümkün olmaz.
Sanki o sözler ezelde Firdevsî için hazırlanmış, gaip bir kuvvet o garip adamın
fikir ve hayaline ilham ve ilka olunmuş! Nizamî’nin Penc Genc’i (hamsesi),
Sa‘dî’nin Bostân’ı, Camî’nin Heft Evreng’i, Attar’ın Külliyat’ı gibi eserlerin de
kendilerine göre bir kıymeti vardır.
Sa‘dî’nin Bostân’ı tarzında ahlâka örnek olmak üzere küçük hikâyeler tasviri ise ilk önce İran şairleri tarafından icat olunmuştur.
Fars edebiyatının önde gelen şairleri arasında Sa‘dî, Hafız, Enverî, Suzenî,
Rudekî, Camî, Hüsrev, Saib, Şevket gibi bir çok şairin bulunduğunu söyleyen
Şemseddin Sami’ye göre, yukarıda geçen kusurların bazısı bunlarda olmasaydı,
İran şairlerinin hiçbir millette örneği yoktu denilebilirdi. Hakikaten Farsça’ya
şiir dili, İran’a şairler yurdu dense doğru olur. Firdevsî, Dakikî, Sa’dî, Nizamî,
Camî, Attar gibi şairler Eski Yunan’ın Homer ve Sophokles’ine, Roma’nın
Virgile’ine, İtalya’nın Dante’sine, İngiltere’nin Milton’una ve başka bir yönden
de Corneille, Racine, Goethe, Schiller, Shakespeare’lere belki de asrımızın
Lamartine’ine, Lord Bayron’una, Victor Hugo’suna rekabet edebilecek derecededirler.
28
Şemseddin Sami görüldüğü gibi İran edebiyatının yetiştirdiği ünlü şairleri
Batı’nın önde gelen şair ve yazarlarıyla mukayese ederek, İranlı şairlerin onlarla
boy ölçüşebileceğini ortaya koymaya çalışmıştır.
d. Türk Şiiri ve Şairleriyle İlgili Görüşleri
Türk edebiyatı da Fars edebiyatı gibi İslâmiyet sonrası eserlerden ibarettir.
Oysa Türk edebiyatının ilk şairlerini Orta Asya’da aramalıyız... Türklerin İranlı-
larla münasebetleri fazla olduğundan şiir için önce Farsça’ya başvurmuşlardır.
29
Türk edebiyatının en parlak dönemi Timurlenk’in hüküm sürdüğü Timurlular dönemidir. Timurlenk zamanında Semerkant bilgin ve sanatkârların toplandığı merkez olmuştur.
Timur’un sarayında eserler Farsça kaleme alınmaktla birlikte Türkçe eserler
de yazılmaya başlanmış ve birçok Türk şairi yetişmiştir. Bunların başında Ali
Şir Nevaî gelir.
28
a. m., s. 90.
29
Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 3”, Hafta, c. I, sy. 7, İstanbul, 5 Zilkade 1298, s. 105. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 49
Türk şairler İranlı şairlerin taklitçisi olduklarından onların eksiklikleri bunlarda da görülür. Anadolu sahasında birçok şair yetişmiş olsa da bunlar yeni bir
çığır açmaya muvaffak olamamışlar, İran şairlerini taklit etmişlerdir.
30
Şemseddin Sami’ye göre Osmanlı Devletinin kuruluşundan sonra Türkçe
günden güne gelişerek Fatih, Selim ve Süleyman dönemlerinde mükemmel bir
Osmanlı edebiyatı ortaya çıkmış ve birçok edip ve şair yetişmiştir. O günden
bugüne kadar Osmanlı edebiyatında bir duraklama hüküm sürmüş, bir gelişme
görülmemiştir.
31
Osmanlı dönemi şairlerinden saygı ile anılmaya lâyık olanlar
da vardır: Fuzulî, Ruhî, Nabî, Bakî, Haşmet, Şemî, Nefî, Leylâ, Fıtnat vb.
Bu asırda Ziya Paşa ve Kemal Bey gibi bazı edipler eski şairlerimizin tarzında, ancak yeni fikirlerle ve gerçek şairlik hislerleriyle, her ayıptan kurtulmuş
şiir söylemişlerdir. Son senelerde de İran tarzı bırakılıp Avrupalı yeni şairlerin
usulünde bir iki çığır açılmıştır. Bu yolda ilk şiir söyleyen Abdülhak Hamid Bey
olup edebiyat tarihimizde şiir türüne yeni bir sayfa açmıştır. Ekrem Bey gibi
kalem gücü ve şairlik tabiatı herkesçe kabul edilmiş olan kimseler de ülkemizin
bir Lamartine’i olacağı anlaşılan bu genç şairine desteklerini esirgememektedirler.
32
Yukarıdaki cümlelerden de anlaşılacağı gibi o, edebiyatta kendi yaşadığı
dönemdeki yeniliklerin yanındadır; ve son on on beş sene içerisinde çok esaslı
yenilikler olduğunu söylemektedir. Mimaride, musikide, mefruşatta, kıyafette
vb. konularda olduğu gibi her dönemin her çağın kendine özgü bir hâli bir çehresi vardır. Şiir ve edebiyatta da her yüzyılın kendine özgü bir tarzı vardır. Ancak geçen yüzyıllarda Türk edebiyatında sürekli bir gelişme ve iyileşme olduğu
söylenemez. Eski tezkirecilerin kelâm-ı mevzun (vezinli/ölçülü söz) diye hafife
aldıkları XIV. yüzyılın eserleri arasında XVI. ve XVII. yüzyılın şiirlerine tercih
edilecek pek çok şey bulunur. XVI. yüzyılın bütün şairleri Nefî’ye benzemez.
