dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
MAKALE VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MAKALE VE ARAŞTIRMA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

BİRLEŞİK FİİLERİN KURULUŞ ÖZELLİKLERİ


BİRLEŞİK FİİL KURULUŞUNDA A-I-U ÜNLÜLERİ

Binlerce yıllık bir geçmişe sahip ve  en çok konuşulan dünya dilleri
arasında yer alan Türkçe, yapı bakımından sondan eklemeli dillerdendir. Bu
özelliğiyle Türkçenin kelime yapımı ve çekiminde esas unsur sabit kalmak
şartıyla ekler ile yardımcı unsurlar köke eklenmektedir.
Türk dilinin tarihî metinleri ile günümüz lehçeleri üzerine yapılan
araştırmalarla Türkçenin tarihî ve çağdaş ses bilgisi ve şekil bilgisi konusunda
pek çok çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarla Türkçenin gramerinin pek çok
problemi çözümlenmiştir. Yapılan çalışmalarda geçmişten günümüze
Türkçenin grameri ve terimleri ile ilgili olarak ortaya konulan farklı görüş ve
isimlendirmeler birleştirilerek farklılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Günümüz gramer kitapları ile çeşitli tarihî metinler ve çağdaş lehçeler
üzerine yapılan çalışmalarda birleşik fiillerin bir bölümünü  tasviri fiiller
(yeterlik-süreklilik-tezlik ve yakınlık)’in oluşturduğu görülmektedir. Ancak iki
fiil arasında yer alan  a/e,  ı/i, u/ü gibi seslerin isimlendirilmesi ve işlevi
konusunda tam bir fikir birliğinin olmadığı da görülmektedir.
Leyla Karahan, birinci unsuru fiil olan birleşik fiiller içerisinde
değerlendirdiği bu tür birleşik fiilllerle ilgili olarak şu bilgileri vermektedir.
“Bu tip birleşik fiillerde, birinci unsur yardımcı fiile  zarf-fiil ekleriyle
bağlanır. Asıl mânâsını kaybetmiş olan yardımcı fiil, birinci unsurun gösterdiği
hareketin tarzını ifade eder.”
1
İsmet Cemiloğlu da fiil + yardımcı fiil kalıbıyla kurulan birleşik fiillerle
ilgili olarak şunları söyler. “Böyle birleşik fiillerde, asıl fiil, yardımcı fiile ünlü
zarf-fiil ekleriyle bağlanmaktadır. Asıl mânâsını kaybetmiş olan yardımcı fiil,
birinci unsurun gösterdiği hareketin tarzını ifade etmektedir.”

Kemal Yavuz ve arkadaşları tarafından hazırlanan eserde birleşik
fiillerin bu türü ile ilgili şu bilgilere rastlanılmaktadır. “Bunlar fiil + yardımcı
fiil kuruluşlu bir yapıya sahiptir. Bil-, ver-, gel-, koy- vb fiilleri, fiille birleşik
fiil yapan belli başlı yardımcı fiillerdir. Yalnız bu fiiller asıl fiile getirilirken
başlarına zarf-fiil eki alırlar. Bunlar yaptıkları birleşik fiilde yabancı fiil görevi
yanında çekim unsuru olarak görev alırlar.”
3
Zeynep Korkmaz zarf-fiil (gerundium) ekinin yapısından söz ederken şu
bilgileri vermektedir :
“4.§. -a/-e, -u/-ü ve -ı/-i ünlüleri ile -˚n ünsüzü, Türkçede birbirine
paralel olarak aynı görevde zarf-fiil türetme ekleridir. Buna hemen her devirde
örnek bulmak mümkündür. Ancak konuyu dağıtmamak için, örneklerimizi
çoklukla Eski Türkçeden vermeyi yeterli buluyoruz:
a) Ünlüler ile : kul-u ‘yaparak’, kir-ü ‘gererek’, bar-u ‘vararak’, aç-u
‘açarak’, sür-e ‘sürerek’, kel-i ‘gelerek’ ...
b) -˚n ile : ti-y-in ‘diyerek, diye’, iy-in ‘uyarak, izleyerek’, yak-ın
‘yaklaşarak’: yakın kıl-; bulma-y-ın ‘bulmayarak’ vb...”4
Yukarıdaki açıklamalar ve Eski Türkçe dönemine ait verilen örneklerle
gösterildiği gibi   a  /  e,  ı /  i, u  /  ü ünlü eklerinin zarf-fiil fonksiyonunda
kullanıldığı gösterilmektedir. Ancak verilen örneklerde görüldüğü kadarıyla bir
birleşik fiil yapısında kullanım söz konusu değildir. Bunlar günümüzde de
ikileme biçimiyle bazen de tek başlarına kullanılarak zarf-fiil yapmaktadırlar.
Güle güle gözleri yaşla dolmuştu. Ali koşa koşa okula geldi.
Avcı avını baka baka kaçırdı.  Göz göre göre yalan söyledi.
Suna dün okula nasıl gitti?   -Yürüye yürüye.
Hoplaya zıplaya tepeleri aşan küçük tavşan avcının tuzağıyla burun
buruna geldi
                                             
Tuncer Gülensoy, Kütahya ve Yöresi Ağızları adlı eserinde zarf-fiil
eklerinden a / e zarf-fiil eki hakkında şu bilgiyi vermektedir : “-a / -e, -â (a~ı) :
Örneklerde de görüldüğü gibi, bu ekle türetilen zarf-fiiller (ulaçlar) genellikle
ikileme biçiminde kullanılmaktadır : bağarâ bağarâ (1/159), davıl çala çala
15/18).”
5
Gülensoy’un açıklama ve örneklerinde de görüldüğü gibi bu ek ikileme
biçimiyle zarf-fiil yapmakta, tek ünlüyle birleşik fiil kuruluşunda yer
almamaktadır.
Turgut Günay da Rize  İli Ağızları adlı çalışmasında “fiillere gelen
yardımcı fiiller başlığı altında tasviri fiillerden bahsetmektedir. Bu fiillerin
kuruluşlarından bahsederken sadece yeterlik fiilinde u- yardımcı fiilinin
yeterlik anlatımını üzerine alan zarf-fiil ekiyle kurulduğunu dile getirmekte
diğer birleşik fiillerdeki ünlüden söz etmemektedir.6
Mehmet Hengirmen birleşik fiillerden “yeterlik, tezlik ve sürerlik
fiillerini” “ulaçlı birleşik eylemler”7
 adıyla adlandırmaktadır.
Haydar Ediskun da birleşik fiilleri dört öbekten oluşmuş kabul eder ve
bunların birinci öbeğinde yer alan fiilleri şöyle sıralar :
“Birinci öbek : İki yada daha çok fiilden oluşmuş bileşik fiiller :
a) Yeterlik fiilleri b) Tezlik fiilleri  c)Sürerlik fiilleri  ç) Yaklaşma
fiilleri
d) Beklenmezlik fiilleri  e) Gereksime fiilleri  f) Yapmacık fiilleri.”
8
Tezlik fiilinin yapılışı ile ilgili “Tezlik fiilinin olumlusu, temel fiil ile
ivermek (= tahrik etmek, çabuklaştırmak,koşturmak, acele ettirmek) tasvir
fiilinden meydana gelir. Gel-iver-, al-ıver-, oku(y)-uver-...” gibi bir bilgi veren
Ediskun bu fiillerden yeterlik, sürerlik ve yaklaşma fiillerinin yapılışı
                                           
konusunda “temel fiile bugün için istek eki diyebileceğimiz -e- ekinden sonra
bil-, / dur-, gel, git-, kal-, gör-, / yaz- tasvir fiil getirilerek yapılır.”9
 demektedir.
M. Kaya Bilgegil de Türkçe Dilbilgisi adlı kitabında bu fiillerle ilgili
olarak çeşitli bilgiler vermektedir. Bilgegil bu fiilleri yeterlik fiili, tezlik fiili,
sürerlik fiili ve yaklaşma fiili olarak isimlendirmektedir.
10
 
Bu tür birleşik fiillerin yapısı konusunda, eserde  şu görüşler yer
almaktadır. “Yeterlik fiili : Bunlar, öznenin eylemdeki gücünü ifade eden
fiillerdir... Anlamı değiştirilecek fiilin istek kipi üçüncü tekil şahsından sonra
“bil-” getirilmek suretiyle teşkil olunur : yazabilecek, uyuyabilmiş gibi. Tezlik
fili : Eylemin, sür’atle veya ânî olarak vukuunu ifade eden fiiller(dir.) Bunların
teşkil yolu, anlamı değiştirilecek fiilin asıl maddesine “ı, i, u, ü” seslerinden
uygun olanını kattıktan sonra “ver-” fiilinin maksada uygun kip ve şahıs ekini
getirmektir : geliverdi, bitiriverdim gibi. Sürerlik fiili : Eylemin devamını ifade
eden fiiller bu adı alır. Bir fiilin istek kipi üçüncü tekil şahsından sonra “git-,
kal-, dur-, gör-,” fiillerinden biri getirilmek suretiyle teşkil olunur. Yaklaşma
fiili : İlk fiildeki eylemin vukuu için az kaldığını ifade eden birleşik fiiller bu
çerçeveye girer. Anlamı değişikliğe uğrayacak fiilin  istek kipi geniş zamanı
üçüncü tekil  şahsından sonra “yaz-” getirmek suretiyle teşkil olunur. “Düşe
yazdı, kıra yazdı” gibi” ”
11
Ediskun ve Bilgegil’in istek kipi eki olarak kabul ettikleri ve birleşik fiil
kuruluşunda yer alan  -a / -e  eki   “öl-e yazdım,  düş-e yazdılar, bak-a kaldık,
uyu-y-a kaldık” gibi örnekler göz önünde tutulunca istek kavramını
çağrıştırmamaktadır. Ayrıca Ediskun’un “Tezlik fiilinin olumlusu, temel fiil ile
ivermek (= tahrik etmek, çabuklaştırmak, koşturmak, acele ettirmek) tasvir
fiilinden meydana gelir.” düşüncesi de başka hiçbir gramer araştırıcısı
tarafından dile getirilmemektedir.
Sözlüklerde ivmek fiili “çabuk davranmak, acele etmek; derhal yapmak,
can atmak”
12
 anlamlarıyla geçmektedir. Derleme Sözlüğünde  ivermek fiili
                                             

“telaşla aramak (Şabanözü *Polatlı-Ankara); evlendirmek (Gaziantep)”
13
şeklinde verilmiş olup, Ediskun’un verdiği anlamla sözlüklerde bir fiil kökü
geçmemektedir. Ancak iv-er- şeklinde fiilden fiil yapım eki ile türetilmiş bir
şekil olabilir. Yalnız diğer tasviri fiiller “fiil+bağlayıcı ünlü+yardımcı fiil”
kalıbıyla kurulduğu için, tezlik fiilinde de böyle bir yapının olması gerekir.
Buradaki yardımcı fiil iver- şeklindeki fiil değil  ver- kökü olmalıdır.
Birleşik fiillerin, fiil + fiil kalıbıyla kurulanları için doktora tezimizde
14
biz de “Bu tür fiillerin yapısında asıl fiil yardımcı fiile zarf-fiil ekleriyle
bağlanmaktadır.” görüşüne bağlı olarak metinde yer alan birleşik fiilleri
değerlendirmiştik. Ancak bu gün, bu yapının daha farklı bir  şekilde
değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim.
Eski Türkçe döneminde veya daha sonraki dönemlerde zarf-fiil
yapımında kullanılan bir a/e ünlüsünün bulunduğu kabul edilmektedir.
Günümüzde -a ..-a kalıbıyla (bile bile yaptı, koşa koşa gitti, güle güle yoruldu,
vura vura kırdı... gibi) zarf-fiiller de kurulmaktadır. Ancak günümüzde tek
ünlülü a/e zarf fiil yapım eki kullanılmamaktadır. Ayrıca aynı seslere dayalı
veya aynı seslerden oluşmuş farklı isimlerle anılan, farklı görevleri olan ekler
de vardır. Bu sebeple geçmişte böyle bir ek vardı günümüzde de bu ek olacak
diye bir kural yoktur.
Çünkü diller “canlı varlıklar” oldukları için sürekli değişim ve gelişme
göstermektedirler. Geçmişte var olan bir takım  şekilleri, kelimeleri daha
sonraki dönemlerde kullanmazken, geçmişte kullanılmayan bir eki / ekleri veya
kelimeleri ihtiyaca bağlı olarak ortaya çıkarabilirler. Örneğin A. von Gabain,
Eski Türkçenin Grameri
15
 adlı eserinde günümüzde de kullanılan sıfat-fiil eki -
dUk /  -tUk (s.56) ve eşitlik eki  -çA (s.65) eklerini gösterirken bu eklerden
oluşturulan ve günümüzde zarf-fiil yapan -d˚kçA / -t˚kçA şeklindeki bir ekin
Eski Türkçe döneminde kullanıldığını belirtmemektedir.
-ış : yağ-ış, bak-ış (fiilden isim yapım eki); yaz-ış-ma, bak-ış-tı-lar
(fiilden fiil yapım eki)
                                             

-a/-e: yar-a (fiilden isim yapım eki);  yaş-a- (isimden fiil yapım eki);
gel-e-y-im (istek eki);  sabah-a kadar oturdu, ev-e gittiler (yönelme hali eki);
düş-e yazdı (bağlayıcı ünlü)
-n16
 : baba-n (2. tekil şahıs iyelik), kap-a-n, ek-in (fiilden isim),
  çal-ın- (fiilden fiil-pasiflik eki), sev-in- (fiilden fiil-dönüşlü çatı),
 ögle-n, bahar-ın (zarf fiil eki)
yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi aynı sese dayalı farklı fonksiyonlu
ekler Türkçe’de kullanılmaktadır.
Ali öğretmenden azar işitince  ödevini ağlayarak yazdı.
Ali öğretmenden azar işitince  ödevini ağlayıp yazdı.
Ali öğretmenden azar işitince  ödevini ağlaya ağlaya yazdı.
Ali ödevini yapmadığı için öğretmenden azar işitince  ağlaya yazdı.
Yukarıdaki ilk üç cümlede görüldüğü gibi yazmak fiilinden önce gelen
ağla- fiili,  yaz- fiilinin yapılışını çeşitli yönlerden tamamlamaktadır. “...
ağlayarak yazdı ve ... ağlaya ağlaya yazdı.”  şekillerinde yazma sırasında
ağlama işinin devam ettiği veya ağlama işi sürerken yazma eyleminin
gerçekleştirildiği belirtilmektedir. “...ağlayıp yazdı.” ifadesinde ise önce
ağlama işinin sonra yazma eyleminin yapılması söz konusudur.
Son cümlede yer alan ağlaya yaz- yapısı ise bir birleşik fiil olup ağla-
temel fiili yaz- yardımcı fiili ile tamamlanmaktadır. Burada asıl fiil olan ağla-
eyleminin gerçekleşmeye çok yakın olduğu belirtilmektedir. Yaz- yardımcı fiili
ise kendi alamı  dışında asıl fiilde belirtilen işe çok yaklaşıldığını, işin
gerçekleşmek üzere olduğunu ifade etme fonksiyonu ile kullanılmıştır. İki fiil
arasında yer alan -a- ünlüsü ise burada bir bağlayıcı ünlü olarak görev
yapmaktadır. Bu cümledeki yüklemi tamamlayan zarf-fiil “isim+yardımcı
fiil+ince zarf fiil eki” kalıbıyla kurulan ve diğer cümlelerde de yer alan azar
işitince  birleşik zarf -fiilidir.
öl-e yaz- öl yaz- gid-e dur- gid dur-
ağla-y-a yaz-  ağla yaz- iste-y-i ver- iste ver-
gül-ü ver- gül ver- bak-a kal-  bak kal-
                                             
16
. Ekin örnekleri Prof. Dr. Zeynep Korkmaz ve diğerleri tarafından hazırlanan Türk Dili ve
Kompozisyon Bilgileri, YÖK  Yay., Ankara 1992 s.91-102’den alınmıştır. 7
Örneklerde de görüldüğü gibi   a  /  e,  ı /  i, u  /  ü ünlüleri temel fiille
yardımcı fiil arasında bağlayıcı bir görev görmektedirler. Bağlayıcı ünlülerin
kullanılmaması durumunda fiiller arası bağ ve işlerlik sağlanamamaktadır.
Bağlayıcı ünlüler sonu ünlü veya ünsüzle biten bir asıl fiile bir yardımcı fiil
eklenirken, yardımcı fiille kalıplaşmış olarak kullanılmaktadır.
Bu tür birleşik fiillerde asıl fiile süreklilik, tezlik, yakınlık ve yeterlilik
kavramını kazandıran unsur iki fiil arasında yer alan  a / e, ı / i, u / ü ünlüleri
değil asıl fiile eklenen yardımcı fiillerdir.
Ahmet B. Ercilasun’un “yardımcı sesin semantik değil, fonetik bir işlevi
vardır.”
17
  görüşüne bağlı olarak bu tür fiillerdeki bağlayıcı ünlüler semantik bir
zorunluluktan çok fonetik bir zorunluluğun ürünü olarak ortaya çıkmışlardır.
Bunlar zarf fiil ekinden çok fiilleri birbirine bağlayan ve daha çok yardımcı
fiille kalıplaşmış olarak kullanılan bağlama ünlüleri olarak değerlendirilmelidir.
Zarf fiil eklerinin bir işlevinin de bağlama işlevi olmasına karşılık,
birleşik fiillerde yer alan bu seslerin zarf fiil yapma fonksiyonu yoktur. Zarf fiil
yapan eklerin bir işlevi bağlamadır. Yani zarflaştırdıkları fiili yükleme
bağlamak suretiyle, yüklemin yapılış şekli, tarzı ve zamanı açısından yüklemi
tamamlamaktadırlar. Böyle bir kuruluşla da bunlar bir birleşik fiil meydana
getirmemektedirler. Örneğin :
Ali koşarak  okula geldi. /  Ali okula koşarak   geldi.
Top oynarken  düşüp  ayağını burktu. / Ayağını top oynarken burktu.
Maçı kaybedince ağlayıp oturdu. /  Maçı kaybettiği için ağlayarak
oturdu.
Ancak bağlama ünlüsü bunlardan farklı olarak iki fiili bir birine
bağlamakta ve birleşik fiil meydana getirmektedir.
Maçı kaybedince ağlaya yazdı.
Derslere dikkatini yoğunlaştırınca anlaya biliyor.
Ahmet’in ayağı koşarken burkulu verdi.
Adam ağaçlar arasından çıkan aslanı görünce ağaca tırmanı vermişti.
devamını okuyunuz... >>

TÜRKÇEDE OLUMSUZLUK EKLERİ ÜZERİNE


TÜRKÇEDE OLUMSUZLUK

Giriş :
İnsan hayatı ve evren birbirini tamamlayan zıtlıklar üzerine kurulmuştur. Biri olmadan
diğerinin varlığını ve değerini anlamamız mümkün olmaz. Erkek-dişi, var-yok, güzel-çirkin,
olumlu-olumsuz vb.  daha pek çok kavramın zıddını saymak mümkündür. Bu zıtlıklar sistemi
içerisinde insan da duygularını, düşüncelerini, hayallerini ifade ederken olumlu ve olumsuz
kavramları dil sistemi içerisinde kendine özgü söyleyişlerle dile getirir.
Kelime ve kavramlardaki olumsuzluk dillere göre farklılıklar göstermekte, farklı ek ve
yapılarla ifade edilmektedir. Türkçenin söz dizimiyle “Ben okula gitmeyeceğim”  cümlesi farklı
dillerle “I won’t go to school, Ya ne paydu vı şkolu, ich gehe nicht in die Schule, Lâ eźhebu
ile’l-medreseti ġaden, Men be mektebe neħâħem reft” gibi farklı şekillerde oluşturulmaktadır.
Her dilin kendine özgü bir olumsuzluk ifade sistemi olduğu gibi Türkçenin de kendine
özgü bir anlatım  şekli vardır. Ancak olumsuzluk ifadesi bütün kelimeler, kavramlar veya
durumlar için aynı şekilde gerçekleşmemektedir. Türkçede olumsuzluk kavramı nesne ve
eylemler için bir kısım ekler ve kelimelerle ifade edilmekte bunların da kendilerine özgü
kullanım özellikleri ve yerleri bulunmaktadır.
Ayrıca karşıt anlamlı kelimelerin bir kısmındaki olumsuzluk dolayısıyla belki bu tür
kelimeler olumsuz kelimeler olarak da değerlendirilebilir.  İyinin karşılığı kötü, akıllının
karşılığı deli, güzelin karşılığı çirkin vb. gibi kelimelere karşıladıkları kavramlardaki
olumsuzluk dolayısıyla anlamca olumsuz kelimeler denilebilir.
A. Eklerle Olumsuzluk :
Türkçede olumsuzluk kavramı taşıyan eklerin başlıcaları –mA, olumsuz çatı eki ve bu
ekin başka eklerle kaynaşmasıyla ortaya çıkan -mAz, -mAdAn,  gibi fiilimsi ekleri ile isimlere
eklenen  –sız olumsuz sıfat eki ve hem isimlerden hem de fiillerden sonra kullanılan ± mı soru
ekidir. Z. Korkmazın Türkiye Türkçesi Grameri adlı esrinde yer alan –mAzlIk ve –mAksIzIn
birleşik ekleri de olumsuzluğu sağlayan ekler arasında değerlendirilebilir.
-mA olumsuzluk ekini içerisinde bulunduran kaynaşmış eklerde de olumsuzluk kavramı
aslında –mA ile sağlanmaktadır. Ancak bu ekler kalıplaşmış olarak kullanıldıkları ve gramatikal
bir birim oldukları için ayrı ayrı değerlendirilmelidir. –mAksIzIn birleşik ekinde de olumsuzluk
–sIz ekiyle sağlanmıştır.
-mA olumsuz çatı eki :
Türkçenin bilinen ilk metinlerinden günümüze kadar yüklem olan çekimli fiillerle
beraber kullanılan olumsuzluk ekidir. Fiil kök ve gövdelerinden sonra gelip onların manalarını
olumsuzluk yönüyle genişleten –mA eki olumsuz fiil cümleleri oluşturulurken kullanılmaktadır.
Ekle ilgili olarak Zeynep Korkmaz “Fiil kök ve gövdelerinden olumsuz fiiller türeten bir
ektir. İ- ek-fiili dışındaki her fiil kök ve gövdesine gelebildiği için Türk dilinin en işlek türetme
eki durumundadır.” (Korkmaz 2003: 128) demektedir.
Leyla Karahan da eserinin olumsuz cümlelerden bahsettiği bölümünde, –mA ekiyle
olumsuz cümleler kurulduğunu, bu ekin, fiil cümlelerini olumsuz yaptığını anlatmaktadır. 2
“-mA- olumsuzluk eki, fiil cümlelerini olumsuz yapar.
•   Paris’in havasına giren adam, mektup yazmak için artık vakit  bulamaz, böyle
şeylerle meşgul olmayı hiç düşünemez. AH” (Karahan 2004: 104-105)
Rasim  Şimşek de  “Türkçe eylemlerde olumsuzluk öğesi,  ‘-me-’  ekidir. Bu ek
eylemliklerde, olumlu taban ile eylemlik arasına girer ve eylemin bildirdiği kılış ya da oluşun
yapılmadığını /yapılmayacağını anlatır.” (Şimşek 1987, 199) demektedir.
Türkçenin en eski metinlerinden itibaren kullanılan ek, tarihî metinler yanında günümüz
lehçelerinde de –ma / -me biçimiyle kullanılmasına karşılık, bazen ses değişimiyle de
kullanılabilmektedir. Bu konuda Fuat Bozkurt şunları söyler :“Olumsuzluk eki –ma / -me ses
olayları nedeniyle zaman zaman –ba / -be, -pa / -pe biçiminde de kullanıldığı olur. yazba
‘yazma’ şıgarma ‘çıkarma’ ” (Bozkurt 1992: 368).
-mA olumsuzluk ekli fiiller –yor şimdiki zaman ekiyle kullanılırken olumsuzluk ekinin
ünlüsünün –mı / -mi / -mu / -mü şekilleriyle büyük ünlü uyumuna uyduğu da görülmektedir.
Oku- / oku-ma- / oku-mu-yor,    yaş-a- / yaş-a-ma- / yaş-a-mı-yor gibi.
O derslerine çalışmıyor, bu gidişle sınıfta kalacak. Ona üzüldüğüm için günlerdir
uyumuyorum. Bize de bir şey söylemedi, derdi neydi bilmiyorum. Bir aksilik de görünmüyor.
Bu durumu Korkmaz da “-mA eki, bazı fiil çekimlerinde özellikle –(I)yor ekiyle kurulan
şimdiki zaman kipinin çekiminde, ünlüsü bakımından bir –A-/-I- değişimine uğramıştır. Bu
durum yazıya da geçmiştir: almıyor, kakmıyor, gelmiyor, görmüyor gibi.” (Korkmaz 2003: 128)
cümleleriyle anlatmış ve değişimi geniş ünlünün kulağa hoş gelmemesi yanında, y ünsüzünün
daraltıcı etkisine de bağlamıştır.
Bu eki alarak oluşan olumsuz çatılı fiil çekimlenirken, olumlu çatılı hâlindeki gibi kip
eki ve şahıs eki almak suretiyle kullanılmaktadır.
Çocuklar derse çalışmadılar. Çocuklar derse çalıştılar
Yarın geziye gidilmeyecek. Yarın geziye gidilecek
Zamanını boşa harcamamalısın. Zamanını boşa harcamalısın
Okuldan eve yürüyerek gelemezsin. Okuldan eve yürüyerek gelirsin /gelebilirsin
Geniş zaman dışındaki bütün kiplerde, kip eki kendi  şeklini koruyarak olumsuzluk
ekinden sonra kullanılırken, olumsuz çatılı bir fiil geniş zamanda çekimlendiğinde geniş zaman
eki –r -z’ye dönüşmektedir. Türkçede r z değişimini Besim Atalay –sız, -siz ekinin yapısını
anlatırken “Türkçemizde “r – z” değişmesi çoktur” (Atalay 1942: 331) şeklinde ifade etmiştir.
İstisnaî olan bu durum dolayısıyla bazı gramer kitaplarımızda (Bozkurt 1992: 80,
Öztürk 1994. 79) diğer zaman / kip ekleri olumsuzluk ekiyle beraber alınmamasına karşılık, fiil
köküne eklenen –ma olumsuzluk eki ve –z geniş zaman eki, –maz “geniş zamanın olumsuzu”
şeklinde bir ifadeyle anlatılmaktadır. –mayacak ‘gelecek zamanın olumsuzu’, -masa ‘şart
kipinin olumsuzu’ gibi kullanımlar olmadığına göre fiil çekiminde kullanılan –ma olumsuzluk
eki ve –z geniş zaman ekini de ayırmanın usul açısından daha doğru olacağı kanaatindeyim
-mAz sıfat fiil eki :
Olumsuzluk kavramını içinde bulunduran bu ek fiil kök ve gövdelerine gelerek onları
sıfatlaştırır. Bu sıfat fiil eki muhtemelen –ma olumsuzluk eki ve –z geniş zaman ekinin kendi
işlevleri dışında kaynaşarak meydana getirdikleri yeni bir ek olduğu için çekimli fiillerdeki
yapının aksine bitişik olarak değerlendirilmelidir.
Ekle ilgili olarak Eraslan “Menfi mana taşıyan isim fiil ekidir. Bu sebeple sadece
müsbet fiil köklerine getirilebilen ek, bütün Türk lehçe ve  şivelerinde yaygın bir  şekilde 3
kullanılışa sahiptir. Doğu Türkçesi’nde ek, -z > -s değişmesi ile –mas / -mes, Abakan, Şor ve
bazı diğer  şivelerde de m- > b-, p- değişmesi ile -bas / -bes, -pas / -pes  şeklini almıştır.”
(Eraslan 1980, 28) şeklindeki bilgileri vermektedir. Ancak aynı esrin 40. sayfasında ekin yapısı
konusunda da şu bilgiler yer almaktadır.
“Eski Türkçe devresinden beri bütün lehçe ve şivelerde yaygın şekilde kullanılan  –maz
/ -mez menfi geniş zaman isim fiil ekinin yapısı hakkındaki görüşler çok değişiktir…. A. Von
Gabain da ekin yapısını şu şekilde açıklamaktadır: -maz / -mez < -ma / -me “fiilden fiil yapan
eki” –z “fiilden isim yapma eki” ... M. Ergin de bu izahı benimsemektedir. ... ki bizce de en
uygun izah şekli budur. (Eraslan 1980: 40-41) demek suretiyle ekin yapısıyla ilgili oluşumu
belirtmektedir. Ayrıca Eraslan ekin aslında isim fiil eki olduğunu ve diğer bazı isim fiil ekleri
gibi daha Eski Türkçe devresinde şekil ve zaman eki durumuna geçtiğini de açıklamıştır.
Ek için Korkmaz da “-mAz eki, -r, -Ar, -Ir / -Ur sıfat fiil ekinin olumsuz türüdür. Her
türlü fiil kök ve gövdelerine gelebilen bu ek, eklendiği fiile süreklilik ve olumsuzluk anlamı
katan geçici sıfatlar türetir ve adlar önünde sıfat olarak kullanılır …” (Korkmaz 2003: 98)
bilgisinden sonra, olumlu  şekliyle beraber zarf fiil (bilir bilmez konuş-), tekrarıyla sıfatlar
(bitmez tükenmez  iş), geçici sıfatın önündeki adın atılmasıyla kalıcı  sıfat ve adlar (çıkmaz
“çıkışı olmayan durum”) oluşturduğunu da göstermiştir. Ekin yaygın kullanımını  “Bazı
metinlerde ve lehçelerde +maz olumsuzluk şeklinden genişletilmiş soyut isimler, olumlu şekle
nazaran daha yaygındır:….” (Korkmaz 1994: 53) demek suretiyle de açıklamıştır.
–mAz ekiyle türetilen ve diğer sıfat olan kelimeler gibi kullanılabilen bu olumsuz
sıfatlar isimlerden önce gelerek onlara olumsuz özellikler katarlar. Fiilin bildirdiği eylemden
yoksunluk ifade eden sıfatlar türetir, isimler gibi yardımcı fiillerle yüklem olarak kullanılırlar.
Utanmaz adam, uslanmaz gönül, bilinmez kader, dönülmez akşam gibi.
 “Deli Dumruluñ görür gözi görmez oldı, ŧutar elleri ŧutmaz oldı.” (Ergin 1989:178)
-mAdAn zarf fiil eki :
Bu zarf fiil eki de –maz sıfat fiil eki gibi iki ayrı ekten oluşan yeni bir ektir. Ekin
yapısıyla ilgili olarak farklı görüşler (Korkmaz 1995: 151-159, 2003: 1011) olmakla birlikte Korkmaz
ekin yapısı üzeri kaleme aldığı, ayrıntılı ve kandırıcı makalesinde ekin –ma-t-ın / -ma-d-ın > -
ma-d-an /-me-d-en yapısıyla oluştuğunu açıklamıştır. (Korkmaz 1995: 151-159) Ayrıca Türkiye
Türkçesinin Grameri adlı eserinde de şu bilgiler yer almaktadır: “-mAdAn eki, Eski Türkçedeki
ve Eski Anadolu Türkçesindeki –mAdIn ekinin ses değişmesine uğramasından oluşmuş bir zarf
fiil ekidir. Fiilden şahsa ve zamana bağlı olmayan “-maksızın” anlamında olumsuz zarf fiiller
türetir. Her türlü fiil kök ve gövdelerine gelebilir: almadan git- … vb” (Korkmaz 2003: 95)
Korkmaz’ın belirttiği (Korkmaz 1995: 158) gibi –mAdIn yapısı içerisinde –ma olumsuzluk
eki, olumsuzluk tabanı üzerine gelen –d yardımcı sesi ile -I ve –°n zarf fiil eki kaynaşmak
suretiyle olumsuz zarf fiil ekini meydana çıkarmışlardır. Bu zarf fiil yüklemin bildirdiği eylem
veya işin nasıl yapılmaması gerektiği veya nasıl yapıldığı konusunda yüklemi tamamlamaktadır.
 “Düşünmeden konuşma” cümlesinde konuşmak için önce düşünmek gerektiği,
düşünülmeden konuşulduğunda hatalı, yanlış şeylerin söylenebileceği kanısıyla bir uyarı vardır.
“Arkasına bakmadan gitti” cümlesinde ise giderken arkaya bakma eyleminin gerçekleşmediği,
gitme eyleminin yapılış şekli  söylenmektedir.
+sız olumsuz sıfat eki (+sız +siz +suz +süz isimden isim yapım eki) :
Bu ek isimlere gelerek onların yokluğunu bildiren olumsuz yapılar kurar. Ek ünlü
uyumlarına bağlı olarak +sız / +siz / +suz / +süz şekilleriyle kullanılmaktadır. Oluşan olumsuz
anlamlı kelimeler de isimlerden önce kullanıldığında olumsuz sıfat olarak görev yaparlar. 4
Akılsız başın derdini sefil taban çeker.  Asılsız söylentileri çıkaranlar bulundu.
Hastalığından dolayı aylardır tuzsuz yemek yiyor.
Ekle ilgili olarak “Eski Türkiye Türkçesinde –sUz Eki” adlı yazısında Üstüner ekin
genellikle isimlerden sıfat olarak kullanılan isimler türeten işlek bir ek olduğunu ve eklendiği
ismi bulundurmama, o ismin karşıladığı varlık veya kavrama sahip olmama ifadesi taşıdığını,
ayrıca -sUz ekinin XIV. yüzyıldan XVII yüzyıl sonlarına kadar çeşitli eserlerde vasıta hâli
ekinin belirttiği kavramların olumsuz  şekillerini ifade eden bir isim çekim eki göreviyle
kullanıldığını bildirmiştir. (Üstüner 2001: 179-184)
Olumsuz sıfat eki alan kelimeler türemiş diğer isimler gibi bir kavramı veya nesneyi
karşılayan isimler olarak da kullanılabilmelerinin yanında, türemiş diğer isimler gibi isim
cümlelerinde yüklem olarak da kullanılabilmektedirler.
Akılsıza ne desen boştur, o yine kendi bildiğini yapar.
Hastalığından dolayı aylardır tuzsuz yiyor.
Bu söylentiler asılsızmış.
Başkalarına zararı olmayan ve kendi faydasına olan işten kaçan akılsızdır.
± mı  soru eki (mı, mi, mu, mü):
Olumsuzluk kavramı bazen soru eki  ±  mI /  ±  mU’nun yüklem olan kelimeden önce
veya sonra soru ifadesi dışında kullanılmasıyla da ifade edilmektedir. Bazen de ki bağlacından
önce kullanılmak suretiyle, bağlaçtan önceki yan cümlenin olumsuzluğunu ifade etmektedir. Bu
tür cümlelerde amaç, soru sormaktan ziyade soru yoluyla olumsuzluğu ifade etmektir.
Hepsini o mu yaptı ki ona bu kadar değer veriyorsun.
Niçin kızıyorsun bunu ben mi yaptım.
Anahtar bende mi ki niçin bana soruyorsun. Kapıyı sen kilitlemiştin.
Ekin olumsuzluk fonksiyonuyla kullanıldığını Acarlar da Türk Dili’nde yayımlanan
“Mi Ekinin Türlü Kullanılışları” adlı makalesinde dile getirmiştir. Yazıda ekin fonksiyonları 12
madde halinde sıralanmış olup bunlardan üçü de ekin olumsuzluk yapan göreviyle ilgilidir.
“3) Eylemliklerin (mastarların ) bağlandıkları “olur mu” yüklemindeki “mi” eki
genellikle olumluluk ve olumsuzluk bakımından cümleyi etkilediği gibi anlama da kesinlik
ve gereklilik kavramı katar. “Yapmak olur mu?” (Kesinlikle   yapmamak   gerekir.)
4) Dilekli yan cümlenin bağlandığı temel cümledeki mi eki de, çoğunlukla, karşılık
gerektiren bir anlamda kullanılmaz, sözü olumluluk ve olumsuzluk bakımından etkiler.
“İsteseniz onu yakalayamaz mısınız?” (Yakalarsınız) ….
5) “Ki” bağlacıyle kullanılan sorulu cümlelerde de olumsuzluk anlamı vardır.
“Orhan okula geliyor mu (gelmiyor) ki bir şeyler öğrenebilsin.” (Acarlar 1970: 358-363)
B. Kelimelerle Olumsuzluk :
Türkçede kelimelerle olumsuzluk çeşitli şekillerde yapılmaktadır. İsim cümleleri ve fiil
cümleleri çeşitli kelimelerle, farklı şekillerde olumsuz yapılmaktadır. İsimler, bağlaçlar, zarflar
cümlede olumsuzluğu sağlayan unsurlar olarak kullanılmaktadır.
Bir varlığın veya özelliğin olmadığını anlatmak için kullanılan cümleler olumsuz ad
cümleleridir. Türkçede bu tür ad cümlelerinin kuruluşunda olumsuzluk kavramı taşıyan
kelimeler; değil, hiç, yok, hayır, ne … ne (de), ama, aksi hâlde, yoksa gibi kelimelerdir.
TDK Türkçe Güncel Sözlükte de anlam açıklaması ve örnekleri verilen değil, yok, hiç
gibi kelimeler Türkçenin söz diziminde yüklem olarak kullanılabilmelerine karşın
“ne….ne de, ama” cümle içerisinde olumsuzluk ifadesi ve bağlaç göreviyle yer almaktadırlar. 5
Bugün hava çok sıcak değil.   Sen ağzı süt kokan bir çocuk değilsin.
Yarın sınavımız yok.    Onun bize verdiği değer hiçmiş, yeni anladım.
Yukarıdaki cümlelerde kullanılan değil, yok ve hiç kelimeleri kedisinden önceki ismin
bildirdiği kavramın yokluğunu veya olumsuzluğunu bildirmektedir. Yok kelimesinin cümleye
olumsuzluk katan kullanımını Karahan da örneklerle açıklamıştır. “Yok isminin yüklem olarak
görev yaptığı cümlelerde anlam olumsuzdur. Salihi çarşıda gören yoktu. TB” (Karahan 2004: 106)
Ek-fiilde olumsuzluk sağlanırken değil kelimesi kullanılmakta, isim unsurundan sonra
değil kelimesi, sonra da ek fiilin kip ve şahıs eklerini almış çekimli hali kullanılarak olumsuzluk
oluşturulmaktadır. Zeynep Korkmaz ek fiilin olumsuzluğu veya değil kelimesinin olumsuzluk
oluşturma konusundaki kullanımı için “573. Asıl fiiller olumsuzluk anlamı kazandırmak için
kullanılan –mA- eki, ek-fiillerde kullanılmaz. İ- ek-fiilinin olumsuz biçimi değil (DLT tegül, dagol) edatı ile yapılır” (Korkmaz 2003: 715) demektedir. Değil kelimesinin
olumsuzluk göreviyle kullanıldığını Karahan da  “ “Değil” edatı, hem isim, hem de fiil
cümlelerini olumsuz yapar. Bu güler yüzlü adam ben  değilim. CST”  (Karahan 2004: 105)
şekilde anlatmıştır.
Değil kelimesi üzerine Özmen hazırlamış olduğu kapsamlı yazısında kelimenin kökeni,
yapısı ve kullanımlarıyla ilgili ayrıntılı bilgiler ve örnekler vermektedir. Yazısında değil
kelimesinin ek fiilin olumsuzluğunda ve fiil çekimlerinde kullanıldığını, (Özmen 1997: 315-
368) ek fiilin olumsuzluğunun tarihî devir ve lehçelerle bugünkü bazı çağdaş Türk lehçelerinde
er-, ir-(şekliyle veya i- +D r / +D r ek fiillerden biriyle isim unsuru arasına değil getirilmek suretiyle
yapıldığını örneklerle de göstermiştir.
“Karahanlı Türkçesi ermes/z … Harez Türkçesi ermez (emes, irmez) … Özbekçe emes …
Yeni Uygurca emes … Oğuz grubunu oluşturan Türkiye Türkçesi, Azerice, Türkmence
ve Gagavuzca yanında, Kıpçakça ve yaygın olarak Çağdaş Kıpçak grubu lehçelerde
ise ek fiilin olumsuzu değil edatı ile yapılmaktadır” (Özmen 1997: 317-318)
Yok, hayır, hiç gibi kelimeler sorulan bir cümlenin karşılığı olarak cevap cümleciği
şeklinde de kullanılabilmektedirler. Bu tür kullanımlarda bu kelimeler olumlu veya olumsuz
soru cümlesinin olumsuz karşılığı olarak kullanılmaktadır.
-Yarın okula gelecek misin? -Hayır. / -Yok. (Yarın okula gelmeyeceğim)
-Dersini yaptın / yapmadın mı? -Hayır. / -Yok. (Dersimi yapmadım / yaptım.)
-Niçin ağlıyorsun? -Hiç. (Bir şey için ağlamıyorum.)  -Ne kadar paran var?-Hiç. (Param yok)
Yukarıdaki örneklerde yer alan hayır / yok kelimeleri, sorulan sorunun olumsuz
karşılığı olarak bir birinin yerine kullanılabilirken; hiç cevabı bir şeyin yokluğunu belirtmek
veya sorulan soru karşılığında gerçek sebebi söylemek istemediğimiz durumlarda kullandığımız
olumsuz cevap kelimeleridir.
Güzel ama huysuz bir attı.  Çok çalıştı ama ne fayda. Ne Ali ne de Ahmet geldi.
Felaketten ne giyecek ne yiyecek ne de paralarını kurtarabildiler.
Yukarıdaki cümlelerde yer alan ama bağlacı iki cümleyi veya durumu birbirine
bağlarken anlam açısından bir olumsuzluğu da ifade etmektedir. Çok çalıştı ama ne fayda
cümlesi “çok çalışmasının faydası olmadı”yı karşılamaktadır. Güzel ama huysuz yapısında da
güzellik gibi olumlu bir özellikle beraber huysuzluk gibi olumsuz bir durum ama bağlacı ile bir
araya getirilebilmektedir.
Ne … ne (de) yapısının kullanıldığı cümlelerde de şekilce bir olumluluk olmasına karşılık
anlamca olumsuzluk bulunmaktadır. Yani buradaki ne … ne (de) yapısıhem … hem (de)  -me  yapısına eşittir
Ne Ali ne de Ahmet geldi.   =   Hem Ali hem de Ahmet gelmedi. 6
Türkçenin Söz Dizimi adlı eserinde Karahan da “ne … ne…” edatının kelimeleri, kelime
gruplarını veya cümleleri bağlayarak cümleleri olumsuz yaptığını, ancak bu tür cümlelerde
yüklemin olumlu anlam taşıdığını örnekleriyle açıklamıştır. (Karahan 2004: 105)
Aksi hâlde, yoksa gibi bağlaçlar da cümleleri birbirine olumsuzluk yönüyle bağlarlar.
Bu kelimeler Hengirmen’in de dediği gibi “Sözcük öbeklerini ve cümleleri karşıtlık anlamı ile
bağlar.” (Hengirmen 2002, 183) ve bu kelimeler yardımcı cümleden sonra asıl cümleden önce
kullanılır. Bu tür cümlelerin kuruluşunda  şekilce olumsuzluk olmamasına karşılık anlamca
olumsuzluk vardır. Bu bağlaçlar yan cümlenin olumsuzluğu hâlinde olabilecek bir sonucu
anlatan temel cümleye yan cümleyi bağlamaktadır
Bana verdiğin sözü tut, aksi hâlde pişman olursun.
Yarın erken kalk, yoksa sınava geç kalırsın.
Sonuç
Türkçenin her döneminde ve sahasında görülen olumsuzluk kavramı, eklerle
olumsuzluk ve kelimelerle olumsuzluk şeklinde iki temel yapıyla karşımıza çıkmaktadır.
Kelimelerin olumsuzlaştırılmasında kullanılan iki temel olumsuzluk eki (-sız, -ma)
yanında kavramların olumsuzluğunu soru yoluyla ifade eden ±mı soru eki de vardır. Bunlardan
isimlere eklenen –sız  ekiyle fiillere eklenen –ma olumsuzluk eki Türkçenin en eski
dönemlerinden beri kullanılan eklerdir. Ancak –ma’nın diğer bazı eklerle kalıplaşmasıyla ortaya
çıkan ve kullanımı –ma’dan farklı olan –madan, -maz, gibi fiilimsi ekleri ile -mazlık –maksızın
ekleri de Türkçede kullanılan diğer olumsuzluk ekleri olarak görülmektedir.
Kelimelerle yapılan olumsuzlukta, değil, hiç, yok, hayır, ne … ne (de), ama, aksi hâlde,
yoksa gibi isimler, bağlaçlar, zarflar cümlede olumsuzluğu sağlayan unsurlar olarak
kullanılmaktadır.
Kaynaklar
Acarlar , Kevser (1970), “Mİ” Ekinin Türlü Kullanılışları” Türk Dili C.XXII, S.227, s.358-363
Atalay, Besim (1942),  Türk Dilinde Ekler ve Kökler Üzerine Bir Deneme,  İstanbul: TDK
Yayınları.
Bozkurt, Fuat (1992), Türklerin Dili, İstanbul: Cem Yayınevi.
Eraslan, Doç.Dr. Kemal (1980), Eski Türkçede İsim-Fiiller, İstanbul: İÜ Edebiyat Fak. Yayınları
Ergin, Prof. Dr. Muharrem (1989), Dede Korkut Kitabı I, Ankara: TDK Yayınları.
Gabain, A. Von, (çev. M. Akalın)(2003), Eski Türkçenin Grameri, Ankara: TDK Yayınları
Hatiboğlu, Prof. Dr. Vecihe (1981), Türkçenin Ekleri, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
Hengirmen, Mehmet (2002), Türkçe Dilbilgisi, Ankara: Engin Yayınları.
Karahan, Leylâ (2004), Türkçede Söz Dizimi, Genişletilmiş 7. b. Ankara: Akçağ Yayınları.
Korkmaz, Zeynep (1969), “Türkiye Türkçesindeki –madan / -meden <-ma in="" me="" n="" nbsp="" p="" zarf-fiil="">(Gerindium) Ekinin yapısı Üzerine”, Türkoloji Dergisi, C.II/1 Ankara: 2.baskı, s.279-307.
Korkmaz, Prof. Dr. Zeynep (1994), Türkçede Eklerin Kullanılış Şekilleri Ve Ek Kalıplaşması
Olayları, Ankara: TDK Yayınları.
Korkmaz, Prof. Dr. Zeynep (1995), Türk Dili Üzerine Araştırmalar, 1. C. TDK Yayınları.
Korkmaz, Prof. Dr. Zeynep (2003),  Türkiye Türkçesi Grameri (Şekil Bilgisi), Ankara: TDK
Yayınları.
Özmen, Mehmet (1997), “Türkçe’de Değil Kelimesi Ve Kullanımları” Türk Dili Araştırmaları
Yıllığı Belleten 1995, Ankara: TDK Yayınları, s.315-368.
Öztürk, Dr. Rıdvan (1994), Yeni Uygur Türkçesi Grameri, Ankara: TDK Yayınları.
Şimşek, Rasim (1987), Örneklerle Türkçe Sözdizimi, Trabzon.
TDK Güncel Sözlük, http://www.tdk.gov.tr/sozluk.html
Üstüner, Ahat (2001), “Eski Türkiye Türkçesinde –sUz Eki” Elazığ:  F.Ü. Sosyal Bilimler
Dergisi, C.11, S.2, s.177-184.


Yard. Doç. Dr. Nadir İLHAN
devamını okuyunuz... >>

ATATÜRK'ÜN DİL POLİTİKASI


ATATÜRK'ÜN DiL pOLİTİKASı
Prof Dr. Şükrü n.uaı. AKALIN
Ulu önder Atatürk'ün en büyük eseri, Türkiye Cumhuriyeti'dir. Kurduğu curnhuriyeti Türk gençliğine armağan eden ve emanet bırakan Atatürk,
aynı zamanda Türk kültür tarihinde çok önemli atılımları gerçekleştirmiş
eşsiz bir düşünce adarrudır. Kültür alanında yaptığı atılımlarla Türkiye'nin
çağdaşlaşrnası yolunda büyük adımlar atmıştır. Atatürk, kültür ve düşünce
sorunlarıyla sadece ilgilenmekle kalmamış, sürekli olarak bu konulardaki
çalışmalara katkıda bulunmuş, pek çoğuna da öncülük etmiştir. Askerliğinin
ve devlet adarnlığının yanı sıra kültür ve düşünce adamı niteliğine de sahip
olduğunu bu çalışmalara olan katkılarıyla kanıtlamıştır.
Cumhuriyetin kültür temelleri üzerinde kurulduğunu söyleyen Atatürk,
kültürün en önemli ögesi olan dile de layık olduğu değeri her zaman vermiş­
tir. Atatürk'ün dile bu kadar önem vermesi sebepsiz değildir. Dil bilgisi ve
dii bilimi uzmanları, dilin en önemli işlevi olan insanlar arasında anlaşmayı,
ve iletişimi sağlaması niteliğinden hareketle dilin tanımını yapmışlardır. Bir
toplumda anlaşma ve bireyler arasında doğal iletişim dil aracılığıyla sağlanır.
Uluslaşma da ancak dil birliğinin sağlanmasıyla mümkündür. Aynı dili konuşmayan insanların anlaşmaları, iletişim sağlamalan. ortak değerlere sahip
olmaları mümkün değildir. Bu gerçeklerin farkında olan Atatürk, dil ve yazı
konusuna genç; bir subayken eğilmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan çok
önce, daha 19ÜTde, Bulgar Türkoloğu İvan Manolofa yazı değişikliğinin
yapılması gerektiğini söylediğini, dil ve yazı konularında düşüncelere sahip
olduğunu biliyoruz.
Milli Mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra genç Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yapılacak pek çok şey vardı: son yirmi yıl pek çok cephede açılan savaşlarlu geçmiş, ülke işgal döneminden sonra bağımsızlığını
elde etmişti. Cumhuriyetin ilanının ardından çeşitli alanlarda atılımlar yapı­
lırken, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal, kültür
konularına büyük önem veriyor, sık sık bu konuları dile getiriyor, kültür ala-BAL-TAM / Tilrkliik Bilgisi 29
t
nında yeni uygulamalara girişiyordu. Atatürk'ün bu dönemde çeşitli kültür
kurumlarının kuruluşuna öncülük ettiğine, hatta kimi kurumları bizzat kurduğuna, kurdurduğuna tanık oluruz.
Atatürk'ün Türk dili, Türk tarihi ve Türk kültürü konularında araştırma
ve çalışma yapmak üzere kurdurduğu ilk kurum Türkiyat Enstitüsüdür. Atatürk'ün eski çağlardan başlayarak Türk kültürünün çeşitli kollarında araş­
tırma ve yayınlar yapmak amacıyla bir enstitü kurma düşüncesi, cumhuriyetin ilünmdan, çok değil, dört-beş gün sonra ortaya çıkmıştı. Gazi Mustafa
Kemal, Fuat Köprültı'yü çağırıp şöyle söyler:
"Fııat Bey. cumhuriyeti kurduk. Artık cumhuriyeti ve devletınıiri ilmi
temeller üzerinde yükseltmek ranıanı gelmiştir. Lii{feıı İstanbul Dôrülfünuııu
bünyesiilde Türkiyat Eııstiıüsünii kIIrlIlIUZ."
Atatürk'ten aldığı talimatla işe girişen Fuat Köprülü, istanbul Dürülfü-
nununda on aylık bir hazırlık çalışması yapar. Hazırlanan dosya Gazi Mustafa Kcmal'e sunulur. Savaştan yeni çıkmış genç Türkiye Cumhuriyeti'nin
kıt bütçesinden ödenek ayrılarak enstitü kurulur. Türkiyat Enstitüsünün kuruluşu, hutbenin Türkçe okurulması. Gazi Mustafa Kemal'in daha sonra dil
ve tarih alanlarında yapacağı çalışmaların ilk işaretleridir.
Atatürk'ün dil ve kültür alanında gerçekleştirdiği ilk büyük atılım ise
"yazı devrimi"dir. Yıllardır tartışılan ve bir türlü çözülemeyen yazı sorunu,
birkaç aylık çalışma sonucunda yapılan "yazı devrimi" ile çözülmüştür. Osmanlı devletinde 19. yüzyılda tartışılmaya başlanan ve çeşitli girisimlere
rağmen bir türlü sonuç alınamayan yazı konusu Atatürk'ün kararlı ve isabetli
uygulamasıyla sonuca ulaşmıştır. Yazı devrimi müjdesini verirken söylediği
şu sözler yazının yanı sıra Türkçeye bakışı ve Türkçeye verdiği değeri göstermesi bakımından son derece önemlidir:
"Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harilerini kabul ediyoruz. Bizim alıenkıar, zengin lisanınıı; yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir."
Yeni Türk yazısının halka öğretilmesinde Atatürk bir öğretmen gibi.
yazı tahtasının önünde elinde tebeşirle kadına, erkeğe, çocuğa, gence, yaşlıya
yeni harfleri tanıtmıştır.
Kimilerinin beş on yılda, kimilerinin on beş yılda yapılabileceğini söylediği yazı değişimini Atatürk "Ya üç ayda. ya da hiç ... " diyerek, gerçekten
de üç aydan daha kısa sürede tamamlamıştır.
Atatürk, dile bakışını ve dil konusunda başlataeağı çalışmaları "Dil devrimi"nden iki yıl önce, Sadri Maksudi Arsal'ın Türk Dili İçiıı adlı kitabına
yazdığı sunuş yazısında özlü bir anlatımla dile getirir. Her satırı anlam yüklü
bu sunuş yazısı; düşünülerek, üzerinde dikkatle durularak okunduğunda30 BAL-TAM / Türklük Bilgisi
Atatürk'ün dile verdiği önem ve Türkçe için yapılması gerekenler konusundaki düşüncesi açıkça görülür. 2 Eylül 1930 tarihini taşıyan ve bizzat el yazı­
sıyla yazılan bu sunuş yazısında Atatürk şunları söylemektedir:
"Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin
olması, milli hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en renginlerindendir; yeter ki bu dil şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek isıiklôlini korumasını bilen Türk milleti. dilini de yabancı diller boyunduruğundankurtarmalıdır,"
Atatürk, uluslaşmanın dil birliği ile gerçekleşeceği düşüncesindeydi. Bu
sebeple ulus olmanın gereğini ortak bir dile sahip olmakta görmüştür. 1931
yılında Adana' da yaptığı konuşmada bu düşüncesini şöyle dile getirir:
"Türk dernek dil demektir. Milliyetın çok bari; vasıflarından birisi dilo \
dir. Türk milletinderum diyen insanlar, her şeyden önce ve behemehôl
Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk harsına. camiasına
mensubiyetini iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.
Halbuki Adana'da Türkçe konuşmayan 20.000 'den fazla vatandaş vardır. Eğer Türk Ocağı buna müsamaha gosterirse; gençler, siyasal ve sosyal
bütün kuruluşlar bu durum karşısında duyarsız kalırsa, en aşağı yüz seneden
beri devam edegelen bu durum daha yüzlerce sene devam edebilir. Bunun
neticesi ne olur?
Efendiler ! Herhangi bir [elaketli gününüzde bu insanlar, baş/w dille
konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilirler. Türk
Ocakiarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları, bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır. Bunlar Türk vatandaşlarıdır. Bugün ve yarın
talihimi; ve kaderimiz birdir. "
Yine aynı yıl yayımlanan Vatandaş için Medeni Bilgiler kitabına Türk
dili için Atatürk şu sözleri yazdım:
"Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve
en kolayolabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu
yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir.
Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felaketler içinde ahldkının,
an'anelerinin. haııralarının, menfaaılerinin kısacası bugün kendi milliyetini
yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili Türk
milletinin kalbidir. rlhnidir."
Değerli dinleyenler,
Uluslaşmanın bir diğer önemli temeli de toplumun geçmişi, yani tarihidir. Atatürk, bu düşünceden hareketle 1931 yılında Türk Tarihi Tetkik Cemiyetinin kuruluşuna öncülük etmiştir. Daha sonra adı Türk Tarih Kuru-BAL-TAM / Tiirkliik Bilgisi 31
ı'
muna çevrilecek olan bu kurumun çalışmaları ilerledikçe tarih konusunun
yanı sıra, hatta ondan da önce dil konusunun ele alınması düşüncesi ortaya
çıkmıştı.
"Milli bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık bulunması için dil ve tarih
uğrunda çalışmaya ınecburur,"
diyerek dil ve tarih konusundaki duyarlılığını her zaman dile getiren ve
başlangıçtan beri dil konusuna önem veren Atatürk, Birinci Türk Tarih Kurultayının son günü, dil konusunda çalışmalar yapmak üzere Türk Dili Tetkik Cemiyetinin kurulması için talimat vermiştir. Cemiyetin kurucuları ve
yapacağı işler o gece belirlenmiş, ertesi gün 12 Temmuz 1932 günü daha
sonra adı Türk Dil Kurumu olarak değiştirilecek olan Türk Di li Tetkik Ccmiyeti kurulmuştur. Türk Dil Kurumunun çalışmalarıyla birlikte Atatürk'ün
öncülüğünde ülkede bir dil seferberliği başlamıştır.
Atatürk, dil çalışmalarının nasıl ve hangi alanlarda yürütüleceği konularını ele almak üzere büyük bir dil kurultayı toplanmasını ister. Kurultay hazırlıklarına hemen başlanır. Kurumun kuruluşundan iki buçuk ay sonra, 26
Eylül 1932'de Birinci Türk Dil Kurultayı Dolrnabahçe Sarayı'nda toplanır.
Atatürk, başından sonuna kadar Kurultayı izler. Sadece birinci kurultayı de-
ğil, i 934 ve i 936 yıllarındaki ikinci ve üçüncü kurultayı da büyük bir ilgi ve
dikkatle izlemiştir. Oturum aralarında dil bilginleriyle sohbet etmiştir.
Türk Dil Kurumunun kurulmasının ardından Kuruma gösterdiği ilgi ve
verdiği önem Türkçeye verdiği önemle eş değerdedir. Kurumun kurucu ve
koruyucu başkanlığını aramızdan ayrıldığı güne kadar sürdüren Atatürk, yo-
ğun devlet işlerinden zaman ayırarak Türkçeye layık olduğu değeri ve önemi
her zaman vermiştir. Atatürk'ün Türkçeye verdiği önemi iki örnekle sizlere
sunmak istiyorum:
İngiltere Kralının Türkiye'yi resmi ziyareti sırasında Atatürk, misafiriyle yakından ilgilenmişti. Bu ziyaret, geçmişte bozulan Türkiye İngiltere
ilişkilerinin düzeltilmesi bakımından büyük önem taşıyordu. Bu önemin gereğini yerine getirmekle birlikte Kralın İstanbul'daki programı sürerken 5
Eylül 1936 günü Atatürk Türk Dil Kurumu yöneticilerini Dolrnabahçe Saray'ında kabul etmiş ve onlarla birlikte bütün gün ve gece çalışmıştır. Konu
Üçüncü Türk Dil Kurultayıdır. Bilindiği gibi bu Kurultay'da "Güneş-Dil
Teorisi" işlenmiştir. Dil devriminde önemli bir yeri olan "Güneş-Dil Teorisi"nin ele alınacağı Kurultay ile ilgili çalışmalara Atatürk bizzat katılmış ve
o gün Dolmabahçe Saray'ından çıkmamıştır.
Diğer örnek ise, Atatürk'ün bilim dili olarak Türkçenin geliştirilmesi
çalışmalarında terimlere verdiği önem ve bu konudaki çalışmalandır. Ata-32 BAL-TAM /Tiirkliik Bilgisi
türk, Türkçenin bilim dili olarak gelişmesi için yeni bilim terimleri türetilmesi düşüncesindeydi. Bu düşüncesini şu sözlerle dile getirmiştir:
"Övle istiyorımı ki, Türk dili bilim yöntemleriyle kurallarını ortaya koysıııı ve her dalda yazı vazanlar biitün terimleriyle ÇO{;lılıluğUIl aıılavabileceği
güzel. ahenkli dilimizi kullansınlar,"
Terirn konusuna gereken önemi veren Atatürk, bilim terimlerini türetme
çalışmalarına bizzat katılmış ve 12 Mart 1937 günü Türk Dil Kurumuna gelerek 6 saat süreyle Terim Kolu uzmanlarıyla gece yarısına kadar çalışmıştır.
Bugün matematikte, geometri de kullandığımız üçgen, dörtgen. açı gibi pek
çok terimi Atatürke borçluyuz.
Değerli konuklar.
Türkçeye layık olduğu değeri her zaman veren ve dil konusunda son derece duyarlı olan Atatürk, bir vasiyet niteliğindeki şu sözüyle bütün devlet
kurumlarının Türkçeye verınesi gereken önemi vurgulamaktadır:
"Türk dilinin kendi beııliğiııe, aslındaki güzellik ve zcııgiııliğiııc /WVllŞ­
ıııası için, bütün devlet ıeşkilônnıızuı dikkatli. alôkal: olıııasıııı isteriz."
Değerli konuklar,
Atatürk'ün Türkçeye verdiği önemin bir başka göstergesi de, Türk dili
üzerine çalışmalar yapan Türk Dil Kurumuna mirasından pay ayırınasıdır.
Ulu önder, vasiyetnamesinin 6. maddesinde İş Bankasındaki hisselerinin gelirlerinden Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kuruımınun yararlanmasını sağ­
lamıştır. Türkçeye ve Türk Dil Kurumuna her zaman mancn destek olan ulu
önder Atatürk, aynı zamanda maddeten de Türkçeyi ve Türk Dil Kurumunu
dcsteklemiştir.
Atatürk, sadece günlük çalışma saatlerinde değil, gece geç saatlcre kadar süren yemek sohbetlerinde de dil konuları üzerinde çalışırdı. Atatürk'ün
sofrası adeta bir bilim kürsüsüydü. Bilim adamı ve sanatçıların çoğunlukta
olduğu sofrada, dil tartışmaları yapılırdı. Bu yemekleri Atatürk, 'sofra dil
dersleri' olarak adlarıdırmaktaydı. Güneş-Dil Teorisi üzerine tartışmalar,
görüşmeler bu sofrada sürüyordu. Tarih, edebiyat, sanat konuları da bu sofranın başlıca konularındandı
Son 72 yılda dilimizde yaşanan gelişme, zenginleşme ve özleşme, ulu
önder Atatürk'ün Türkçeye verdiği önem, gösterdiği ilgi sayesindedir.
Türkçenin kullanılışından kaynaklanan birtakım güncel sorunlara karşılık
Türkçe, bugün gelişmiş, zengin bir edebiyat, kültür, sanat ve bilim dilidir.
Türkçenin sorunlarının aşılmasında izlenecek yol da, Atatürk'ün Türkçe ile
ilgili sözlerinde açıkça belirtilmektedir. Türk Dil Kurumu, Atatürk'ün dilimiz konusundaki sözlerini kendisine ilke edinmiş
devamını okuyunuz... >>

AHMET HAMDİ TANPINAR: ''NE İÇİNDEYİM ZAMANIN'' ŞİİRİ ÜZERİNE


"NE İÇİNDEYİM ZAMANIN"
1
Saadettin YILDIZ
Şiirimizde, zor yazan ve kendi yazdıklarını zor beğenen şairler arasında Tanpınar'ın
yeri hayli yukarılardadır. Ona göre şiir, kadın gibi meşgul olunmak ister, uğraşmadan olmaz.
2
Roman, hikâye, deneme, edebiyat tarihi, edebiyat incelemesi gibi, her biri değişik dikkat ve
yoğun mesai isteyen sahalarda çok ciddî çalışmalar içine girmesinin de tesiriyle olsa gerek,
şiire çok fazla zaman ayıramamış;
3
 ancak, kusursuz şiir arayışından da vazgeçmemiştir.
4
 Bir
mülâkata verdiği cevapta "Şiir kendi muvazaasının dışına çıktı. Vezin ve kafiyenin, muayyen
şekillerin ihmali yüzünden mukavemetsiz eserler doğuyor. (...) Hürriyetler bizi dağıttığı
zaman tehlikeli olurlar"
5
 diyen  şair,  şiirin titiz bir çalışmayla meydana getirilebileceğine
inanmaktadır. Tanpınar'ın bütün  şiirlerinin sayısı -bitmemiş olanlar dahil- yüzü bulmaz.
Sanatın zannedildiğinden çok daha ciddî bir iş, mısraın ise "bütün bir kâinat" olduğunu
düşünen şair, "onu bilerek yapan, hele o mısrada elde ettiklerini ikinci ve üçüncüsünde o
kadar değişik ve birincisine uygun şekilde" sürdürebilen sanatkârı, "insanların en büyüğü ve
mucizelisi" saymış;
6
 bu yüzden az yazmış, fakat yazdıklarını iyi işlemiştir.  
                                                         
1
 
              1
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpâre, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında.
              2
Bir garip rüyâ rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgârda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.
                  3
Başım sükûtu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;
                 4
Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.
2
 Mehmet Kaplan'a yazdığı 31 Aralık 1958 tarihli mektup, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mektupları (Haz. Zeynep
Kerman), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1974, s. 275
3
Şairin, Hasan Âli Yücel'e yazdığı 4.4.1958 tarihli mektubundaki  "Zaten şiir, fakirinizde eserden ziyade şair
budalalığı şeklinde tecellî etmiş" cümlesi, - tabiî,  budalalık  sözünü başka türlü anlamak kaydıyla- onun şiir
cehdinin,  yazmaktan çok şiiri yaşamaya dayandığını ifade etmesi bakımından dikkat çekicidir. (Bk.
Tanpınar'dan Hasan-Âli Yücel'e Mektuplar, Haz. Canan Yücel Eronat, Yapı Kredi Yayınları,  İstanbul-1997,    
s. 21.)
4
 Ondaki bu titizlik o kadar ileri derecededir ki, Ahmet Kutsi Tecer'e 1937'de yazdığı bir mektupta "Gelecek
seneye bir şiir kitabı neşrine niyet ettim." (Kerman, s. 28)  demiş; fakat kitap ancak 1961 yılı Şubat ayında, yani
şairin ölümünden 11 ay kadar önce neşredilebilmiştir. Kitabın matbaada olduğu sıralarda duyduğu huzursuzluk,
Hüsamettin  Bozok'a  yazdığı mektuplarda  çok açık şekilde anlaşılmaktadır.  (Bak: Kerman, s. 323 v.d. ; Eronat,
 s. 95 v.d.)
5
 Mustafa Baydar, Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar?, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve Kâğıtçılık L.Ş.,
İstanbul-1960, s. 194
6
 “Çocuk Dünyası”,  Yaşadığım Gibi,  s. 415 2
Bu titizlik ve mükemmeliyet arayışı, elbette, onun işini biraz daha zorlaştırmıştır.
Dolayısıyla da, tıpkı Yahya Kemal gibi, az yazmış; yazdıklarını ortaya çıkarmada o da
oldukça temkinli davranmıştır. Aslında bu tutumundan çok da memnun değildir.
Arkadaşlarına yazdığı çeşitli mektuplarda, az yazmasından sıkça şikâyet eder: "... bütün bu
ıztırap, mahrumiyet, hayat çeşmesinin başında bir yudum su bile içmeden beyhude
bekleyişler, hepsi hepsi boşuna mı gidecek? (...) Beni asıl müteessir eden kupkuru kalışımdır.
Goethe benim iki manzumeyi yarım yamalak yazabildiğim bir sene içinde 3-4 eser, hem de
bütün Avrupa'yı birden sarsan 3-4 eser yazıyordu. Çalışmak... Yarabbim, bu şifayı bana ne
vakit göndereceksin? (...) Bu kadar yaşadığı dünyayı eskitmiş, tecessüs ve ihtirasını öldürmüş
bir adam ne olabilir?"
7
 
Hasan Âli Yücel'e yazdığı şu satırlar, Tanpınar'ın "dünyayı eskitmiş olmak"tan dolayı
büyük bir huzursuzluk içinde olduğunu ifade ettiği gibi, eserleri  -özellikle de  şiirleri -
sayesinde ebediyyete kavuşma özlemini duyduğunu ortaya koyuyor: "Elimde bir romanla,
şiirler var. Vakit daraldı, ellisekizindeyim.. Ölmeden şu şiirlerime bir çeki düzen verirsem çok
mesut olacağım. O benim asıl makyajım, tıraşım, tuvaletim olacak.
Gülünç bulma sakın bunları. Bir kere bir halt etmişim, angaje olmuşum. Ortaya bir
isim atılmış, iddialara girişmişim. Geçen gün Boğaz'dayım. Âşık olduğum, yalnız gezdiğim
günleri düşündüm. Ve kendi kendime 'yarabbim dedim, acaba genç bir âşık birgün buralarda
tıpkı benim  on on beş sene evvelki halimde dolaşırken benden bir mısra okuyacak mı?'
Ebediyet işte bu! Eğer böyle bir şey olursa vallahi mezarımda dönerim."
8
Tanpınar'ın şiir konusundaki  ana tutumlarından biri de ona herhangi bir sosyal görev
yüklememektir: "Maalesef memleketimizde mutlak derecede bir ekseriyet hâlâ san'atkârda
büyük insanî mefkûrelerin bir peygamberini, cemiyet hayatının ateşli bir havarisini görmek
arzusundadır. (...) Bu yüzdendir ki, sadece muzdarip ve huzursuz ruhun saf bir lisanı olması
lâzım gelen şiiri çok def'a irşadın kürsüsünde vaız eder gördük. Hakikatte bütün bunları ifade
için başka bir dil, yevmî hayatımızın aynası olan nesir vardı."
9
 sözlerinden de anlaşıldığı gibi,
Tanpınar, şiirin katı gerçekleri ifade sanatı olarak kullanılmasına  taraftar değildir. O, gerçek
şiirin kendinden başka bir gayesinin olamayacağına ve kendinde başlayıp yine kendinde
bittiğine, asaletinin de buradan geldiğine inanır.
10
 "Günün ve hayatın emirlerini san'atın
üstünde tutma"nın sanata zarar vereceğini düşünür.
11
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın şiirini değerlendirirken, mûsıkînin onda bir  kurucu unsur
olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Güzel sanatların hepsine karşı büyük ilgi duyan
Tanpınar, özellikle resim ve müzik konusunda otoritedir. Çok yakından tanıdığı bu iki
sanatın, onun şiirinin tekevvün macerasında muayyen bir yeri vardır. Tabiî, maddî varlığı
teferruatından sıyırarak vermekten hoşlanan  şair, -resmi "rengin neş'esini tatmak"
12
olarak
kabul etmesinin tabiî bir  sonucu olarak- bize "tablo  şiir" sunmaktan uzak durmuştur. O,
"mücerred resmi sever."
13
 Bu durumu, onun  şiirindeki tecridin kaynaklarından biri olarak
düşünmek yanlış olmaz.
Mûsıkî ise, Tanpınar'ın şiirinde daha önemli bir yere sahiptir: "Her çehre, her hâtıra
bize kendi hususî nağmesiyle gelir. Onu yeniden yaşamak için bu sesi bulabilmek lâzımdır."
14
sözleri, onun kelimelerle çizdiği soyut tablonun çoğu zaman hususî bir sesten, yani mûsıkîden
                                                         

 ile yakından ilgilidir.
Şair, sesin kendisinde vizüel imaja dönüşmesini çarpıcı bir örnekle anlatır: Dede'nin
Mâhur Beste'sini ilk defa dinlediği zaman gözlerinin önünde büyük bir   ağaç canlanmış;
Eyyubî Bekir Ağa'nın Nühüft bestesi, mûsıkînin hamlesi altında yavaş yavaş şişen bir  yelken
imajına götürmüş; yine Eyyubî Bekir Ağa'nın Mâhur Beste'si  de onda, ne zaman gördüğünü
bilmediği bir  kadın yüzüyle birleşmiştir. "Bu hayallerin üçü de iradî değildir; kendiliğinden
meydana gelmiştir. (...)  Şimdi sırasıyle bu üç hayali bende karşılığı olan duygulara
çeviriyorum: uzlet, mistik ülkü, ferdî saadet hasreti...
Hakikat şu ki, nereden ve nasıl gelirlerse gelsinler, bugün bende musıkî ile temasın
doğurduğu üç şekil var ki, ayrı ayrı ruh hallerini karşılıyor: nağmeden bir ağaç, nağmeden bir
yükseliş, nağmeden bir yüz... Üçü de ani bir duyuş altında şekillenmiş üç rüyadır."
16
 
Tanpınar, en küçük şiiri dahil, her eserinin başında batıdan veya doğudan bir mûsıkî
eserinin bulunduğunu, onu kendi  şahsiyetinin asıl idrâkine götüren vasıtanın mûsıkî
olduğunu
17
 söylerken, şiirinin kapısını açacak anahtarlardan birini de vermiştir.
***
 Tanpınar, dış dünyanın rengini, sesini (mûsıkîsini) ve şeklini çok iyi yakalayan, fakat
dış âlem intibâlarını doğrudan anlatmak yerine, o âlemden aldığı ihsaslar vasıtasıyla kendi iç
dünyasına dalmayı, murakabeyi seven bir şairdir. Ondaki içe dalma, dış dünyanın gürültülü
çeşitliliğinden kurtulduktan sonra beliren  hususî bir tavırdır: "Sükût benim dikkatimdir. O
içimde, etrafımdaki her aksi kabule hazır bir vazoya benzer."
18
 Bu vazonun her aksi kabule
hazır oluşu, onu olduğu gibi bıraktığı anlamına gelmez. Ama, sükût tam anlamıyla dikkat
hâline gelirse,  şairin kendi beninde yoğunlaşmasını kolaylaştırır. Antalyalı Genç Kıza
Mektup'ta dile getirdiği,  "Ne  İçindeyim Zamanın  şiiri,  şiir hâlini, kozmosla insanın
birleşmesini nakleder ki bir çeşit murakabe (içe dalma) ve  rüyâ hâlidir. Görüyorsunuz ki,
hakikî rüyânın tesadüfleri ve tuhaflıkları ile alâkası yoktur. Zaten rüyânın kendisinden ziyâde,
benim şiir anlayışımda, bâzı rüyâlara içimizde refakat eden duygu mühimdir. Asıl olan bu
duygudur. Mûsıkî burada işe girer. Çünkü bu duygu  mûsıkîşinas olmamak şartıyla mûsıkî
sevenlerde bu san'atın uyandırdığı hisse benzer. Bunu, yaşadığımız başka bir zamana gitmek
diye tarif edebilirim. Başka türlü ritmi olan ve mekânla, eşya ile içten kaynaşan bir zaman."
19
görüşü, Tanpınar'ın, dış dünya intibalarını kendi iç dünyasında yorumladıktan sonra dışa
yansıtmaya özel bir önem verdiğini gösteriyor. Tabiî, böyle bir tutum, eşyanın çok farklı bir
şekilde idrâk edildiği anlamına gelir.
Tanpınar'ın Ne İçindeyim Zamanın şiirini yorumlarken, -hattâ böyle bir çalışma, diğer
şiirlerinin anlaşılmasını da kolaylaştırır- şiir hâli, kozmosla insanın birleşmesi, içe dalma /
murakabe  ve  rüyâ hâli  kavramlarını açıklığa kavuşturmak gerekir. Çünkü bu kavramlar, bu
şiirin  anahtar kavramlarıdır.

Şiirde anahtar kavramla, anahtar kelimeden biraz daha kompleks bir yapıyı kastediyoruz: Anahtar kelimede
de şairin içinde bulunduğu ruh hâli, tema, zaman vb. şiir unsurlarını belirtme özelliği temel olmakla beraber,
anahtar kavramda, bizi  şiirin aslî dokusuna -ve kısmen de olsa şaire- götürme kabiliyeti daha yüksektir. Anahtar 4
• Şiir hâli:
Tanpınar'a göre,  şiirin kendine mahsus havası bütün kuvvetini, tesir kabiliyetini,
kısacası mükemmelliğini doğuran her  şeyini sanatım dilinden alır. Bu havanın kelime ve
imajla olan ilgisi, bir peyzajın veya bir odanın  ışıkla olan ilişkisi gibidir. Odanın içindeki
eşyanın bizdeki tesirleri nasıl pencereden süzülen  ışığa bağlı ise, şiirdeki kelimeler de şiir
havasına öylece bağlıdır. O hava kalktığı takdirde kelimeler de imajlar da çok az şey ifade
edebilir.
21
    Tanpınar'ın "şiir hâli", yukarıdaki "şiir havası"nın hususî  şeklidir. "Şiir ve
alelumum san'at, ferdin en mutlak  ve hür surette kendini idrâk ettiği zirvedir."
22
 dediğine
göre,  şiiri tam anlamıyla, insanın iç dünyasında  şekillenen çok özel bir kavrayış olarak
düşünmektedir. Bu kavrayışta  şuuraltının kontrolünde bir şuurun tayin edici faktör olduğunu
söyleyebiliriz: Köşe taşlarını cezbe ve hülyânın oluşturduğu çok özel bir atmosfer... "Şiir bir
nevi sükûnetin çocuğudur."
23
 "şiir havası"na ulaşmak -daha özel hâliyle- şiir hâlini kuşanmak,
maddî  âlemin çeşitliliğinden kurtularak sessizliği yakalamakla mümkündür.
• Kozmosla insanın birleşmesi :
İnsan, dış dünyanın çok sesliliğinden süzerek çıkardığı ortak ritmi kendi iç beninin
sesiyle birleştirerek elde ettiği mûsıkîyi ne kadar derinden duyarsa şiir hâlini de  o derece
kolay yakalar.Bu suretle de  büyük kâinat  olan kozmosla  küçük kâinat  diyebileceğimiz insan
aynileşmiş olur. Daha açık bir ifadeyle, şair, derin bir sükût sayesinde kozmosun çeşitliliği ile
belli bir duyuşta yoğunlaşan iç beni arasında denge kurar. Sözünü ettiğimiz aynileşme, aslında
bu dengedir. Denge kurulamaz ve sadece iç ben konuşursa şiirin doğması zorlaşır; kozmosun
kesin hâkimiyetinde ise şiir ölür; çünkü "şiir bir iç kale san'atıdır."
24
İnsanın duyan ve yeniden
yorumlayan vasfıyla varlığa katılmaması hâlinde, kozmosla birleşmeden söz edilemez.
Tanpınar'da, varlığı yeniden yorumlama ve ona hususî bir mânâ yükleme cehdi süreklidir.
• İçe dalma / Murakabe :
Bu, şairin bir sanatkâr olarak kendi benini tam anlamıyla idrâk etme çabasıdır. "Şairin
kendi derinliklerini yakalayabilmek kabiliyeti"
25
 veya "kendi olmak imkânını bulma"dır.
26
Şiir
hâli, bir bakıma, cezbe hâli olduğuna göre, şairin kendi iç dünyasını heyecan ve sezgileri ile
ele geçirme cehdi olarak  da izah edilebilir. Sonsuzluk, lekesiz ve olağanüstü yumuşak
çırpınışlı bir güvercin kanadının, yani şiirin yapıp tamamladığı bir saray: Bu sarayın mimarı
tesadüf değil, şairin sessizce kendi içine dönüşüyle canlanan "dikkat"tir.
27
 
                                                                                                                                                                                   
kavramın, birkaç anahtar kelimeyi birden bünyesinde bulundurabildiğini ve bu sayede daha çok  şey ifade
edebildiğini de unutmamak gerekir.

Hangi güvercin kanadı
    Köpükten çırpınışında,
    Bu sarayı tamamladı
    Her tesadüfün dışında;  (Yavaş Yavaş Aydınlanan) 5
• Rüyâ hâli :
Rüyâ hâli, "her  şeyi unuttuğu
28
 için her  şeyi kendinde hazır bulma"dır.
29
 "Rüya
uykuya münhasır bir keyfiyet değildir. Gece gibi onu da içimizde taşırız. Şuurun duvarında
açılan her gedikten rüyaların sırasına göre sıkıntılı, zâlim yahut mes'ut diyarına gideriz.
Tecrit ve teksif gibi zihnî ameliyelerimiz bile, bir bakıma göre, rüyaya yakındırlar.
Zihnin bazı imkânsız vuzuh anları uyanık hâlde görülen birer rüyadan başka bir şey değildir.
Vecd rüyadır.
Çok def'a manzara karşısındaki ruh hâletimiz de uyanık hâlde görülen rüyadır."
30
sözlerinden, Tanpınar'ın gün  ışığının keskin aydınlığından pek hoşlanmadığı anlaşılıyor.
"...Van Gogh'a gitmiştim. Bu biraz beni teselli etti. Van Gogh büyük bir hürriyet hareketi!
Yalnız çok güneş var ve bu kadar aydınlık insanı ürkütüyor"
31
 sözleri de bunun bir ifadesi
olarak kabul edilebilir. Tabiî bu, Fecr-i Âtî şairlerinin -ve özellikle Hâşim'in- realiteden kaçış
vesilesi olarak geceye sığınışından farklıdır. Onların gerçeklerden kaçışı psikolojik ise,
Tanpınar'ınki daha çok estetik kaynaklıdır. Tanpınar'ın rüyâ hâli dediği, uykunun insanı
hareketsiz bırakan rüyâsı değil, şuurun alt şuur ile, aklın sezgi ile dizginlendiği  yarı uyanık
hâldir. Bir bakıma, katı maddî âlemin yumuşatılması için bilerek tanzim edilmiş, tahakküm
eden değil de hükmedilen bir rüyâ... Zaten "rüyâlara refakat eden duygular mühimdir" ifadesi
de, şairdeki rüyâ hâlinin, öyle aşırı duygulu, yarı meczup insanların hallerinden farklı bir
"tavır" olduğunu gösterir. O, eşyâyı değiştiren bir tülün arkasından bakmayı sever dünyaya.
32
Paris'te yaptığı bir gezintinye ait intibalarını  "Sis safası yaptım. Yani şiirimin ve estetiğimin
elemanını seyrettim."
33
 sözleriyle anlatırken, bir bakıma, rüyâ hâlinin başka bir tarifini yapmış
da sayılır.
Yukarıda üzerinde durduğumuz ağaç, yelken, kadın yüzü  imajlarını doğuran mûsıkî,
"ani bir duyuş altında  şekillenmiş üç rüya" olarak,  Tanpınar'daki rüyâ hâlinin bir başka
boyutunu idare etmektedir.
***
Tanpınar, zamanı akış hâlinde tasavvur ve idrâk ediyor. Zaman sürekli akmaktadır ve
kompleks bir yapıya sahiptir. An  ise uçsuz bucaksız zamanın içinde hususî bir bölüm: Kendi
içinde geniş, fakat yekpâre. An öyle hususî bir yapıya sahip ki, -bir elmas, bir billûr gibi- onu
parçalarsanız mânâsı ve esrârı ortadan kalkar. Günlük hayatın teferruatını -kendi kendisiyle
başbaşa kalmasını engellemesi ve dolayısıyla şiir hâlinin tahakkukunu imkânsız kıldığı için-
"zamânı bölen şekiller" olarak kabul eden şair, bu şekillere çok uzaklardan bakmak ister;
                                                         
28
 Tanpınar'daki "bildiği her şeyi unutma" keyfiyetini, günlük hayata ait maddî teferruatı bir tarafa bırakma,
eşyaya rüyânın veya gecenin penceresinden bakma olarak anlamak doğru olur.
29
 “Şiir ve Rüya-I”, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 16
30
 “Şiir ve Rüya-I”, , a.e., s. 18-19
31
 Adalet Cimcoz'a yazdığı 11 Mayıs 1960 tarihli mektup,  Kerman, s. 215
32
 Tanpınar, karanlığı estetik tutumu öyle gerektirdiği için arar: "Aydınlığı, vuzuhu herkes gibi secerim; hayatı
yapan şüphesiz ki onlardır. Fakat hakikî duası olan her şeyde karanlığın bir hissesi vardır. (...) Bunun içindir ki
bilhassa sanat, karanlıktan kendini kurtaramamış, hattâ nâdir olarak elde ettiği gölgesiz aydınlıklar bile bizzat
vuzuhun şiddetiyle hiç olmazsa gözlerimizi kamaştırmıştır. (...) Benim bahsettiğim karanlık, muhitimizi, birden
bire sanki kesif su tabakaları arasından sızan aydınlıkla yekpareliği bulanmış bir deniz altına çeviren şüpheli bir
karanlık, hattâ daha iyisi, ışığı adeta dışarıdan idare edilen bir karanlıktır." (“Karanlıkların Tadı”, Yaşadığım
Gibi, s.133 v.d.)
33
 Adalet Cimcoz'a yazdığı 25 Kasım 1959 tarihli mektup,  a.e., s. 177 6
çünkü bir deniz altı âleminin gün ışığıyla yavaş yavaş aydınlanması gibi, şiir hâli de, her türlü
eşyayı -varlığı- yeniden ve kendine has bir ışıkla aydınlatmalıdır.
34
Anın bütünlüğü içinde âdetâ   yeni bir hayat  yakalanıyor; fakat bu yeni hayatın
boyutları, rengi,  sesi, kokusu net değildir. Bir garip rüya rengi,  şuûrun üstüne geçirilmiş bir
tül perdedir: Her şekil, yani dış âlem, esrarlı bir görünüş kazanmıştır. Bu esrar insanda rüyâ
intibaı uyandırıyor ve maddî atmosferin ağırlığından kurtarıp rahatlatıyor. Rüzgârda uçan tüy
bile / Benim kadar hafif değil   mısraları, bu rahatlamanın derecesini göstermektedir. Prof. Dr.
Mehmet Kaplan, "başka bir versiyonda ilk mısra: 'Rüzgârdaki yaprak bile'  şeklindedir.
Tanpınar, hafiflik duygusunu daha iyi anlatmak için 'yaprak' yerine 'tüy' kelimesini
kullanmıştır"
35
 diyor. Böyle bir düzenleme, rahatlamanın derecesini daha güzel anlatmaktadır:
Tüy,  bir nevi  sıkletsizliktir. Şairin hafiflemeyi, rahatlamayı ifade için başvurduğu mübalağa,
İçim muradına ermiş / Abasız postsuz bir derviş mısralarındaki  mânevî rahatlama boyutu
ortaya çıkınca, âdetâ, mübalağa olmaktan çıkıyor ve o da manevî bir hafiflemeyi, kendinden
geçmeyi, başka bir âleme doğru savrulmayı ifade etmeye başlıyor.
Zamanın ne tam dışında, ne de tam içinde olan, uçsuz bucaksız zamanın muayyen bir
parçasında kendine çok özel bir yer bulan şair, dış âlemin ağırlığından kurtulmuş ve onu
kendi arzularına göre yeniden yaparak hükmetmeye de başlamıştır. O artık kendi kurduğu bir
dünyadadır. Kökünü şiir hâlinin beslediği yeni bir dünya ve şairi çevreleyen bir mavilik, bir
mavi ışık... Mavi, genelde, serinliği ifade ettiği için, tüy gibi hafiflemiş bir insanın mavi ışık
ortasında yüzmesi de, hayal edilen atmosfere uygundur.
Ne  İçindeyim Zamanın,   başka bir zamana geçme arzusu  üzerine oturtulmuştur;
tema budur. Bu arzu, tasavvuftaki  sılaya -Tanrı katına ulaşma, bir gölgeden ibaret olan bu
dünyadan kurtulma arzusundan çok farklıdır.   Şiirde  derviş imajına yer vermiş olmasına
rağmen, Tanpınar'ın mistik bir tavır içinde olmadığı, şiirin kendisini başlı başına bir   cezbe
kaynağı olarak gördüğü ve  şiir hâlinin verdiği coşkunlukla böyle bir ruh hâli sergilediği
düşünülebilir. Mistik cezbede, insan ilâhî birtakım tesirlere tâbîdir; Tanpınar ise şiir hâlini
yarı uyanık bir uykuda yaşar ve tamamıyle beşerî kaynaklı bir  sanat mistisizmine bağlıdır.
Başka bir zamana geçme arzusunun arkasında  zamandan şikâyet duygusu aramak da
mümkündür. Gerçekten, Tanpınar'ın, yaşadığı zamandan pek memnun olmadığı ortadadır. Bu
yüzden -bunalıma düşmemişse bile- sürekli bir huzursuzluk yaşadığını hemen her eserinden
sezebiliriz. Ancak, o,  büyük insanî dâvâların peygamberi  veya  cemiyet hayatının ateşli bir
havarisi olmak  istemediği için, şahsî de olsa şikâyeti ön plâna çıkarmaktan kaçınmıştır.
***
Ahmet Hamdi Tanpınar, dört kıtadan ibaret bu şiirde, derin bir mânâyı topu topu 54
kelimeden ibaret sekiz cümle ile anlatmıştır.  Şiirin fazlalığa tahammülünün olmadığına
bundan daha güzel bir delil aramaya gerek var mı?
Ne  İçindeyim Zamanın'da,  şairin muhayyilesinde  şekillenen ve aynı zamanda onu
kuşatan zamanın,  teferruattan tamamıyla arınmış ve çok hususî renklerle boyanmış soyut bir
tablosu çizilmiştir.
                                                         
34
 Yavaş yavaş aydınlanan   Bir yıldız uzaklığında
    Bir denizaltı âlemi,   Uyanıyor birer birer
   Yosunlu bir boşluktan   Ürkek bulanıklığında
   Çekiyor kendine beni.   Zamanı bölen şekiller.
            (Yavaş Yavaş Aydınlanan)
35
 Tanpınar'ın Şiir Dünyası, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul-1963, s.35 7
Şair, şiir diliyle bize sezdirdiklerini -çünkü, ondan (şiirden) beklenebilecek yegâne
şey, bizde bediî alâka dediğimiz ve hayatımızın maddî taraflarıyla, gündelik endişeleriyle
münasebettar   olmayan saf   bir  alâka  uyandırmasıdır."-
36
   nesir hâlinde  anlatmak  isteseydi
-herhalde- şunları söylerdi:
Şiir hâlinin verdiği şevk ve heyecan sayesinde, sürekli bir akış olan zamanın tam
anlamıyla içinde olmadığım gibi, bütünüyle dışında da değilim.  An, uçsuz bucaksız zamanın
herhangi bir yerinde yakaladığımız ve bizi bir nevi cezbe hâline götüren, tek parçadan ibaret
olup parçalandığı takdirde bütün esrârını, anlamını, güzelliğini ve heyecan vericiliğini
kaybedecek olan, kristal bir vazo kırıldığı zaman nasıl vazo olmaktan çıkıyorsa öylece tuz buz
olup gitmeye mahkûm bir hususî zaman, asıl zamanın çok şahsî bir bölümüdür. İşte ben, şiir
ve rüyâ hâlinin  getirdiği değişik hava sayesinde böyle bir  anın  tek parçadan ibaret,
bölünmez, dağılmaz, çözülmez akışındayım. Gerçek zamanla, eşya ile, dış âlem ile ilgim
kalmadı; o anın bana sunduğu bir rüyâyı yaşıyorum.
Bu rüyâ, bütün şekilleri, bütün maddî varlığı kendi rengine boyadı. Şimdi dış âlemin
renk çeşitliliği yok;  her  şeye tek renk hâkim: Rüyâ rengi... Herşeyin rüyâ rengine
bürünmesiyle öyle rahatladım, öyle hafifledim ki, rüzgârın önünde, hiçbir ağırlığı yokmuş
gibi savrulup duran tüy bile benim kadar hafif değildir. Günlük hayatın yükü, rüyâya
benzeyen bu şiir atmosferinde üstümden kalktı...
Başım, dış dünyanın çok sesliliğinden, karmaşasından, ölçüsüz gürültüsünden
uzaklaşmam sayesinde, kocaman bir değirmenin tahıl öğütmesi gibi, sükûtu, sessizliği
öğütüyor,  yaşıyor. Bu sessizlik sayesinde şiir hâlini, rüyâ hâlini yaşıyorum; bu hâl içinde şiir
dokunuyor. Yine bu hâl içinde, gönlüme mistik duyuşun aydınlığına yakın bir aydınlık
doluyor. Muradına ermiş, Fenâfi'l-lâh'a ulaşmış bir derviş gibi  şevk içindeyim; cezbe
hâlindeyim.
Bütün bunlardan sonra, dünyanın -ki o artık bildiğimiz dünya olmaktan çıkmış ve
âdetâ  bir sarmaşık olmuştur-  kökü bendedir; dünya benim etrafımda ve benim isteklerime
göre şekilleniyor... Öyle seziyorum ki, şiirin bana sunduğu bu dünyanın bütün ölçüleri de
bana göredir. "...her  şiirde dünya yeniden kurulur. Musıkînin bir başka eşi. (...)  Şiir bir
ikameler san'atıdır."
37
Şiirin cezbeli havasına girmeden önce eşya bana hükmediyordu; şimdi,
şiirle kurduğum yeni dünyanın hâkimi benim. Böyle olunca da serinliğin, rahatlığın,
ferahlığın sembolü olan mavi bir  ışığın ortasında, bütün yüklerimi atmış, hafiflemiş olarak
yüzüyorum. Tam bir rahatlama içindeyim...
   
                                                         
36
 “Şiir Hakkında-I”,  Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 2
37
 “Ahmed Hamdi Tanpınar Anlatıyor” (Konuşan: Mustafa Baydar), Edebiyat Üzerine Makaleler, s.557
devamını okuyunuz... >>

CEMAL SÜREYYA: FOLKLOR ŞİİRE DÜŞMAN


Folklor Şiire Düşman
 
   
  
     Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı. François Villon'dan, André Breton'a, Henri Michaux'ya bir çizgi çekelim, bu işin nasıl bir evrim sonucu doğduğunu göreceğiz. Çağdaş şairler kelimeleri bile sarsıyorlar, yerlerinden, anlamlarından uğratıyorlar. Bu böyleyken, bizde hâlâ folklora, halk deyimlerine şiirlerinde fazlasıyle yer veren şairlerin kısır bir yolda oldukları sanısmdayım. Çünkü folklorda şiirin bugünkü entelektüel niteliğini taşıyacak yeti yoktur. Halk deyimlerinin havası şiirin kanat çırpmasına imkân vermeyecek kadar dar bir havadır.
     Bir halk deyimi içindeki kelimeler o deyimdeki anlam dizisinde kaynaşmışlardır. O kelimelerden o deyimlerdekinden ayrı işlemler, ayrı güçler aramayın artık. Çünkü donmuşlardır. Tek yönlüdürler. İşlemleri, güçleri, bir bakıma uyandıracakları çağrışımlar bellidir. Ne olsa değişmeyecektir. Bu kelimelerin meydana getireceği şiirlerle, mısralarmdan meydana gelen şiirler arasında pek büyük bir ayrılık göremiyorum. Çünkü ikisinde de şairin işi kelimelerle değli, kelime bloklarıyla oluyor. Oysa Braque'm resim üstüne söylediklerini şiire uygulamakta bir sakınca görmeyerek diyorum ki: Şiirde asıl olan 'hikâye etmek' değil, kelimeler arasında kurulacak 'şiirsel yük'tür; Braque'm lafıyla anekdotik değil, poetik. Çıkış noktamızı buradan alırsak, dosdoğru, folklorun şiir için kaçınılması gereken bir tehlike olduğu sonucuna varabiliriz. İşin nedeni şurada: Halk deyimlerinde yerleşmiş, birbirine bağlanmış kelimeler arasında yeni bir yük, yeni bir bağıntı kurmak söz konusu olamaz. Nasıl olsun ki, bu kelimeler zaten kıpırdamaz bir şekilde birbirlerine bağlanmışlar, alacakları yükleri zaten önceden almışlardır. Orhan Veli kuşağı şairleri yenilikten sonra daha çok dilin görünür imkânlarını denediler. Bu arada Oktay Rifat, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi bir kısım şairler de, geniş ölçüde, belki en görünür imkânlar olan halk deyimlerine, folklor temlerine yöneldiler. İyi olmadı bu onlar için. Köşelere takılıp kaldılar. Oktay Rifat 'sanat endüstrisi' pazarlarına bol sayıda çürük mal sürmek zorunda kaldı. Bedri Rahmi'ye gelince, o onu da yapamadı, iki üç kalın, iki üç sarı kırmızı çizgi çekti, durdu. Oysa bu şairler başka alanlara yönelmesini bilselerdi şiire daha faydalı, daha verimli olacak kişilerdi.
     Folklordan kaçınmaya önemli bir sebep daha var: Kişilik. Bakın dikkat ederseniz şiirde kişiliğe bugün eskisinden daha çok önem veriyoruz. Sanırım gelecekte bu daha da çok olacak. Çok güzel de olsa iki şiirin yazanım şair kılmaya yetmemesi, şairi belli olmayan şiirlerin estetiğe konu olamaması bu fikrimi doğruluyor. Kişiliğin tadı şiir dünyasını bir tuttu ki bugün, bir şiiri bir şair yazarsa güzel oluyor da aynı şiiri bir başkası yazınca olmuyor. Mesela Fazıl Hüsnü Dağlarca kişilik sahibi bir şairdir, 'Kızılırmak Kıyıları'nı kendi havasından kendi kişiliğinden geçirerek yazmıştır.
     O şiirdeki açı kendi açısıdır, eşyayı ve yaşamayı kavrayış kendi kavrayışı. 'Kızılırmak Kıyıları'nın bir soyutlanmış güzelliği vardır, bir de asıl önemlisi salt Fazıl Hüsnü Dağlarca'ya ait olmasından dolayı kazandığı güzellik. (Hatta ben yalnız ikincisi var diyorum ya neyse!) İkisi birbirini tamamlıyor, ikincisini aynı zamanda Fazıl Hüsnü Dağlarca değil de bir başka şair yazsaydı ne olurdu? Şu olurdu herhal: Şiir güzel olmazdı, ya da hiç değilse o kadar güzel olmazdı. Kendinden çok, şiir yitirirdi. Diyeceğim, kişilik bugün şiirde bunca önemli bir yer tutuyor. Folklordaysa daha çok anonim kalıplar var. Bu kalıplar kişilik kazanmaya hiç uygun değil. Karacaoğlan'a, Emrah'a, şuna buna büyük şair diyenlerin kulakları çınlasın, kişiliksiz de büyük şair olunacağına iman getirmişler demek. Folklor ve halk deyimleri ancak bir şairi taşıyabilir, fazlasına dayanacak gücü yoktur. O şair de bugün Oktay Rifat. Ona bile halk deyimlerinin neler ettiğini biliyoruz. Bu böyleyken beş altı güçlü şairin hep birden folklora yanaştığını düşünün, bu derinsizlik, sığ alanda bizi allak bullak edecek derecede kişiliklerini birbirinden ayırt etmek imkânlarını bulabilecekler midir acaba? Hiç sanmıyorum. Hem Max Jacob'un kaprislerini, hem Jules Supervielle'in incelikli mısralarını bir arada barındıracak folklorun alnını karışlarım ben.
     Şiirde de azalan verimler kanunu var. Dil bir açıdan işlendikçe o alanda elde edilen verimler bir noktadan sonra azalmaya başlıyor. Bu, bir bunalıma yol açıyor. Bunalımlar da yeni şiir alanları, yeni açılar bulunmasıyla sona erer hep. Şiirimizde şimdi yeni bir eğilim başladı. Bir iki yıldır dilin daha iç, daha derin imkânlarıyla başbaşayız. Genç şairler yalnız folklor gibi kesin klişelere değil, daha hafif kalıplara bile sırtlarını çevirdiler. İlhan Berk'te, Turgut Uyar'da, Edip Cansever'de, bunun ilk güzel örneklerini gördük. Kelimeler bizde de yontuluyor artık. Kelimeler bizde de yerlerinden yan yarıya koparılıyor, anlamlarından ufak tefek saptırılıyor, yeni yükler yükleniyor kelimelere. Böylece bir kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, kavramın değişik görüntü ya da izlenimleri elde edilerek yeni imajlara, yeni mısralara varılmak isteniyor. Genç şairler hep bunu istiyoruz. Folklor ve klişelerin karşısında öbür kutbu meydana getiren bu durum şiirimizde bir evrimdi. Her evrim gibi haklı ve zorunlu.
 
Cemal Süreya
(A dergisi, Ekim 1956)
devamını okuyunuz... >>

PERÇEMLİ SOKAK ÖNSÖZÜ


Perçemli Sokak" Önsözü

 
 

                                                                                                       

     "Dil bir anlaşma aracıdır. Karşımızdakine, vapurun yüzdüğünü mü anlatmak istiyoruz, vapur'la yüzmek eyleminin dildeki işaretlerini, vapur'la yüzmek kelimelerini yan yana getiririz. Bir dilin kelimeleri birer işaret olarak gerçeği gözümüzün önüne getirmekle ödevlidir. Ama bizler konuşurken gerçeği kurcaladığımızı, gözden geçirdiğimizi pek anlamayız. Bir dili kullanmak, kelimelerin bizde uyandırdığı görüntülerin yardımıyla bir şey anlatmak demektir. O şeye anlam diyoruz. Bir sözün anlamı, çoğu zaman o sözün gözümüzün önüne getirdiği görüntüden başka bir şey değildir. Ahmet yürürken düştü sözünde olduğu gibi. Yürürken düşen Ahmet'in görüntüsü bu sözün anlamıdır. Balık kavağa çıkınca gelirim dediğimiz zaman gözümüzün önüne gelen görüntüden ikinci bir görüntüye sana hiç gelmeyeceğim sözünün görüntüsüne sıçrarız. Bu da onun anlamıdır. Her söz bir görüntü ile karşımıza çıktığına göre her sözün bir anlamı vardır demek yanlış olmaz. Ama biz, sözler arasında bir ayırım yaparız. Bir sözün gözümüzün önüne gelen görüntüsü, olabilecek bir şeyse o söze anlamlı, olmayacak bir şeyse anlamsız deriz. Ahmet düştü sözünün bir anlamı vardır, çünkü Ahmet düşebilir. Lambanın saçları ıslak sözünün bir anlamı yoktur, çünkü lambanın saçı olmaz. Bir kelime sanatı, bu yüzden bir görüntü sanatı olan şiirin sadece olabilecek görüntülere bağlanması istenmeyeceğinden anlamla da bağlı kalması istenemez. Konuşurken anlamdan da öte bir şey, bir sonuç bizi ilgilendirir. Ahmet düştü dendiği zaman, bu sözü anlar anlamaz, onunla bir görüntü, bir anlam olarak değil, bir sonuç olarak ilgileniriz. Artık Ahmet'in sağlık durumunu düşünürüz. Bu yüzden konuşmanın, yani dille işaretlenmenin tadını çoktan yitirmişizdir. Halbuki kelimeleri kullanmak, göz önüne birtakım görüntüler getirmek, gerçekle oynamak, gerçeği kurcalamak birdir. Kelime bu bakımdan bizi resmin çizgisinden, renginden, musikinin sesinden daha çok gerçeğe yaklaştırır. Ama biz gerçeğe olan ilgimizi de yitirmişizdir. Çünkü gerçeğe alışmışızdır. Gerçeğin gündelik düzenini değiştirmek, yahut başka bir açıdan bakabilmek elimizde olsaydı, daha çok ilgi duyardık ona. İşte gerçeğin düzeninde yapamayacağımız bu değişikliği, kelimelerin konuşma dilindeki gündelik düzeninde yapmak bize bu açıyı sağlayacak, birbirine yabancı sanılan kelimelerin karşılıklı ışığında gerçek unuttuğumuz yüzüyle çıkacaktır karşımıza."

Oktay Rifat

(Perçemli Sokak "Önsözü")






 

devamını okuyunuz... >>

ASAF HALET ÇELEBİ VE MİSTİSİZM


MEVLANA’DAN BUDA’YA FENAFİLLAH’TAN NİRVANA’YA
MİSTİSİZM VE ASAF HÂLET ÇELEBİ

Asaf Halet Çelebi, Cumhuriyet devri Türk şiirinde kendine özel bir yer edinmiş nadir
şairlerimizden birisidir. Geleneğin etkisinde mistik duyguların ağır bastığı şiirler yazan şair,
geleneği şekilden ziyade muhtevaya taşır. Klasik edebiyatımızla Fars edebiyatını da iyi bilen
Asaf Halet Çelebi, genç yaşta gazel ve rubailer yazmaya başlamıştır. Şiirlerinde Doğu-Batı
kültürlerini bağdaştırarak, ilhamını tasavvuf ve dinler tarihinin ünlü kişilerinden, eski doğu
medeniyet ve masallarından alan egzotik şiirleriyle tanınır. Kendi deyişiyle “hayatta olduğu
gibi, somut malzemeyle soyut bir âlem” yaratmıştır. Bir hayal ve duygu şairi değil, intnition
(sezgi) şairidir
1
.
Asaf Halet, Modern Türk  Şiirinde Doğu uygarlıklarına özgü motif ve sembolleri
ustalıkla kullanan  şairlerin başında gelir
2
. Onun  şiirlerinde sadece  İslâm düşüncesi değil,
bütün olarak şark kültürü hâkimdir. Mevlana, Molla Cami gibi İslâm büyüklerini okuyarak
İslâm edebiyatını ve tasavvufu öğrendikten sonra Buda ve Tagor’u da okuyarak doğu
kültürlerini özümser. Fakat O ne bir mutasavvuf ne de bir budisttir. O, zerafeti ve kibarlığıyla
bir Beylerbeyi efendisidir.
3
Asaf Halet, ruhî huzura ve saadete ulaşmak için tasavvuf düşüncesinden Budizmdeki
Nirvana’dan yararlanır. Fakat, onun Nirvana’ sı kendine mahsus bir şekle bürünerek ayrı bir
nitelik kazanır. O, kendi Nirvanasını şöyle tanımlar. “Benim Nirvana’m Budistlerinkinden ve
Tagor’unkinden şu noktada ayrılır ki, Nirvana’da saadet zirvesine erebildiğim anda bile içim
rahat değildir.”
4
 Mistisizm onun yetiştiği aile ortamına hakim olan bir mefhumdur. Münevver
Ayaşlı’nın ifade ettiği gibi babası Halet Çelebi bir Mevlevîdir ve oğlunu da aynı kültürle
yetiştirmiştir.
5
Asaf Halet,  şiirlerinde Cüneyd, Mansur,  İbrahim gibi  İslâm düşüncesinin isimlerini
zikrederken adeta doğu kültürünü bir potada eritmek istercesine Mısır-ı Kadim’e, Asur
bahçelerine, Çin ü Maçin’e uzanır, Buda’ ve Nirvana’dan bahseder. “Lamelif şiirindeki şu
ifade bunun izahı gibidir.
“O başına musallat olmasaydı Buda olurdun
   başına musallat oldu budala oldun.”
Burada şairin başına musallat olan ( lâ ) dır. Yani yokluktur.  Şair kendisiyle lamelif
harfi arasında bir benzerlik kurar. Bu bir çeşit özdeşleşme, idandifikasyondur.
6
Onun şiirlerini incelediğimizde çok kültürlülüğü net bir biçimde görebiliriz. Burada ele
alacağımız birkaç örnek bunun en iyi göstergesi olacaktır.
                                             

 Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü.
1
 Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul, 1980, s. 106.
2
 Muhsin Macit, “Modern Mistik Şiirin Ufukları: Sezai Karakoç’un Şiiri”, Yedi İklim, 126, İstanbul, s. 21.
3
 Mustafa Miyasoğlu, Asaf Halet Çelebi, Ankara, 1993, s. 27.
4
 a.g.e. s. 20.
5
.Semih Güngör, Asaf Halet Çelebi, istanbul, 1985, s. 21.
6
 Miyasoğlu, s. 26. He
He, Hurûfilikte “hû” nun yani Allah’ın sembolüdür. He, birkaç bakımdan önemli bir
harftir. Bu harf,  Allah kelimesinin son harfi ve  O anlamına gelen  hüve kelimesinin baş
harfidir. Tarikat mensupları zikrederken Allah dedikleri gibi hû da derler.
7

Bu harf şiirde ferhâd, âh, ejderhâ kelimelerinde geçmektedir. Ferhâd’ın eski harflerle
yazımını düşündüğümüzde de hoş bir ilgi kurulabilir: bu kelimede  elif, he’ye vurulan bir
kazmaya benzer. “  ve ayaklar altında yamyassı” dizesinde de Ferhâd’ın eski yazımına
göndermede bulunur: ayağa benzeyen elif’in altında ezilen he.
8
ejderha bakışlı he’nin
iki gözü iki çeşme
ve ayaklar altında yamyassı
kasrında şirin de böyle ağlıyor
ferhâaad
İbrâhim
Hz. İbrahim bir peygamberdir. Kâbe’yi yeniden inşa etmiş, küçüklüğünden beri putlara
tapmamış ve putları  kırmıştır. Bunun için divan  şiirinde “İbrahim-i put  şikest” diye
mazmunlaşmıştır. Onun put kırıcılığı geleneksel şiirimizde insanı Allah’la vuslattan alıkoyan
her türlü bağların yok edilmesi olarak yorumlanır. Bu aynı zamanda tasavvufun “ masivâdan
arınma” tarifiyle örtüşür. Hz. İbrahim bu yönüyle gelenekten faydalanan diğer şairlerce de ele
alınır. Sezai Karakoç, “Hızırla Kırk Saat” adlı kitabında şu şekilde kullanır:
Kardeşim İbrahim mermer putları
nasıl devireceğimi bana öğretmişti
ben de gün geçmiyor ki
birisini patlatmayayım
ama siz harflerdekini ve kelimelerdekini
nasıl sileceğimi bana öğretmediniz
9
Asaf Halet’in “İbrahim” şiirinde de “put” benzer kavramları karşılamak için kullanılır.
İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
Güneşin şairin buzdan evini yıkması ve koca buzların düşerek putların kırılması ile Hz.
İbrahim’in Kâbe’ye girerek putları kırması arasında bir ilişki vardır.
                                             
7
 Agâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, İstanbul, 1980, s.76
8
 Selahattin Özpalabıyıklar, Asaf Halet Çelebi Bütün Şiirleri, İstanbul, 1998, s.104
9
 Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat, İstanbul, 1995, s.9. Cüneyd
Cüneyd-i Bağdadî  leyse fî cübbeti sivallah  “cübbemin altında Allah’tan başkası
yoktur”
10
 lafzıyla tasavvufta ulaştığı noktayı ifade eder. Bu söz Cüneyd’in kendi kendisini
yok etmesine sebeb olur. Böylelikle Cüneyd “bilen söylemez, söyleyen bilmez” düsturuna
aykırı hareket ederek sırrını ifşa etmiş olur.
cüneyd nerede
cüneyd ne oldu
sana bana olan
ona da oldu
kendi cübbesi altında
cüneyd yok oldu
Mansûr
Hallâc-ı Mansûr olarak bilinen Mansûr el-Hallâc vahdet-i vücûd inancını benimsemiş,
devrin ünlü sûfileriyle tanışmış ve “Enel-Hakk” dediği için idam edilmiştir.
11
 Mansûr’un
akibeti de Cüneyd gibi olmuştur. Vardıkları son nokta fenafillah mertebesidir ve asıllarına
rücû etmişlerdir. Hazin olan varış biçimleridir.
şekiller bir yerden geldiler
şekiller bir yere gittiler
şekiller görünmez oldular
büyük köse vur
bütün sesler bir seste boğuldu
mansûr
mansûuur
Sema-ı Mevlana
Bu şiirde varlığın tamamına teşmil edilmiş bir hayat anlayışı vardır. Tabiattaki bütün
varlıklar Mevlevilikteki gibi sema etmektedirler. Mevlânâ bu durumu Mesnevi’de “Biya biya
ki tui can-ı sema” matlalı gazelinde, “yüz bin yıldız seninle gönlünü aydınlatır” biçiminde dile
getirir.
12

Dünya başı dönmüş bir âşık gibi zamanede eşini aramaktadır. Burada yeryüzünün dişi,
gökyüzünün erkek olması söz konusudur. Yeryüzünün çocukları olan “çemen çocukları”
gökyüzünden su beklemektedirler. Çemen çocukları, divan edebiyatının mazmunlarından
biridir. Mevlânâ’nın “ey bağban, ey bağban amed hazan ender hazan” matlalı gazelinde,
“serviler, lâle ve yasemenler nerede, çemenlerin yeşil giyinen çocukları nerede?”dizeleri
                                             
10
 Özpalabıyıklar, a.g.e, s. 103.
11
 A.g.e, s. 118.
12
 A.g.e, s. 115. vardır.
13
  Bu aşkın transandantal biçimidir. Atmosfer içerisinde başı dönmüş varlıklar, bütün
kainat şairimizle birlikte sema dönmektedirler.
çemen çocukları mahmur
câaan
seni çağırıyorlar
yolunu kaybeden güneşlere
bakıp gülümserim
ben uçarım
gökler uçar
Nirvana
Nirvana, kelime anlamı itibariyle sönmüşlük, dinginlik manevi bilgiye ulaşma demektir.
Asaf Halet, bu  şiirinde iç huzuruna ve ruh dinginliğine ulaşmak için Nirvana kavramını
kullanmaktadır. Böylece zamandan, mekândan ve ruha sıkıntı veren her haletten uzaklaşarak
iç huzura ulaşmak mümkündür.
düş içime uyu
ve sonsuz büyü
unut renkleri
ve şekilleri
hepi
ve hiçi
beni
ve seni
ve geceyi yuttu
nirvana
Kadıncığım
Burada Hz. Âdem’in oyluk kemiğinden Hz. Havva’nın yaratılışına telmih vardır. Fakat
buradaki “ve bir şamar vurup/rafa oturttum” sözünde Havva’nın cennetten çıkarılmaya neden
olan hatasına bir atıf yapılmaktadır. Adeta şair bir koruma refleksiyle hareket eder. Ayrıca “üç
kıl koparınca uyurum” ifadesiyle de mitolojiye bir gönderme yapar.
oyluk kemiğimi çıkartıp
kendime bir kadın yaptım
ve bir şamar vurup
rafa oturttum
Tevrat Şi’ri
Eski Ahit’e göre Hz. Süleyman bir hükümdar, aynı zamanda bir peygamberdir. Mührü,
rüzgârlara hükmedebilmesi, hayvanlarla konuşabilmesi özellikleriyle ünlüdür.
14
 Asaf Halet’in
                                             
13
 a.y. birçok  şiirinde olduğu gibi musikinin tarih ve efsaneyle birleştirilerek sunulduğunu
görmekteyiz. Santur ve defle şarkılar söyleyen yeruşalim (Kudüs) kızları bizi Asur ve Babil
bahçelerine götürmektedir.
Şair, adonay elehenu adonay ehad (lâ ilâhe illâllah) sözüyle de aslında Yahudiliğin ve
Tevrat’ın da İbrahimî dinlerden olduğunu tekrar eder.
süleyman bağlarına gidelim
anda bir salkım üzüm yiyelim
def ve santur ile şarkı okuyalım
rabbe
adonay elehenu adonay ehad
Sonuç olarak, Asaf Hâlet Çelebi,  şiirlerinde bütün gelenek unsurlarından, Hind
mistizminden, tasavvufa, mitolojiye kadar bütün unsurları birleştirmeyi başarabilmiş ve
böylelikle Türk şiirinde kendine mahsus müstesna bir yer edinmiştir. Onun şiirleri bir dinsel
öğreti ya da felsefe öğretisi olmasa da ruha ve zihne hitap ederek ruhî dinginliğe ulaşmanın
kapılarını aralar.
KAYNAKÇA
Güngör, Semih Asaf Halet Çelebi, İstanbul, 1985.
Karakoç, Sezai. Hızırla Kırk Saat, İstanbul, 1995.
Levend, Agâh Sırrı. Divan Edebiyatı, Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar,
İstanbul, 1980.
Macit, Muhsin “Modern Mistik Şiirin Ufukları: Sezai Karakoç’un Şiiri”, Yedi İklim,
126, İstanbul.
Miyasoğlu, Mustafa. Asaf Halet Çelebi, Ankara, 1993.
Necatigil, Behçet Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, İstanbul, 1980.
Özpalabıyıklar, Selahattin. Asaf Halet Çelebi Bütün Şiirleri, İstanbul, 1998.
Türk Edebiyatı Dergisi, Aralık, 1983.



Dr. Raşit KOÇ


                                                                                         
devamını okuyunuz... >>