XVIII ve XIX. yüzyılların kimi ünlü şair ve yazarları istisna olunursa o dönem
tatsız tuzsuz şiir söyleyen bir çok şairden ibaret kalır.
33
Eski tarz şiirde yüzyıldan yüzyıla genelde bir gelişme görülmez. Bir geliş-
menin varlığından söz ettirecek birkaç kişi görülürken tümden bir geriliğin vukuuna şahit olacak birçok örnek bulunabilir. Her yüzyıl birkaç deha ile tavsif
olunur, onların asrı sayılır, diğerleri o yüzyılın haşviyyatı olarak görülerek diKkate alınmaz. Latifî, Kınalızade, Sâlim, Fatin tezkireleri şair adlarıyla dolu olsa
da XVI. yüzyıl Bakî’nin, XVII. yüzyıl Nefî’nin, XVIII. yüzyıl Nabî’nin, XIX. yüzyıl Şinasi, Namık Kemal ve Ziya’nın asrıdır.
Yeni edebiyatın temelleri Şinasi ve arkadaşları tarafından atılmıştır. Onlar
dilimizi lafız sanatlarından kurtarıp sade, güzel ve tabii bir ifade yolunu açmış-
lardır. Bu yapılan ıslâh ve terakkidir, tamamen değişiklik ve yenilik değildir.
Tam anlamıyla değişiklik ve yenilik XX. yüzyılın başlangıcıyla gerçekleşmiştir.
Bu yeni tarz umulanın üstünde yaygınlaşmış ve gelişmiştir. Nacî gibi Nabî ve
Nefî’lerin sönmüş çerağlarını uyandırıp gençleri o tarafa sevk etmek isteyenler
çıkmışsa da bu yüzyıl şiir ve edebiyatça yenilenme devridir, eski tarzın ihyası
sırası değildir. Artık bundan sonra o tarz şair yetişmez. Geçmiş şairlerimizin
şiirleri eski eserler olarak halka sunulmaya lâyık olsa da onların örnek alınması
kimsenin hatırına gelmez.
34
Bu tür meselelerde itidali benimsediğini belirten Şemseddin Sami, eski ve
yeni edebiyat tartışmalarında, edebiyat ve şiirde yeni tarzı bu derecede benimsemesinin itirazlara yol açabileceğini söyleyerek, bunun kayıtsız şartsız yeni
tarzın kabulü anlamında olmayıp yeni tarzın beğenilmesi gerektiği konusundaki duygu ve düşüncemi açıklamaktır, der.
35
Batıyı taklitten sakınılmalıdır, ancak örnek almak yerilmemelidir. Bu tabii
ve zaruridir. Maarifte ve medeniyetin diğer alanlarında bizden çok ileride oldukları tartışma götürmeyen Batılıların peşinden gitmek, eserlerine uymak yalnız edebiyatta mı kötüdür? Her konuda onları taklit etmiyor muyuz?... Batılıların da cins ve mezhepleri çeşit çeşittir. Her birinin ahlâkı tavırları başka başkadır. Maarifte ve medeniyette yolları birdir. Medenileşmek ve terakki etmek isteyen kavim için o “ortak yola” girmekten başka çare yoktur.
36
Dilimizin letafeti ve şiirdeki tabii kolaylığı inkâr edilemez. Umarız bundan
sonra yeni yetişmekte olan kabiliyetli edebiyatçılarımız İran şairlerini taklitten
vazgeçerek açılan yeni çığıra yönelirler. Bir taraftan da Ziya Paşa’nın tavsiyesini
dikkate alarak, adetten çok tabiata uymakla, zorlama şiir yerine tabii ve selis
şiirler söyleme yolunu seçmiş olacaklardır.
Şemseddin Sami, “Şarkta Şiir ve Şuara 3”, Hafta, c. I, sy. 7, İstanbul, 5 Zilkade 1298, s. 108. TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI DERGİSİ • 51
SONUÇ
Şemseddin Sami görüldüğü gibi döneminin Türk edebiyatı içerisinde gerek
dil çalışmaları gerekse edebiyat faaliyetleriyle olduğu kadar bu alandaki görüş-
leriyle de öne çıkmış bir şahsiyettir. O Arap, Fars, Türk şiir ve şairleriyle ilgili
görüşlerini belirtirken aynı zamanda Doğu ve Batı edebiyatlarına da değinerek
bir mukayese fikri de taşıdığını göstermiştir. Döneminin düşünce hayatı içerisinde Batının etkisiyle değişmeye başlamış olan Türk edebiyat hayatında
Şemseddin Sami, edebiyatımızın millî köklerine dikkati çeken, İslâmiyet öncesi
edebî ürünlerimize de uzanan, bu alanlarda hem ilmî çalışmaları hem de fikrî
açılımlarıyla öne çıkan önemli bir şahsiyet olmuştur. Bu özelliğiyle de devrin
eski-yeni kutuplaşmaları ve bu kutuplaşmalar etrafındaki polemikler içerisinde
o itidalli bir yenilik taraftarıdır. Fakat yeniliğe olan ilgisi edebiyatımızın köklerine inmesini de engellememiştir. ©
The Works And Views Of Semseddin Sami Related To Literature
A. Azmi BİLGİN
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder