dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

AÖF EDEBİYAT 16 VE 19.YY TÜRK EDEBİYATI 7.ÜNİTE KONU ÖZETİ


16.-19. YY Türk Edebiyatı 7. Ünite Özeti




TANZİMAT DÖNEMİ ÖNCESİNDE GENEL DURUM



Ì          Batı Türkçesinin, diğer bir ifadeyle Anadolu Türkçesinin gelişme süreci iki devrede değerlendirilir.: İlk devre, ikinci devre



İLK DEVRE



Ì          Eski Anadolu Türkçesi dönemi diye adlandırılan Batı Türkçesinin kuruluş döneminde, Anadolu’da , Türk siyasi teşekkülünün de başlangıç dönemi olduğu için dil ile siyasi yapı arasındaki mesafe birbirine uzak değildir.

Ì          Arapça ve Farsça eserler de bulunmakla beraber, Beylikler sınırları içinde yazılan dinî, edebî ve bilim konulu Türkçe eserler sade dildedir.

Ì          Özellikle mensur eserlerde, giriş cümlelerinde (sebeb-i telif) , eserin daha geniş kitlelere faydalı olmasını sağlamak, halkı eğitmek maksadıyla dil sade ve anlaşılır olmuştur.

Ì          Bu dönem yazarları arasında Türkçe yazdığı için mahcubiyet içinde olan müellifler vardır. Bunun sebebi, Türkçenin o devrede sanat dili olarak yaygınlık kazanmayıp “avam” dili sayılmasıdır. XIV. yüzyılda Âşık Paşa’nın Garipnâme eserinin başındaki ifadeler bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır.

Ì          Anadolu coğrafyasındaki Türk varlığının eğitim talebi ve aydınların halka varma ihtiyacı Türkçenin yazı ve sanat dili olarak gelişmesine zemin hazırlamıştır.

Ì          Eski Anadolu Türkçesi döneminde telif ve tercüme eserlerin dili halkın kolayca anlayabileceği kadar sadedir.



İKİNCİ DEVRE



Ì          Bu dönemde sanat kudretini göstererek edebiyat çevrelerinde söz sahibi olmak maksadıyla eserler ortaya konmaya çalışılır , bu eserlerin dilinde tabiilikten ve sadelikten uzaklaşma görülmeye başlar.

Ì          İmparatorluğun siyasi gelişmesine paralel olarak , Türkçe de siyasi yapının unsurlarının çeşitliliğini barındırmaya başlamıştır.

Ì          Tercüme ve telif bütün eserlerde görülen bu durum, XV. yüzyılın sonlarından itibaren edebî maksatla kaleme alınan eserlerin dilinde Arapça ve Farsça gramer unsurlarının artmasıyla değişmeye, eserlerin cümle kurgusu sade yapılı cümle görüntüsünden uzaklaşmaya başlar.



TÜRKÎ-İ BASÎT AKIMI (MAHALLİLEŞME)



Ì          Batı Türkçesinin gelişme tarihi içinde önemli bir yeri olan Türkî-i Basît akımı, kelime anlamı itibariyle “Basit Türkçe” demektir.

Ì          “Türkî-i Basît” akımı XVI. Yüzyılda Arapça ve Farsça kelime ve tamlamaları aşırı şekilde kullanıp dili anlaşılmaz hâle getirenlere bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.



Ì          XV. yüzyıldan itibaren nesir ve nazım dilinde Arapça ve Farsça kelime ve terkipler yoğun olarak kullanılmaya başlar.

Ì          Yazar ve şairlerin dil kullanmadaki becerilerini ve sanat güçlerini göstermek için başvurdukları bu yol, bazı yazar ve şairler tarafından benimsenmemiş, bazıları bu gidişe karşı bir tepki olarak anlaşılacak tarzda şiirler yazmışlardır. Bunların içinde XV. yüzyılda Tatavlalı Mahremî, Aydınlı Visalî ve Edirneli Nazmî bilinenlerdir.

Ì          Tatavlalı Mahremî, Aydınlı Visalî ve Edirneli Nazmî , şiirlerinde özellikle Türkçe kelimeler kullanmışlar, Arapça ve Farsça kelime ve terkipler kullanmaktan kaçınmışlardır. Ancak bu şekilde yazılan manzumeler Yunus Emre, Hoca Dehhani, Necati Bey, Zati, Baki ve Fuzuli gibi şairlerin kurduğu divan şiiri diline yabancı kalmış, sanat çevrelerinde pek itibar görmemiştir.



Ì          Osmanlı Türkçesi boyunca dilin ana gövdesi, kimi zaman içinde alıntı kelime ve tamlamaların da yer aldığı Türkçe olmuştur.

Ì          Yazar ve şairlerin bazen aynı eser içinde, bazen farklı eserlerinde ağdalı ve süslü, aynı şair ve yazarın eserinin bazı bölümlerinde veya bazı şiirlerinde ya da başka eserlerinde ise oldukça sade bir dil kullandıkları bilinmektedir.

Ì          Dolayısıyla muhatap kitlenin durumuna göre şair ve yazarların dil kullanımları da değişebilmektedir.

Ì          Basit Türkçe (Türkî-i Basît) akımı temsilcileri içinde özellikle Edirneli Nazmi, bir divan tutarındaki şiirlerini süslü ve ağdalı dilli kullanıma aykırı biçimde sade Türkçe ile yazmıştır.



Ì          Yazarlar daima “sanat” ve “yarar” olmak üzere iki temel amaç gütmüşler; ustalık göstermek istedikleri zaman sanat diliyle, halkı eğitmek ve yararlı olmak istedikleri zaman sade ve anlaşılır Türkçeyle yazmışlardır.

Ì          XVI. yüzyıl müellifi Lâmi’î Çelebi,  Münâzara-i Bahâr u Şitâ adlı eserini sanat kudretini göstermek için, Nefehâtü’l-Üns çevirisini ise halka yararlı olmak için yazmıştır.



Ì          Eski metin örnekleri topluca göz önünde bulundurulduğunda başlangıcından Tanzimat devrine kadar olan süreçte Türkçenin birbirine paralel üç ana kolda gelişmiş olduğu görülür:

1)      Halkın konuştuğu dili esas alan sade dilli metinlerin Türkçesi.

2)      Temel cümle kuruluşu Türkçe olduğu hâlde Arapça ve Farsça kelime, tamlama ve diğer gramer unsurlarının fazlaca kullanıldığı, söz sanatlarına da yer veren süslü (müzeyyen) dilli metinlerin Türkçesi.

3)      Arapça ve Farsça gramer unsurlarına yer vermekle beraber sanat kaygısı güdülmeksizin telif edilmiş olan ve kısmen sade nesrin özelliklerini de taşıyan orta sadelikte metinlerin Türkçesi.

Ì          Bu üç çeşit içinde orta sadelikte metinlerin Türkçesi, Osmanlı devri Türk dilinin ana gövdesini teşkil eder.



Ì          Esasen nazım dili de benzer şekildedir ve aynı divanda, nesirde söz konusu edilen dil çeşitliliğinin örneklerini görmek mümkündür.



Ì          Osmanlı Türkçesi devresinin ana gövdesini teşkil eden orta dilli eserlerin Türkçesi, Eski Anadolu Türkçesi devresinin sonlarından itibaren farklılaşmış ve imparatorluğun kültür dili (yazı dili) hâlini almıştır.

Ì          Bu ana gövdeden ayrı, bir yandan eski özelliğini sürdüren bir kol ile Arapça ve Farsça dil unsurlarının fazlaca yer aldığı süslü ve ağdalı bir başka kol da varlığını devam ettirir. Klasik dönemde Türkçe genel anlamda bu üç kol şeklinde akıp gelir. Bu açıdan nesir dili ile şiir dili arasında bir farklılıktan söz edilemez.



TANZİMAT DÖNEMİ SONRASI TÜRKÇE VE DİL TARTIŞMALARI



TANZİMAT DEVRİNDE DİL

Dil Konularında Yapılan Çalışmalar, Tartışmalar



Ì          Tanzimat devrinde dilde yenileşme çalışmaları sadece edebî, ilmî, resmî vb. bir veya birkaç alana münhasır kalmamış, Tanzimat anlayışının her alanda toplumsal bir yenileşme hareketi olması sebebiyle dilin vasıta olarak kullanıldığı bütün alanlarda yürütülmüştür.

Ì          1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu adıyla ilan edilen Tanzimat Fermanı, II. Mahmut’un saltanatı yıllarında hız kazanan değişim hareketinin bir resmî belge hâlinde duyurulması demekti.

Ì          Tanzimat ilanından önce Akif Paşa, Mustafa Sami Efendi gibi pek çok aydın kimse Batılı düşünüşün ve Tanzimat fikrinin savunucuları olarak Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu’nu ve bunun mimarı olan Mustafa Reşit Paşayı hazırlayan fikrî ve siyasî ortamın yaratıcılarıdır. Öte yandan III. Selim’in askerî ve siyasî icraatları yanında resmî dil konusunda yaptığı önemli değişiklikleri ve II. Mahmut’un yaptıklarını resmî dilin (hatt-ı hümâyûnların, fermanların dilinin) sadeleşmesi hususunda önemli bir merhale saymak gerekmektedir.



Ì          Tıp öğretiminin Türkçe yapılması maksadıyla 1283 (1866) yılında Cemiyyet-i Tıbbiyye-i Osmaniyye kurulmuştur. Bir yıl sonra da Mekteb-i Tıbbiyye-i Mülkiyye (1867) kurulmuş ve bu mektepte yalnızca Türkçe ders verilmesi kararlaştırılmıştır.

Ì          Hüseyin Avni Paşa’nın seraskerliği sırasında Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî (Yüksek Askerî Şûrâ), 16 Eylül 1286 (1870) tarihli toplantısında Askerî Tıbbiyedeki dersleri de Türkçeleştirme kararı almıştır.



Ì          Pertev Paşa, Münif Paşa, Kâmil Paşa ve Akif Paşa Tanzimat devri dil hareketinin önemli isimleridir ve sade dil hareketinin temelini atmışlardır.

Ì          Onlardan sonra Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi yazarlar da dili yeniden inşa etme çabasında olmuşlar, bu amaca bağlı olarak eserler yazmışlardır.

Ì          Bu dönemde ilmî düşünceyi temsil eden kurumlar teşekkül etmiş ve bu çerçevede çalışmalar yapılmıştır. Yenilikler bu müesseseler yoluyla ve buraların mensupları eliyle Türk toplumuna yansıtılmıştır.

Ì          Bunlar 1852’de açılan Dârulfünûn, bu üniversitede okutulacak eserleri hazırlamak için aynı yıl kurulmuş olan Encümen-i Dâniş ve 1860’ta kurulmuş olan Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye olmak üzere üç temel kuruluştur.

Ì          Bu kuruluşlar, gerek bilimsel tartışmalara mekân olarak gerekse gazete ve kitaplar yayımlayarak yenileşme hareketlerine ve Türkçenin sadeleşmesine öncülük etmişlerdir.



Ì          Cemiyyet-i İlmiyye-i Osmaniyye derneğinin yayın organı olarak çıkan Mecmua-i Fünûn’un (1862) ilk sayısında Münif Efendi, mecmuanın “Herkesin anlayacağı surette sehlü’l-ibâre olmak üzere ...” çıkacağını ifade etmektedir. Yazı dilinin sadeleştirilmesinde çok büyük hizmetleri geçmiş olan Münif Efendi , Osmanlı alfabesinin yetersizliği üzerinde durup bunun yerine Latin esaslı alfabenin Türkçe için uygun alfabe olacağını da söyleyen kişidir.

Ì          Türk gazeteciliğinin kurucusu olan Şinasi Bey de Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahvâl gazetesinin ilk sayısına yazdığı mukaddimede yazılarının herkesin anlayacağı şekilde sade bir dille yazılacağını ifade etmiştir.

Ì          Şinasi Bey gerek Tercüman-ı Ahvâl ve gerekse daha sonra çıkardığı Tasvîr-i Efkâr gazetelerine yazdığı yazılarında oldukça açık ve sade bir dil kullanmış ve Türk nesir dili içinde bir de “gazete dili” anlayışının doğmasına vesile olmuştur.



GRAMER ÇALIŞMALARI



Ì          Bizde Osmanlı Türkçesini konu alan dilbilgisi kitaplarının ilki Bergamalı Kadri’nin 1530’da yazdığı Müyessiretü’l-Ulûm adlı eseridir.

Ì          XVI. yüzyıldan başlayarak yabancılara Türkçe öğretmek üzere yine yabancılar tarafından Türkçe gramer kitapları hazırlanmıştır.

Ì          Fakat Türkçenin Türklere mekteplerde okutulup öğretilmesi ilk defa bu yıllarda gündeme gelmiştir.

Ì          1847 yılında hazırlanıp Maarif Nezaretince kabul edildiği hâlde yazarı Abdurrahman Fevzi Efendinin ölümünden sonra 1882’de basılmış olan Mikyâsu’l-Lisân Kıstâsu’l-Beyân adlı gramer kitabı kısmen Batılı gramer anlayışını Türkçe için uygulamış olması sebebiyle Türk gramerciliğinde bir merhaledir.

Ì          Cevdet Paşa ve Fuad Paşa’nın birlikte yeni dil anlayışıyla önce Medhal-i Kavâ’id adıyla hazırladıkları (1850) ve sonra Kavâid-i Osmâniyye adıyla Encümen-i Daniş’in açılışı sırasında Abdülmecid’e sundukları (1865) kitap neşredilen ilk dilbilgisi kitabıdır ki eser 1875’te Kavâ’id-i Türkiyye adıyla yeniden basılmıştır. Bu eserin 1895 yılında “tertîb-i cedîd” üzere yeni bir baskısı daha yapılmıştır.

Ì          Abdullah Ramiz Paşa’nın Emsile-i Türkiyye’si (1866), Ali Nazîmâ’nın Muhtasar Lisân-ı Osmânî adlı dilbilgisi kitabı (1884) bu alanda yapılmış önemli çalışmalardandır.



Ì          İbtidai (ilkokul) mekteplerinde okutulmak üzere hazırlanan ve sayıları bu yıllardan sonra gittikçe artan Türkçe kıraat (okuma-yazma) kitapları, Türk eğitim sisteminde programlı bir biçimde Türkçe eğitime yer verildiğini göstermektedir.



SADELEŞME ÇALIŞMALARI



Ì          Eğitim kurumlarındaki dil eğitiminin dilde sadeleşme çalışmalarına katkısı olmuştur.

Ì          Bazı yazar ve edebiyatçıların dilin sadeleşmesi konusundaki özel gayretleri ayrı bir önem taşır.



        ŞİNASİ

Ì          Şinasi Bey “gazete dili”ni kurmuş olması yanında Tanzimat döneminin dilini nazım ve nesir alanında ilk temsil eden kişidir.

Ì          Tercüme-i Manzûme adıyla Fransız şairlerinin şiirlerinden yaptığı tercümeler,

Ì          Şair Evlenmesi adlı yenileşme dönemi edebiyatının önemli temsilcisi olan tiyatro eseri,

Ì          Kendi şiirlerini topladığı Müntahabât-ı Eş’âr ,

Ì          Bilinçli bir şekilde Türk atasözlerini ilk defa bir araya toplayan Durûb-ı Emsâl-i Osmâniyye

Ì          Tercüman-ı Ahvâl ile Tasvîr-i Efkâr’da çıkan dil ve edebiyat konularında yazdığı makaleleri Şinasi’nin bilinen eserleridir.

Ì          Muhteva olarak Tanzimat fikri etrafında geleneksel düşünüşün kalıplarını aşan ve Batılı anlayışın örneklerini Osmanlı Türk toplumuna sunan Şinasi’nin eserlerinde kullandığı dil asrına göre oldukça yenidir.

Ì          Şinasi’nin yenilik hareketi içindeki önemi, onun büyük edebî eserler yazmış ya da yeni bir edebî dil oluşturmuş olmasından değil, özellikle gazetelerinde yazdığı yazılarında küçük ve kısa haberleri çok düzgün biçimde anlaşılır ve sade bir dil ile yazmış olmasından gelir. Bu yazılarında edebî olmak gibi bir kaygı gütmemiş, her zaman halkın konuştuğu dili dikkate almış ve hedefi daima halk tarafından anlaşılırlık olmuştur.

Ì          Tasvîr-i Efkâr’da “İstanbul Sokaklarının Tenvîri ve Tathîri Hakkındadır” başlıklı yazısında Şinasi’nin üslubunu görmek mümkündür.

Ì          Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınları etkileyip yetişmelerine zemin hazırlamasıyla Tanzimat anlayışının sonraki edebiyat kuşaklarına geçmesine de zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan Şinasinin yenileşme dönemi için yaptığı en önemli şey, kendisinden sonrakilere açtığı çığır olmuştur.

Ì          Şinasi’nin en büyük özelliği Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi kendisinden sonra gelen aydınları etkilemesi ve dildeki yenileşme bakımından bir çığır açmasıdır.



NAMIK KEMAL



Ì          Şinasi’nin açtığı yolda Tanzimat sonrası edebî dili asıl işlemeye başlayan Namık Kemal olmuştur.

Ì          Şinasi’nin Avrupa’ya gidişine kadar Tasvîr-i Efkâr’da onun yanında bulunmuş ve bir nevi Şinasi’nin çırağı olmuştur.

Ì          Namık Kemal’in dil ve özellikle Türkçe ile ilgili görüşleri, edebiyat görüşlerine de yer verdiği “Lisân-ı Osmânînin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” başlıklı yazısında bulunmaktadır. Burada meselenin teorik boyutları üzerine durur ve bazı önerilerde bulunur. Türkçe için yaptığı önerileri, dilin sadeleşmesi ve gelişmesini sağlayacak, böylece yeni edebî dilin kurulmasına imkân verecek esasları ihtiva eder. Öyle ki önerileri, esas olarak daha sonra dil ile ilgilenen kimselerin de üzerinde durdukları hususlardır. “Türkçemiz bir lisandır ki, bilkuvve şâmil olduğu muhassenâta göre, dünyada en birinci lisanlardan addolunmağa şâyândır.” dedikten sonra dilimizin üç büyük lisanın (Türkçe, Arapça, Farsça) unsurlarını barındırdığını vurgular ve yapılacak çalışmaların bu husus dikkate alınarak gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade eder.

Ì          Mevcut yapıdan ve durumdan Türkçeye geçmek için ileri sürdüğü beş öneri, öz olarak şunlardır:

1)      Mevcut gramer kitapları düzeltilmeli, eksikleri tamamlanmalı ve herkesin faydalanacağı bir yaygınlığa kavuşturulmalı.

2)      Türkçeye mahsus mükemmel bir sözlük hazırlanmalı.

3)      Galat-ı meşhur denilen yaygın kullanılan kelimeler ve ibareler asli şekillerine tercih edilmelidir.

4)      Mevcut eserlerin doğal anlatıma sahip olan makalelerinden tertip edilen ve karşılaştırmalı bir antoloji hazırlanmalı, bunlar okullarda okutulmalıdır.

5)      Dilimize ait bir belâgat kitabı hazırlanmalıdır.

Ì          Namık Kemal manzumelerinde, makalelerinde, roman ve tiyatro eserlerinde yenilik anlayışındadır ve eserlerinde hep bu anlayışın dilini kullanmıştır. Ünlü Hürriyet Kasidesi, Vatan Mersiyesi, devrinin sosyal olaylarına duyarlı konusu ve diliyle eski düşünceden ve dilden farklıdır.

Ì          Diğer manzumeleri de benzer özelliktedir.

Ì          Namık Kemal, müstakil yazılarından başka, diğer eserlerine yazdığı mukaddimelerde ve bizzat eserlerin içinde de dil ve Türkçe konusunda fikirlerini söylemeye çalışır.

Ì          Son Pişmanlık mukaddimesinde dilin kendi kendine gelişemeyeceğini ifade ederek onun gelişmesi için sanatçıların üzerine düşen görevi hatırlatmaktadır:



ZİYA PAŞA



Ì          Şinasi’nin yanında ikinci kişi Ziya Paşa’dır, ancak o kültür tarihimizde daha çok edebî ve siyasi kimliğiyle yer alır.

Ì          Ziya Paşa görüşlerini Hürriyet gazetesinde neşrettiği “Şiir ve İnşâ” makalesi ile manzum olarak yazdığı “Harâbât mukaddimesi”nde edebiyat çerçevesinde ortaya koymuştur. Makalesinde yenilikçi düşünce mensuplarını oldukça memnun eden bir anlayışı savunurken “Harâbât mukaddimesi” yazısında tam tersine bir görüşü ortaya koymuştur.

Ì          Bu yazılardaki görüşleri ne olursa olsun Ziya Paşa yazdığı eserlerin diliyle, eserlerinde tatbik ettiği dil ile Namık Kemal’in yanında dilde sadeleşmenin öncüleri arasına girmeye hak kazanmıştır.



AHMET MİTHAT EFENDİ



Ì          Tanzimat devrinin amaçladığı dilde sadeleşme ve yenileşme hedefine en çok yaklaşan isim Ahmet Mithat Efendi olmuştur. Onun eseri Tanpınar’ın deyişiyle “1870 senelerinin okuyucu kitlesinin seviyesinden başlar” ve “bir halk okuma odasıdır”.

Ì          Eserlerinin çeşitliliği ve okuyucu kitlesi olarak halk kesimini hedeflemesi ona dilin bütün ifade renklerini kullanma fırsatı vermiştir.

Ì          Onun dilin sadeleşmesi noktasında hedeflediği merhaleye varmasında elbette ki seçtiği konuların ve şahısların halk kitlesinden olmasının da büyük rolü olmuştur. Ancak daha önemlisi, Ahmet Mithat Efendi’nin bunu bilinçli olarak yapması, yaptığının şuurunda olmasıdır. Eserlerinde çağdaşlarına göre onun doğrudan dil konusunu işlediği yazısı Dağarcık’ta neşrettiği  “Osmanlıca’nın Islahı”başlıklı yazısıdır. İmlânın ıslah edilmesi konusuna da temas ettiği bu yazısında Ahmet Mithat Efendi, Türkçenin geçirdiği merhaleleri ve devrinde içinde bulunduğu durumu özetleyerek eserlerinde kullandığı sade ve anlaşılır halk dilini niçin tercih ettiğinin gerekçelerin vermiş olur.

Ì          Ahmet Mithat Efendi dil ve Türkçe konusundaki fikirlerini etraflı bir şekilde anlattığı yazılar yazmıştır. Dil konusundaki görüşlerini kendi çıkardığı Tecüman-ı Hakîkat gazetesine yazdığı yazılarda da sürdürmüştür. Burada ilköğretim için yazdığı ve imla konuları üzerinde durduğu yazılarını Medrese-i Süleymaniyye Rehnümâ-yı Muallimîn adlı eserinde bir araya getirmiştir. Bu yazılarında imla konusunu ele almış ve burada Türkçe kelimeleri söylenişe göre yazmak gerektiği, bunun için alfabeye yeni harflere ihtiyaç duyulduğu üzerinde durmuştur. Düzeltmelerin ise Türkçe kelimelerin imlasıyla sınırlı kalmasını, Arapça ve Farsça kelimelerin asli yazılışlarıyla muhafaza edilmelerini savunmuştur.



ALİ SUAVÎ



Ì          Ali Suavî, döneminin Muhbir, Tasvîr-i Efkâr, Vakit, Basîret, Müsâvât, Rûznâme-i Cerîde-i Havâdis, Namık Kemal ve Ziya Paşa ile Londra’da çıkardığı Hürriyet, kendisinin çıkardığı Muhbir, Ulûm, bir ara Ulûm’un kapanması üzerine çıkardığı Muvakkaten Ulûm Gazetesi Müşterilerine gibi gazete ve mecmualarında dinî, siyasi ve sosyal yazılar yazmıştır.

Ì          Özellikle gazetecilik dilinin sadeleşmesi için çaba harcamıştır. Ali Suâvi dilde sadeleşmenin ölçüsünü, Türkçeye Osmanlıca denmesini tenkit ederek başlatır. Ulûm’da neşrettiği “Lisân ve Hatt-ı Türkî” başlıklı yazısında Kutadgu Bilig ve Uygur metinleri gibi Türk kültürünün millî ve edebî kaynakları üzerinde durur, diğer Türk lehçeleri ile ilgili değerlendirmeler yapar. Arapça, Farsça, Çince gibi dillerden Türkçeye girmiş kelimeler üzerinde durur, bunların artık Türkçeleşmiş sayıldıklarını ifade eder. Hâlihazırdaki Türkçenin yapısını, başka dillerle (özellikle Arapça, Farsça, Çince ile) mukayesesini yaparak kolaylığını ve pratikliğini ortaya koymaya çalışır.

Ì          Tanzimat nesli içinde Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat ve Ali Suâvi dışındakiler, dil konularından çok edebî konular üzerinde durmuşlar; edebiyatın zenginleşmesi, yenileşmesi ve gelişmesi için uğraşmışlardır denebilir.

RECÂÎZADE MAHMUD EKREM, ABDÜLHAK HAMİD, MUALLİM NACİ



Ì          Bunlar arasında Recâîzâde Mahmud Ekrem Bey ile Abdülhak Hamid’i özellikle zikretmek gerekir.

Ì          Recâîzâde’nin Tanzimat neslinin her cephesinde var olmaya çabaladığı yenileşme hareketi içindeki asıl önemi, Şinasi-Namık Kemal çizgisinin Abdülhak Hamid’e ulaşmasını sağlayan köprü olmasından gelir. Öte yandan 1895’te Servet-i Fünûn’u edebî bir dergi olarak çıkarıp birçoğu talebesi ve tanıdığı olan gençleri etrafında toplayarak Türk edebiyatında önemli bir yer tutmuş olan “Servetifünûn Nesli”nin doğmasına da vesile olmuştur.

Ì          Araba Sevdası adlı romanı, edebiyatımızda toplumsal hicvin ilk örneklerinden olmak yanında, sade dilin edebiyat eserinde tatbik edildiği önemli örneklerden de birisidir. Manzumelerinde kullandığı dil de nesirlerindeki gibi yenidir, ancak sadelik bakımından kendisinden öncekilere göre ileri bir noktada olduğunu söylemek zordur. Edebiyat anlayışı bakımından yenilikler bulunduran Ta’lîm-i Edebiyat adlı kitabı bir nevi edebiyat tarihi olarak hazırlanmış fakat tamamlanmamış ders kitabıdır.

Ì          Recâîzâde’nin dil hakkındaki görüşlerini bu eserin sonuna eklediği yazısından anlamak mümkündür. Burada Osmanlıcanın gelişmesi için bağımsız bir dil olarak değerlendirilmesini ifade eder ancak Arap ve Fars kurallarıyla karıştırarak buna Kavâid-i Osmaniye demek gerektiğini söyler. Arapça ve Farsça unsurların da yer alması dolayısıyla Türkçenin Osmanlıca diye adlandırılması gerektiğini ifade ederek başından beri sade Türkçe ve Türkçenin istiklali anlayışını benimseyen Ali Suavi, Süleyman Paşa ve Şemsettin Sami gibi aydınlardan farklı bir noktada, diğer Tanzimat nesli gibi müteredditler safında yer alır.

Ì          Abdülhak Hamit de Recâîzâde Mahmut Ekrem gibi eserleriyle vardır ve manzum ve mensur bütün eserleriyle Namık Kemal ile başlayan yenilikçi edebiyat anlayışının ulaştığı son noktadır. Onun dil için yaptığını, “kendinden öncekilerin sade ve düzgün Türkçelerine edebî bir çeşni vermiştir” diye özetlemek mümkündür.

Ì          Muallim Naci, devrinde sade nesrin en güzel örneklerini vermiştir. Şiirlerinde görünüşte eskiden kopmamış gözükür ancak anlayış olarak daima yeniye açıktır. Tanzimat neslinin son halkası Abdülhak Hamit ve Naci gelecek neslin, Tevfik Fikret, İsmail Safa ve Nabizade Nazım gibilerin ilk halkası durumundadır. Onun yenileşme dönemi için esas önemi, kısa ömrüne sığdırdığı ve hâlâ değerini koruyan Lügat-ı Naci adlı sözlüğü, Mekteb-i Edeb adlı okuma kitabı, sahasının bizde en iyi eseri olan Istılâhât-ı Edebiyye adlı belâgat kitabı ve değişik dergi ve gazetelerde yazdığı gramer ve Türkçe konulu yazılarını topladığı İntikâd adlı kitabından gelir.



Ì          Tanzimat neslinin dil anlayışındaki yenilikleri şu şekilde sıralanabilir:

1)      Kelime ve tamlamalarda

2)      Cümle ve ifade biçimlerinde

3)      Nesirde seci anlayışında

4)      Edatların kullanımında

5)      Nesirde yazıya başlamadan önce ağır ve bazen Arapça giriş yapma alışkanlığında

6)      Konuşma üslûbunun yazıda kullanılmasında

7)      İmlayla ilgili olarak noktalama işaretlerinin kullanılmasında



Ì          Bu yeniliklerin uygulanabilmesi için Türkçe bir gramer kitabı ile Türkçedeki bütün kelimeleri toplayan bir sözlüğün hazırlanması gerektiği birçok aydın tarafından vurgulanmıştır.

Ì          Bunlara bir de nazım şekillerinde yapılan değişikliği eklemek gerekir. Ancak şunu da ifade etmeli ki bu neslin kafasında Türkçeye Lisân-ı Türkî mi yoksa Lisân-ı Osmanî mi demek gerektiği açık ve kesin biçimde sonuçlandırılmış değildir. Aynı şekilde Türk lisanının (ya da Osmanlı lisanının) Arapça, Farsça ve Türkçeden teşekkül etmiş bir dil olduğu konusunda da tereddütleri sürüp gitmiştir.

Ì          Edebiyat grupları dışında kalmış birçok bilim adamı ve aydının da XIX. yüzyıl sonlarına doğru dilin sade ve anlaşılır olması konusunda görüş ortaya koyduğu bilinmektedir.



DİLDE YENİLEŞME TARTIŞMALARI



Ì          XIX. yüzyılın sonlarına doğru dilde yenileşme hareketi üç temel nokta esas alınarak gelişmeye devam etmiştir. Hemen şunu ifade etmeli ki aşağıda söz konusu edeceğimiz milliyetçilik, İslâmcılık, Osmanlıcılık gibi düşünce tarzlarına mensup kimseler, siyasi düşüncede ve dil anlayışlarında farklı tavır sergileyebilmişlerdir.

Ì          Farklı siyasi düşünce kamplarında bulunan Mehmet Akif ’in Ömer Seyfettin ve arkadaşlarıyla sade lisan anlayışında, Süleyman Nazif ile Tevfik Fikret’in süslü ve ağdalı edebî dilin devamı anlayışında buluşmaları örnek olarak zikredilebilir. Bu üç temel dil anlayışı şunlardır:

1)      Türk dilinden yabancı kurallarla birlikte yabancı kelimeleri de atmak düşüncesinde olanlar; siyasi düşünce bakımından Türkçüler denen bu grup “Tasfiyeciler” olarak anılmışlardır.

2)      Hiçbir müdahaleyi kabul etmeyerek dili olduğu gibi bırakmak düşüncesinde olanlar.

3)      Dilden yabancı kuralları atmak ama kelimelere dokunmamak düşüncesinde olanlar. Bu gruptakiler de “Yeni Lisancılar” olarak anılmışlardır.

Ì          Öncelikle bir tefekkür hareketi olarak ortaya çıkan Türkçülüğün en önemli uygulama alanlarından birisi de dil olmuştur. Bu sebeple burada Türkçülük ve Türkçülüğün gelişmesi konusu üzerinde durmak gerekmektedir.



AHMET VEFİK PAŞA



Ì          Ahmet Vefik Paşa Türk toplumunun kalkınabilmesi için yenileşmeyi Batı medeniyetinden alınan değerlerin milli değerlerle kaynaştırılmasında gören, devrinde “Osmanlıcılık”, “İslâmcılık” gibi çeşitli fikir akımlarına karşı “milliyetçilik” akımını benimsemiş ve “Türkçülük” diye adlandırılan bu akımın öncülüğünü yapmıştır.

Ì          Kendisi ilk hocası olduğu Darülfünun’da Hikmet-i Tarih (Tarih Felsefesi) müderrisliği sırasında Şecere-i Türkî’yi Doğu Türkçesinden Batı (İstanbul) Türkçesine aktardı. Batı Türkçesinin genel Türkçenin bir lehçesi olduğunu ve bundan başka Türk lehçelerinin de bulunduğunu ortaya koymuş; bunun için yazdığı önemli sözlüğünü Lehçe-i Osmanî adıyla neşretmiştir. Bu anlayış çerçevesinde idari kişiliğinin yanında bilimsel çalışmalara da imzasını atmıştır: Lehçe-i Osmanî , Müntehabât-ı Durûb-ı Emsâl , Hikmet-i Târîh , Şecere-i Türkî, Fezleke-i Târîh-i Osmanî .

Ì          Dil ve tarih sahasındaki çalışmaları Ahmed Vefik Paşa’ya memleketimizin en eski hatta ilk Türkoloğu olmak sıfatını kazandırmıştır.

Ì          İlmî alanda Ahmet Vefik Paşa’nın başlattığı Türkçülük anlayışına uygun çalışmalar, askerî alanda da Süleyman Paşa’nın çabalarıyla yürütülmüştür. Süleyman Paşa görüşlerini askerî okullar için yazdığı Tarih-i Âlem (Dünya Tarihi) adlı eserinde ortaya koymuş ve bu yolla Türkçülük düşüncesi askerî mekteplere girmiştir. Yine askerî okullarda okutulmak üzere Esmâ-yı Türkiyye (Türk İsimleri) adlı kitabı yazmıştır.

Ì          Bunlardan başka, “Osmanlılık” yerine “Türklük” anlayışını da temsil etmek üzere Sarf-i Türkî adıyla Türkçenin gramerine ait bir kitap telif etti.

Ì          Her iki şahsın da filolojik terbiye almış olmaları dolayısıyla ortaya çıkacak zararları ve mahzurları görerek tasfiyeciliğe karşı gösterdikleri tepkiler, dilde yenileşme çalışmalarının, devirde revaçta bulunan siyasi Türkçülüğün desteğini alabilecek böyle bir yola girmesine de ilmî engel olmuştur.



ŞEMSEDDİN SAMİ



Ì          Şemseddin Sami yeni dönemde Türkçenin sadeleşmesi konusunda Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat başta olmak üzere edebî eserler, tercüme eserler, çıkardığı mecmualar, dilbilgisi, lügat ve ansiklopedi eserleriyle Türkçe ve Türk kültür hayatına devrinde oldukça önemli hizmetlerde bulunmuştur.

Ì          O çağın orta seviyedeki okuyucu kitlesi tarafından henüz iyi tanınmayan bilgi alanlarını, ilim ve teknolojinin Avrupa’da vardığı gelişmelere göre tanıtmak ve öğretmek isteyen Şemseddin Sami, işe, bu maksatla kurulan dili sade, küçük ve ucuz kitaplardan oluşan “Cep Kütüphanesi” serisiyle başlamış, Muharrir, kendi kurduğu Aile ve Hafta mecmualarında bunu devam ettirmeye çalışmıştır.

Ì          Dil ve edebiyat konularına dair yazıları daha çok Hafta mecmuasında yayımlanmıştır. Bu yazılarında çok defa dil öğretiminin kolaylaştırılması üzerinde durmuş, bu maksatla imla ve alfabe ıslahı meselelerine de temas etmiştir. Türkçenin öğretimi konusunda yeni usulleri denemek üzere okuma ve yazma kitapları neşretmiştir. Bunlar Küçük Elifba, Yeni Usûl-i Elifba-i Türkî, Nev-usûl Sarf-ı Türkî, Kırâat-i Türkiyye ve Nev-Usûl Nahv-i Türkî adlı eserleridir. Bunlardan başka Kamus-ı Fransevî, zamanında, Fransızcadan Tükçeye lügatlar arasında en mükemmeli olarak kabul edilmiş ve pek çok kişinin takdirini kazanmıştır. Kâmûs-ı Türkî’si ise, devrinde Türkçeyi temel alan ve Türkçede halkın kullandığı yaygınlık kazanmış kelimeleri Türkçeleşmiş sayan bir anlayışla tertip edilmiş ve hâlâ öneminden bir şey kaybetmemiş temel sözlüklerimiz arasındadır.

Ì          Zamanında bir nevi İslam ansiklopedisi vazifesi görmüş olan Kamusu’l-A’lâm, günümüzde bile bilimsel çalışmalar için temel bir kaynaktır.

Ì          Şemseddin Sami, nazari olarak dil konularında önemli ve çok sayıda yazı ve eser yayımlamakla kalmamış, eserlerinde teorik düşüncelerine uygun biçimde sade dilin de güzel örneklerini vermiştir. Türkçe konuları üzerinde bilimsel metotlarla durmuş, özellikle dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçenin gramer kurallarına uydurulması gerektiğini, bu sebeple üç ayrı dilden oluşmuş bir dil olamayacağını vurgulamıştır. Türkçe karşılıkları bulunan ve konuşma dilinde kullanılmayan kelimelerin dilden çıkarılmasını isteyerek, bütün yabancı kelimeleri dilimizden çıkarmak düşüncesinde olan tasfiyecilik aşırılığına düşmemiştir.

Ì          Dünyada konuşma dili ile yazı dili farklı başka bir millet bulunmadığını söyleyerek dil ile edebiyatı birleştirmek gerektiğini kabul eder. İstanbul Türkçesinin ıslah edilmesiyle oluşacak edebî dilin zamanla bütün Türklerin kabul edebileceği genel bir dil hâline gelmesini istemiştir.

Ì          Şemseddin Sami hem Türkçe öğretimi konusunda yeni usuller denediği okuma yazma kitapları neşretmiş hem de önemli sözlükler yazmış bir aydındır.



SERVET-İ FÜNÛN TOPLULUĞUNUN DİL ANLAYIŞI VE YAPILAN TARTIŞMALAR



Ì          Tanzimat’ın ilk yıllarından beri yenileşme anlayışı etrafında oluşturulmaya çalışılan sade lisan fikri, 1895-1901 yılları arasında Recâîzâde’nin öncülüğünde kurulmuş Servet-i Fünûn dergisinde yazılarını neşreden ve edebiyat tarihimiz içinde Servetifünuncular (Edebiyat-ı Cedîde sanatçıları) olarak adlandırılan topluluğun mensuplarınca farklı şekillerde karşılanmıştır.

Ì          Çoğunun Batı ile fikrî bağlılığı bulunan bu sanatçılar, Tanzimat neslinin oluşturduğu yeni ortamda kendilerine yeni bir sanat dili kurma gayreti içine düşmüşlerdir.

Ì          Namık Kemal, Ziya Paşa, Recâîzâde, Abdülhak Hamid ve Muallim Naci gibi kendilerinden önceki sanatçılara göre farklı heyecanları, farklı duygu ve tefekkürleri olduğunu göstermek istemiş ve bu farlılıklarını dile de yansıtmışlardır.

Ì          Serveti fünuncular yeni bir sanat dili kurmak isteseler de kendi aralarında görüş birliği sağlayamamışlardır.



Ì          Hemen belirtmek gerekir ki bu sanatçılar arasında da tam bir görüş birliği bulunduğunu söylemek zordur. Nesirde Halit Ziya (Uşaklıgil), nazımda Tevfik Fikret kendilerine mahsus özellikleriyle bu neslin öne çıkan isimleri olmuşlardır. Hüseyin Cahit (Yalçın) ve Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) gibi isimler ise sanat anlayışı olarak beraber oldukları Mehmet Rauf, Nabizâde Nazım, Cenap Şehâbeddin gibi sanatçılardan sade dil kullanarak ayrı düşmüşlerdir. Bu sanatçılar, topluluğun diğer sanatçıları Hüseyin Siret, Hüseyin Suat ve Ali Ekrem ile birlikte, bir taraftan yer yer sade konuşma dilini yazıda kullanmayı denerlerken diğer taraftan yazıda bulunmayan Arapça ve Farsça kelimeleri sözlüklerden çıkarıp, yeni kelimeler ve birleşikler yaratarak, Türkçe cümle ve ifade biçimlerinde değişiklikler yapmışlar, farklılıklarını ortaya koymuşlardır. Nazım dilinde sadece kelime ve ifadedeki yenilikleriyle kalmayıp şekil değişikliğine de gitmişlerdir.

Ì          Tevfik Fikret’in doğrudan dil konulu yazısı Servet-i Fünûn dergisinde yazdığı “Tasfiye-i Lisan” makalesidir. Fikret bu yazısına, son zamanlarda bazı ediplerin ön ayak olmasıyla yazı dilinin halka doğru yöneldiğini ifade ederek başlar ve şimdiye kadar kendisine cevap vermeyen, daima dargın gibi, yabancı gibi duran bu dilin nihayet onunla barışıyor olmasını, ona bir şeyler söyleyecek, anlatacak, öğretecek hâle gelmesini sevinçle karşılar.

Ì          Servet-i Fünûn’da  “Kâri’lerime Mektuplar” başlıklı yazısında Halit Ziya, dil ile ilgili görüşlerini ortaya koyar. Bu yazıda Halit Ziya, ateşli sadeleşme ve Türkçeleşme taraftarlarına karşı bir müdafaa adamı görüntüsündedir. Hatta Servet-i Fünûn dergisinde  “Servet-i Lehçe” başlıklı 1908’de kurulan Türk Derneği’nin programını hedef alan ve yeni lisan anlayışıyla taban tabana zıt görüşleri ihtiva eden yazısında, sadeleşmeye karşı gelmekten çok bir üslûp ustasının yaratıcılığının sınırlandırılması endişesi vardır.



SERVET-İ FÜNÛNCULARIN DİL ANLAYIŞINA KARŞI GÖRÜŞLER



Ì          Halit Ziya ve Cenap Şehâbeddin’in şahsında Servet-i Fünûn’un kullandığı dile itiraz edenler de yok değildir. Edebiyat çevrelerinde oldukça ilgi uyandıran ve edebiyat tarihimize “Dekadanlar” olarak geçen Sabah gazetesindeki yazısında Ahmet Mithat Efendi en sert tepkisini ortaya koymuştur:

Ì          Bazı yazarlar özellikle Ahmet Mithat’ın yazısından cesaret alarak Serveti fünûncuların diline ve dil anlayışlarına karşı sade lisanın savunuculuğuna koyuldular. Bunlarla birlikte Ebuzziya Tevfik ve Manastırlı Rıfat sade dil anlayışının bağlıları olarak yazılar yazdılar.

Ì          Mehmet Emin (Yurdakul) Beyin “Türkçe Şiirler” adıyla basılan sade Türkçe şiirleri edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırdı. Recâîzâde Mahmut Ekrem, Şemseddin Sami, Rıza Tevfik, Ahmet Mithat gibi devrin önde gelen yazar ve şairleri, hatta Tevfik Fikret bile bu şiirlerden övgüyle bahsettiler.

Ì          Bu arada İstanbul dışında İzmir, Bursa, Selanik, Rusya, Azerbaycan, Kafkasya, Kırım gibi pek çok kültür merkezinde sade dil ve sade Türkçe konularında önemli çalışmalar yapılmıştır. Bunların içinde Kırım’da, “Dilde, işte, fikirde birlik” şeklinde sistemleştirdiği fikrî yapısı ile devrinde ve sonraki nesillerde tesirli olmuş Gaspıralı İsmail Bey’i özellikle anmak gerekir.

Ì          XX. yüzyılın ilk 30 yıllık dönemi, hem Türkçenin durumu hem dil tartışmaları bakımından XIX. yüzyılın devamı niteliğindedir. Bu sebeple, özellikle 1932’lere (Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve Türk Dil Devrimi) kadar gerçekleşen çalışmalar ve tartışmalar da burada kısaca anlatılacaktır:



II. MEŞRUTİYETTEN SONRAKİ DİL TARTIŞMALARI



Ì          II. Meşrutiyet’ten sonra sade dil ve Türkçecilik hareketi için amaç ve tüzüğünde önemli/ programlı hedefleri olan esaslı girişimleri şöyle özetlemek mümkündür:

1)       Türk Derneği kurularak kendi adında bir dergi ile dil ve folklor tarihi bakımından önemli kimi faaliyetler

2)       Ömer Seyfettin’in önderliğinde Genç Kalemler dergisi ve Yeni Lisan

3)      Ziya Gökalp ve faaliyetleri

4)      Türk Yurdu dergisinin faaliyetleri

Ì          Saydığımız bu girişimler, esasen başından beri 1908’e kadar çoğu zaman, resmî kuruluşlarla desteklenmekle birlikte eserlerde yer alan münferit düşünceler ve girişimler hâlinde yürütülmüş olan çabaların sistemli ve programlı şekle dönüştürülmesinden ibarettir.

Ì          Bu yıllara gelindiğinde dil meselesi, Türk aydınlarının kafasında ve kaleminde sadeleşme istikametinde geri dönülmez bir mecraya girmiş durumdaydı.



TÜRK DERNEĞİ VE ÇALIŞMALARI



Ì          Necip Asım, Ahmet Mithat, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Ispartalı İsmail Hakkı, Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Fuat Köseraif ve Veled Çelebi (İzbudak) vb. Yeni Gazete bürosunda bir araya gelerek Türk Derneği’ni kurdular. Derneğin amacı genel olarak, bilimsel ve kültürel düzeyde Türklük dünyasının her türlü meselesini ele almaktı. Başlangıçta heyecanla işe giriştikleri halde, daha sonra katılanlarla birlikte üyelerin dil anlayışları ve siyasi fikirler bakımından tam bir düşünce birliği içinde olmamaları yüzünden dört yıla yakın bir zaman sonra dernek dağıldı. İçlerinde “Tasfiyeci”, “Fesahatçi” ve “Sadeleşmeci” taraftarı olmak üzere her dil anlayışını benimseyen kimseler bulunmaktaydı.

Ì          Derneğin Türk dili için asıl hizmeti, kurulduktan sonra bir yıl içinde ancak yedi sayı çıkabilmiş olan Türk Derneği dergisi olmuştur. Nizamnamelerindeki esaslar doğrultusunda El-kitâbu Lugati’t-Türkiyye (İbnü Mühennâ) ve Sarf-ı Tahlîlî-i Lisân-ı Türkî (Anton Tıngır) adlı eserleri yayımlamışlardır.

Ì          Türkçülerin takip ettikleri anlayış, dilde sadeleşme çalışmalarında orta yolu temsil etmektedir. Fikren başka gruplara mensup olan pek çok sanatçı ve bilim adamı, yenileşme dönemi içinde sade dil taraftarı gözükmüş, yazılarında sade Türkçeyi kullanmaya özen göstermişlerdir.



FECR-İ ÂTÎ TOPLULUĞUNUN DİL İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ



Ì          Bu dönemde daha önceki Servet-i Fünûnculara benzer şekilde Fecr-i Âtî topluluğunun da sadeleşmeye karşı olup kendi sanat anlayışlarına bağlı bir dil kullandıklarını belirtmek gerekmektedir.

Ì          Bunları belki kendi devrinde Genç Kalemler’deki “Yeni Lisan” başlıklı yazısının şu satırlarında en güzel Ömer Seyfettin değerlendirmiştir.

Ì          Bu topluluğa mensup olduğu halde Refik Halit’in sade dilli edebî nesrin güzel örneklerini verdiğini zikretmek gerekir. Bu topluluğun dışında olarak Halide Edip, Yakup Kadri sade dille yazmışlar ve edebî nesrin önemli temsilcileri olmuşlardır.



Yeni Lisan ve Ömer Seyfettin



Ì          Türkçenin yenileşme serüveni içinde şüphesiz en önemlisini, Ömer Seyfettin’in öncülüğünde Selanik’te çıkarılan Genç Kalemler dergisinde, 11 Nisan 1911 sayısından itibaren “Yeni Lisan” başlığı altında yayımlanan seri makalelerle sistemleştirilmiş olan yenileşme- Türkçeleşme hareketi alır.

Ì          Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde “Yeni Lisan” makalesi ile sade Türkçenin sistemleştirilmesi konusunda çok önemli bir yere sahiptir.



Ì          Ömer Seyfettin sade dil anlayışının bir program hâlinde sistemleştirilmesine öncülük etmekten başka Türkçe için bizatihi yazdıklarıyla da mümtaz bir yere sahiptir. Otuz altı yıllık kısa ömrüne sığdırdığı 138 hikâye, 21 küçük hikâye, 7 tiyatro eseri, bazıları tamamlanmamış 7 roman, 1 masal, 71 şiir, 81 makale, 30’a yakın mensure ve siyasi-aktüel gazete fıkrası ile Kalevela ve İlyada başta olmak üzere manzum/mensur tercümeler onun Türk kültür tarihindeki yerini göstermeye yeterlidir. Bu kabarık eser sayısı aynı zamanda, sade lisanın örnekleri olmak hasebiyle sade Türkçe için de anlamlıdır.

Ì          Yeni Lisan yazıları Genç Kalemler dergisinde çıkmaya başlamasından itibaren bu hareket çok geniş bir kitlenin ilgisini çekmiş ve hüsnü kabulle karşılanmıştır. Daha sonra sade lisan anlayışını benimsemiş olmakla beraber Fuat Köprülü ve Yakup Kadri yeni lisan hareketine itiraz etmişler, ancak bu itirazlar muhataplarının azmini kamçılamaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Bunun en önemli sebebi, meseleyi tabii ortamından uzaklaştırmadan Türk Derneği’nin yaptığı gibi tasfiyecilik yanlışlığına düşmemiş olmalarıdır.

Ì          Yeni Lisan makalelerinin 7.si, İstanbul’da yeni çıkacak olan Muhîtü’l-Ma’arif mecmuası heyetine yayımlanması ricasıyla gönderilen ve içinde 14 maddelik bir ilmî programı ihtiva eden lâyihanın Genç Kalemler’de yayımlanan suretidir. Burada şimdiye kadar ortaya konan görüşler özetlenmiş, bundan sonrakiler de bu program çerçevesinde götürülmeye gayret gösterilmiştir. Tahrir Heyeti imzasıyla ancak Ziya Gökalp’in notunu taşıyan bu programın maddelerine geçilmeden önce Şinasi’den itibaren sadeleşme çalışmalarının çok kısa bir tarihçesi verilmiş, Yeni Lisan hareketinin şimdiye kadar değişik ortamlarda gördüğü ilgiden bahsedilmiştir.

Ì          Maddeleri örnekleri azaltarak şu şekilde özetleyebiliriz:

1)      Türkçe terkipler ve cemiler ihtiyaca tamamıyla kâfî bulunduğundan Arapça Acemce terkip ve cemiler kullanılmayacak.

2)      Sadr-ı azam, şeyhü’l-İslâm, Bâb-ı âlî, şûrâ-yı devlet, arz-ı hâl, pâ-yı taht ... gibi terkip bünyesinde bulunduğu hâlde manaca basit ve evlâd, talebe, amele, erbâb, havâdis, ahlâk... gibi cemi bünyesinde bulunduğu hâlde manaca müfret olan tabirler istimal olunabilecektir.

3)      Bazı ıstılâhların mukabilleri olmak üzere hurdebîn, nîkbîn, bedbîn, müvellidü’lhumûza, müvellidü’l-mâ gibi Arapça ve Acemce mürekkep kelimeler istimal olunabilecektir.

4)      Hayvânât, nebâtât... gibi cemiler hayvanlar, nebatlar... manasında kullanılmayacak zoologie, botanique ilimlerinin mukabilleri olarak kullanılacaktır.

5)      İlm-i rûh, ilm-i ictimâ... gibi tabirler Fransızca mukabilleri gibi basit addolunacaktır.

6)      Sarf ile iştikak bahisleri birbirinden tamamıyla ayrılacak. İştikakça mürekkep olan yukarıdaki 2, 3, 4, ve 5. maddelerdeki tabirler sarfça basit telakkî olunacaktır.

7)      İştikakça terkip ve cemi bünyesinde bulunduğu hâlde sarfça basit ve müfret telakkî olunan kelimeler lügat ve muhit kitaplarında müstakil bir kelime vaziyetinde irae olunacak, eski lügat kitaplarının mürekkebi basitte, cemiyi müfrette göstermek gibi  kaideleri ilga edilecektir.

8)      Yukarıda tadat olunan ve ilmî mefhumların yeni ıstılahları olmak üzere vücutlarına ihtiyaç bulunan terkip ve cemilerden maada tahlili mümkün ne kadar klişeler var ise bozulacak yahut vücutlarına ihtiyaç yok ise katiyen terk olunacaktır. Sanat eseri, nazar noktası... gibi tabirler eser-i sanat, nokta-i nazar tabirlerine müreccahtır.

9)      Arapça ve Acemce terkiplerin tufeylisi olan Türkçe terkiplerde yaşamasına imkân bulunmayan Arapça ve Acemce kelimeler artık istimal edilmeyecektir.

10)  Arapça ve Acemce kelimelerin avamca temsil edilen şekilleri havasça muhafaza olunan asli şekillerine tercih edilecektir.

11)  Türkçede Arapça Acemce kaideler hâkim olmayacağı gibi Arapça, Acemce tecvitler de nâzım olmayacaktır. Türkçeye giren Arapça Acemce kelimeler Türkçenin kaidelerine tamamıyla tâbi olacağı gibi tedrîcî bir surette de Türkçenin tecvidine tetabuk edecek, Türkçenin hususi ahengiyle itilaf peyda edecektir.

12)  Arapça, Acemce kelimelere dahil yahut lâhik olacak Arapça Acemce edatlar da mümkünse Türkçe edatlarla değiştirilecektir.

13)  Terkiplerle ifade olunan manalar basit kelimelerle ifade olunmaya çalışılacaktır.

14)  Türk Derneği’nin ve sair tasfiyecilerin yaptıkları gibi Çağatayca, Türkmence’ye yahut Anadolu, Rumeli lehçelerine mensup eski ve yeni kelimeler yeni lisanda istimal olunmayacaktır. Yeni lisan İstanbul’da tekellüm edilen ve edebî lisanımızın ıstıfasıyla nezih ve necip bir mevki ihraz eden üslûp ve kelimeleri istimal edecek ve bu üslûp ve kelimeleri İstanbul şivesinde mündemiç bedâete tevfîkan daha ziyade güzelleştirmeye çalışacaktır.



ZİYA GÖKALP VE YENİ LİSAN KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ



Ì          Gerek Ömer Seyfettin ile birlikte Genç Kalemler’deki edebî ve bilimsel yazılarıyla, gerekse başka gazete ve mecmualardaki yazılarıyla, müstakil kitaplarıyla Ziya Gökalp, Türkçülük idealini benimsemiş, onu bir programa ve bir sisteme bağlamış, sözü ve fiiliyle öncü düşünürlerden birisi olmuştur. Fikirleriyle kendinden sonraki nesilleri etkilemiş olması bu sebepledir.

Ì          Ömer Seyfettin’den farklı olarak, sadece dil konularıyla ilgilenmekle yetinmemiş, Türkçülüğü bütün düşünce sistemiyle her alanda, bütün programlarıyla ortaya atmak lazım geldiğini savunmuş ve bu yolda yürümüştür. Esasen Genç Kalemler’deki “Yeni Lisan” hareketinin başlatılmasında yeni bir İttihat ve Terakkî üyesi olarak onun fiilî desteği bulunmaktadır.

Ì          Dil meselesi, Ziya Gökalp’in sistemleştirdiği Türkçülük anlayışı içinde önemli yere sahiptir. Çok önceleri kafasında yer eden Türkçülük anlayışının ortaya konmasında, Selanik’te Ali Canip ve Ömer Seyfettin’in öncülüğünde çıkan Genç Kalemler dergisi Ziya Gökalp için bir vesile teşkil etmiştir. Türkçülük ve yeni lisan meselesinde düşüncesini genel hatlarıyla bir çerçeve hâlinde çizdiği Turan manzumesinin Genç Kalemler dergisinde yayımlanmasıyla Ziya Gökalp, imparatorluğun fikrî coğrafyasındaki yerini de almış oldu.

Ì          Balkan Savaşının mağlubiyetle bitmesiyle yeniden kuvvetlenen milliyetçilik/Türkçülük duygusu Osmanlı aydınlarını da yeni arayışlara sevk etti. 1912 yılında faaliyete geçen Türk Ocağı bu hareketin merkezi olarak kuruldu. Ocak, daha çok bilimsel Türkçülüğün yayın organı görünümünde olan Türk Yurdu adında bir dergi çıkarmaya başladı. Ayrıca görüşlerini halka ulaştırmak için de Halka Doğru  ve Türk Sözü adlı dergileri çıkardılar. 1917 yılında İttihat ve Terakkî’nin desteğiyle Ziya Gökalp ve arkadaşları tarafından çıkarılan Yeni Mecmua ile birlikte bu yayınlar Türkçük taraftarlarının merkezi hâlinde sade Türkçe ile millî edebiyat anlayışının ve milliyetçilik fikirlerinin yaygınlaşmasında önemli rol oynamışlardır.

Ì          Türkçülüğün Esasları kitabının “Dilde Türkçülük” bölümünde birçok yönüyle günümüzde de geçerliliğini ve önemini koruyan görüşlerini “Dilde Türkçülüğün Prensipleri” başlığı altında şu şekilde toplamıştır:

1)      “Millî dilimizi vücuda getirmek için, Osmanlı dilini –hiç yokmuş gibi- bir tarafa atarak, halk edebiyatına temel vazifesi gören Türk dilini aynıyla kabul edip İstanbul halkının ve bilhassa İstanbul hanımlarının konuştukları gibi yazmak.

2)      Halk dilinde Türkçe müteradifi bulunan Arapça ve Farsça kelimeleri atmak, tamamıyla müteradif olmayıp küçük nüansa malik olanları dilimizde muhafaza etmek.

3)      Halk diline geçip söyleyiş ve mana bakımından galatât adını alan Arapça ve Farsça kelimelerin bozulmuş şekillerini Türkçe saymak ve imlalarını da yeni söyleyişlerine uydurmak.

4)      Yerlerine yeni kelimeler konulduğu için, fosil haline gelen eski kelimeleri diriltmemeğe çalışmak.

5)      Yeni terimler aranacağı zaman, ilkin halk dilindeki kelimeler arasından aramak; bulunmadığı takdirde Türkçenin işlek edatlarıyla ve işlek terkip ve çekim usûlleriyle yeni kelimeler yaratmak.

6)      Türkçede Arap ve Fars dillerinin kapitülasyonları ilga olunarak, bu iki dilin ne sigaları, ne edatları, ne de terkipleri dilimize sokulmamak.

7)      Türk halkının bildiği ve kullandığı her kelime Türkçedir, halk için munis olan ve sun’î olmayan her kelime millîdir. Bir milletin dili, kendisinin cansız köklerinden değil, canlı tasarruflarından kurulan canlı bir uzviyyettir.

8)      İstanbul Türkçesinin ses düzeni, ek ve kökleri ile cümle yapısı, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden ne kelime, ne siga, ne edat, ne de terkip kaideleri alınamaz.

9)      Türk medeniyetinin tarihine dair eserler yazıldıkça, eski Türk müesseselerinin  isimleri olmak dolayısıyla, çok eski Türkçe kelimeler yeni Türkçeye girecektir. Fakatbunlar terim olarak kalacaklarından, bunların hayata dönmesi, fosillerin dirilmesi mahiyetinde telakki olunmalıdır.

10)  Kelimeler, delâlet ettikleri manaların tarifleri değil, işaretleridir. Kelimelerin manaları, köklerini bilmekle anlaşılmaz.

11)  Yeni Türkçenin, bu esaslar dahilinde, bir lügatiyle bir de grameri vücuda getirilmeli ve bu kitaplarda, yani yeni Türkçeye girmiş olan Arapça ve Farsça kelimelerin ve tabirlerin bünyelerine ve terkip tarzlarına ait bilgiler, dilin türeme kısmına konulmalıdır.”



Ì          Ziya Gökalp görüldüğü gibi, fesahatçılara olduğu gibi tasfiyecilere de karşıdır. İkinci Meşrutiyet sonrası başlayan, özellikle 1910’dan itibaren Yeni Lisan hareketiyle başlayan ve 1932’ye kadar süren bu devre, sadeleşme hareketinin müdahalesiz, gönüllü bir gelişme olarak süregeldiği, yazar, sanatçı ve diğer ilgililerin çabalarında görülen tabii bir yenileşme devresidir.

Ì          Yeni Türkçe olarak da nitelendirilen bu devrede üç farklı görüş bulunmaktadır:

1)      “Fesahatçılar” olarak da bilinen Süleyman Nazif gibi eski ve süslü üslûba bağlı ediplerin yazmakta ısrar ettikleri “Osmanlıca”

2)       Türkçülerin temsil ettiği ve Ziya Gökalp’in sistemleştirdiği “Türkçeleşmiş Türkçe” anlayışını esas alan “sade lisan”

3)      Fuat Köseraif ’in öncülüğünü ettiği “Türkçede yabancı unsur bırakmayacağız, her şeyi Türkçeleştireceğiz” diyen “tasfiyecilik” akımı



Ì          Bu üç anlayış, Türkçülerin hâkimiyeti altında 1932 yıllarına kadar devam etmiştir. Bu  yıllardan sonra Türkçe, bir devlet adamı olarak Atatürk’ün bizzat ilgisi ve müdahalesiyle “Tasfiyecilik” veya “Öztürkçecilik” istikametinde gelişmeye zorlanmıştır. Yeni kurulan devlet düzeni içinde Millîleşme anlayışına katkı sağlamak için kararlı bir inkılapçı olarak Atatürk de tasfiyecilik hareketini benimsemiş ve bu ilgisi 1935 yıllarına kadar sürmüştür.

Ì          Kendisinin bir takım tecrübelerden sonra “Dilde ve musikide inkılap olmaz, anlaşıldı.” cümlesinde ifadesini bulan dili tabii gelişme seyrine bırakma düşüncesine rağmen dilde tasfiyecilik anlayışı, onun ölümünden sonra da uydurmacılık veya Öztürkçecilik hareketi halinde devam etmiştir.



ALFABE TARTIŞMALARI VE HARF İNKILABI



Ì          Cumhuriyet devrimleri içinde çok önemli bir yere sahip olan harf devrimi, Türk toplumunda uzun bir süre tartışıldıktan sonra belli usuller çerçevesinde gerekli hazırlıklar yapılarak uygulanmasına geçilmiştir. Böyle önemli bir değişikliğin gerçekleşme şartlarını ve sonuçlarını değerlendirebilmek için, Harf inkılabına varan süreci gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Ì          Türklerin en çok kullandığı alfabeler Köktürk, Uygur, Arap, Kiril ve Latin alfabeleridir.



Ì          Alfabe, bir dilin seslerini karşılayan şekillerin oluşturduğu sistemin adıdır. Türkler, VIII. yüzyıldan başlayarak Şamanizm, Budizm, Brahmanizm, Hıristiyanlık,

Ì          Manilik, Musevilik, İslamlık gibi değişik dinlerin ve Hint, Çin, Arap ve batı gibi çeşitli kültür çevrelerinin etkisiyle birbirinden farklı 17 değişik alfabe kullanmışlardır.

Ì          Alfabe değişikliklerinin gerekçeleri üç maddede toplanabilir:

1)           Din değiştirme

2)           Sosyal ve siyasal durum değişikliği

3)           Farklı kültür ve medeniyet ortamına geçme



Ì          Alfabe değişikliğini hazırlayan süreç XIX. yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır ve yapılan tartışmaları iki başlık altında toplamak mümkündür:

1)      Batılılaşma

2)      Yazının yetersizliği



Ì          Batılılaşma, Osmanlı devlet yapısı ve Batıdan esinlenerek kültürel müesseselerde uygulamaya konulan yeniliklerin de sebebi olmuştur. Özellikle Tanzimat Fermanı sonrasında görülen askerî, idarî alanlarda ve eğitim konularında gerçekleştirilen yeni düzenlemelerin arkasında bu Batılılaşma, diğer bir deyişle, çağdaşlaşma düşüncesi yatmaktadır.

Ì          Arzulanan yenilikleri gerçekleştirecek elemanların yetiştirilmesi maksadıyla Londra, Paris, Viyana gibi şehirlere ihtiyaç duyulan alanlarda (askerî, tıp, ziraat vb.) ihtisas yapmaları için öğrenciler gönderilmiştir. 1834-1838 yılları arasında 26 askerî öğrenci, II. Abdülhamit zamanında 15 doktor, 24 subay ve bir hayli ziraatçi ihtisas eğitimi almaları için gönderilmişlerdir.

Ì          Önce askerî okullarda verilmeye başlanan, meslekî bilgilerin yanında yabancı dil eğitimi, Türk insanını yeni bir alfabeyle karşılaştırmış, yabancı dilin Fransızca olması dolayısıyla da bu alfabe Fransız alfabe sistemi olmuştur.

Ì          Bu yeni dönemde eğitim kurumlarında da yeni yapılanmaya gidilirken Osmanlıca, Arapça ve Farsçanın yanında rüşdiyelerde (1849) ve idadilerde (1863) Fransızca da resmen öğretilmeye başlanmıştır. Sultan Abdülaziz’in isteği üzerine Fransızların yardımıyla açılan Galatasaray Sultanîsi (Mekteb-i Sultanî, bugünkü Galatasaray Lisesi) Fransızca eğitim yapacak şekilde programlanmıştır.



Ì          Azınlıkların ve yabancıların kurdukları okullara Türk ve Müslüman çocuklarının da gitmeleri Latin alfabesinin toplumun daha geniş bir kesiminde tanınmasına yol açmıştır.

Ì          Buralarda Rumca, Ermenice, İbranice anadilleri yanında Fransızca, İtalyanca ve İngilizce gibi zamanın önemli sayılan dilleri de öğretilmekteydi.

Ì          Gerçi Türkçenin Latin alfabesiyle tanışması Codex Cumanicus’a (XIII. yüzyıl) kadar uzanmaktadır. XVII. yüzyıldan itibaren artarak görülen ve Türk olmayanlara Türkçe öğretmek maksadıyla yabancılarca telif edilmiş olan gramer kitapları, sözlükler bulunmaktadır.

Ì          Bu ve benzeri şekillerde batılılaşma çalışmaları içinde Osmanlı toplumu, özellikle aydın kesim Arap harfleri dışında başka alfabelerle de tanışmış durumdadır.



TARTIŞMALAR VE YENİ ÇALIŞMALAR



Ì          Tanzimat sonrasında önemle üzerinde durulan konulardan birisi de eğitim sisteminin elden geçirilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması ve okuma yazmanın kolaylaştırılması için yazı sisteminin ıslah edilmesi olmuştur. Bu konuyu ilk defa ele alan Ahmet Cevdet Paşadır.

Ì          Kavaid-i Osmaniyye (1851) adlı gramer kitabında Türkçede bulunup da mevcut alfabede karşılığı olmayan seslerin belirtilmesi için bir yol bulunması gerektiğini vurgulamıştır.

Ì          Benzer hususlar, bundan on yıl kadar sonra, Münif Paşa tarafından da dile getirilmiştir. Münif Paşa, Avrupa’da görev yaptığı yıllarda Batı medeniyetini yakından inceleme fırsatı bulmuş, Fransızca, Almanca ve İngilizce gibi Avrupa dillerini bilen bir Türk aydınıdır.

Ì          Cemiyetteki konferansında ve daha sonraki çalışmalarında ortaya koyduğu fikirlere bakılırsa, Münif Paşa Avrupa’da görev yaptığı yıllarda, genç Türk aydınlarını etkileyen Fransız sosyoloğu Constantin François Chasse-Boeuf Volney’den (1757-1820) etkilenmiş gözükmektedir.

Ì          Volney de, Doğu toplumlarının, bu arada da Türklerin cahilliğinin ve geri kalmışlığının en temel sebebi olarak Arap harflerinin kullanılmasını göstermiştir. Dolayısıyla Batı medeniyetine ulaşmanın yolu bu alfabeyi terk edip medeniyette ileri olan milletlerin alfabesini yani Latin alfabesini kabul etmekten geçer iddiasında bulunmuştur.

Ì          Münif Paşa, bizde beş yüz cins harfi bulan harf karakterleri yüzünden (hâlbuki Batıda bu sayı otuz-kırk civarındadır) kitap basmanın başlı başına bir müşkilâtlı iş olduğunu belirttikten sonra, ilim ve fennin önündeki bu engelin kaldırılması için iki yol gösterir:

1)      Harflere hareke ve işaret koymak

2)      Kelimeleri, harfleri bitiştirmeden (hurûf-ı munkatıa veya hurûf-ı munfasıla ile) ayrı ayrı yazmak.



Ì          Okunmayı ve öğrenmeyi kolaylaştırıcı bir yol olmakla birlikte, matbuat sisteminde harflere hareke ve işaret koymak, zorluğa zorluk katmaktan başka bir şey değildir.

Ì          İkinci yol yani harfleri ayrı ayrı yazmak usulü ise, açıkça ifade edilmese de, bir yönüyle aslında Latin harflerini çağrıştıran bir tekliftir. Münif Paşa, Avrupalıların yazılarını örnek verirken buna da işaret etmiş olmaktadır. Bu ayrı ayrı yazma usulü daha sonra Enver Paşa tarafından tatbik edilmeye çalışılmış ancak, sistem Arap harflerinin karakterine ters düştüğünden genel kabul görmemiştir.

Ì          Volney’in düşüncesini destekleyen bir başka kişi de Mirza Fethali Ahundzade’dir. O da İslam dünyasındaki geri kalmışlığın tek sebebini okur yazar sayısının azlığında görmüş, bu azlığın sebebi olarak da kullanılan Arap harflerini göstermiştir. Ahundzade, Münif Paşa’nın konferansından kısa bir zaman sonra (on dört ay sonra) Tiflis’ten İstanbul’a gelerek (1863) konuyla ilgili tasarısını Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’ya (1815-1869) vermiş, Paşa da bunu müzakere edilmek üzere Cemiyet-i İlmiyye-i Osmaniyye’ye göndermiştir.

Ì          Burada esas olarak Arap harflerinin noktalarının kaldırılması ve yerine başka işaretlerin kullanılması önerilmekteydi. Bu teklifler mecliste görüşüldükten sonra, harf ıslahı ve değişikliği esas olarak uygun bulunmakla beraber uygulamada doğuracağı zorluklar sebebiyle kabul görmemiştir.

Ì          Bu konuyla ilgili II. Meşrutiyete (1908) kadar yapılan tartışmalarda iki fikir hâkim olmuştur. Biri, harflerin okuma ve yazmada karışıklığa yol açan aksaklıklarını giderecek şekilde düzenlenmesi düşüncesi, ikincisi ise yabancı bir alfabenin (Latin, Latin-İslav, Ermeni) kullanılmasıdır.

Ì          II. Meşrutiyetin ilanından sonra oluşan hürriyet ortamı alfabe tartışmalarını da hızlandırmış, bu konuda makale ve eserler yayımlanmıştır.



Ì          Başından beri alfabe konusundaki fikirler şu şeklide sınıflandırabilir:

1)      Mevcut alfabeyi kullanmaya devam etmek

2)      Arap alfabesini bırakarak başka bir alfabe kullanmak

3)      Arap ve Latin alfabelerini kullanmayarak tamamen yeni ve modern bir alfabe oluşturmak



Ì          Bunlardan farklı alfabe kullanmayı teklif edenler değişik alfabeler önermişlerdir:

1)           İslamiyetten önceki Türk yazılarından birini, Göktürk veya Uygur yazısını kullanmak. Pek savunucusu olmayan bu fikir A. H. Mustafa adlı birisi tarafından teklif edilmiştir.

2)           Ermeni harflerini kullanmak. Bu konuda A. Mithat Efendi Ermeni harflerinin zenginliğinden söz etmiş, alınıp alınmaması hususunda bir fikir ortaya koymamıştır. Bunu isteyen sadece Macid Paşa olmuştur.

3)           Latin harflerini kabul etmek. Genellikle Batı’da eğitim görmüş kimselerin ortaya koydukları görüştür. Özellikle II. Meşrutiyetten sonra en çok benimsenmiş fikir buydu.

Ì          Mevcut alfabeyi kullanmaya devam edelim diyenler de fikir birliği içinde değildirler:

1)      Harfleri olduğu gibi yazmaya devam etmek gerektiğini söyleyenler.

2)      Islah etmek gerektiğini söyleyenler. Bu da bir kaç türlü gerçekleştirilmelidir:

1)           İşaret ve imla harfleri eklemek, harf almak veya atmak yoluyla düzeltmek

2)           Harfleri birleştirmeden ayrı yazmak

3)           Avrupalılar gibi soldan sağa yazmak

4)            Harflerin karakterini değiştirmek



Ì          Alfabe ve yazı konularındaki fikirler, genel olarak söz konusu ettiğimiz bu anlayışlar etrafında ortaya konmuş ve tartışmalar daha çok Arap harflerinin devamını isteyenlerle bunların kaldırılarak Latin harflerinin kabul edilmesini savunanlar arasında cereyan etmiştir.



MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE LATİN HARFLERİ



Ì          Mustafa Kemal Atatürk’ün, daha gençlik yıllarında ülkesinin ve mensubu bulunduğu cemiyetin kültürel geleceği ile ilgili de planlar yapmakta olduğu anlaşılmaktadır. Batı toplumlarının Doğu toplumları karşısında göz kamaştırıcı gelişmişliği, Atatürk’ün, diğer alanlarda olduğu gibi Latin alfabesine ilgisinin artırmasında da önemli rol oynamıştır.

Ì          Sofya’da bulunduğu sırada (13 Mayıs 1914) İstanbul’daki bir tanıdığına Fransızca ve Latin harfli Türkçe mektuplar yazmıştır.

Ì          1916 yılında kendisine gösterilen Gy. Nemet’in Turkische Grammatik adlı kitabındaki Arap harfleriyle alınan parçaların Latin harfleriyle ve fakat Yunan alfabesine dayanan karşılıklarını görünce, Türkçe için düşünülen alfabenin böyle harflerin üzerine konan işaret külfetinden ve yabancı izlerden uzak olacağını belirtmiştir.

Ì          Nihayet alfabe tartışmalarının olgunlaştığını düşündüğü 1927 yılında, Türkiye’de bulunan ve kısa zamanda Türkçe öğreneceğini söyleyen Amerikalı avukat Mr. Winn’e Cumhuriyetin ilanından sonra, bulunduğu meclislerde harf meselesini gündeme getirmiş, çevresindekileri konuşturmuş, aydınlar arasında tartışılmasını sağlamıştır.

Ì          Ancak bu yıllarda Türk aydınının bütünüyle Latin alfabesine taraftar oldukları söylenemez. Mesela, 1926 yılında Akşam gazetesinin açtığı “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlıklı ankete katılan 16 kişiden sadece üç kişi olumlu cevap vermişti.

Ì          Konuyla ilgili ilk resmî girişim, 26 Mart 1926’da Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in Maarif Teşkilatına ait kanunun görüşülmesi sırasında bir dil heyetinin kurulmasını teklif etmesi ve meclisin uygun bulmasıyla gerçekleştirilmiştir.

Ì          Maarif Vekâleti bünyesinde kurulan bu özel heyet, bazı çalışmalarda bulunmuşsa da kabul edilebilecek özelliklerde bir alfabe hazırlayamamıştır.

Ì          Mayıs 1928’de, yazar ve öğretmenlerle birlikte diplomat ve siyasetçilerin de yer aldığı bir başka komisyon kurulmuştur. Tatil için İstanbul’a gelen Mustafa Kemal Paşa, Maarif Vekili Mustafa Necati’yi İstanbul’a çağırarak yeni harfleri seçecek bir komisyonun kurulmasını emretmiş ve üyelerini de bizzat kendisi belirlemiştir.

Ì          Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle hazırlanan “Latin harflerinin incelenmesi için bir komisyonun kurulmasına izin verilmesi” hakkındaki kanun metni 20 Mayıs 1928’de Başbakanlığa sunulmuş ve üç gün sonra da onaylanmıştır. Böylece yeni bir Dil Heyeti resmen kurulmuştur.

Ì          Yaklaşık bir aylık tartışmalı toplantılardan sonra şu ön prensiplerde fikir birliğine varıldı:

1)           Çift harf bulundurulmayacak

2)           Millî bir Türk alfabesi olacak

3)           Harflerin uluslararası değerleri değiştirilmeyecek

4)           İşaretli harflere mümkün olduğu kadar az yer verilecek

Ì          Esas alınacak Latin harflerinin hangi alfabe olması hususunda da çeşitli görüşler ortaya

Ì          çıkmıştı:

1)      Fransız alfabesini esas almak

2)      Bugün çeşitli dillerde yazılışları dikkate alınmadan ilk Latin alfabesini esas almak

3)      Bütün alfabeleri bir araya getirerek Türkçenin ihtiyaçlarına cevap verecek harfleri hepsinden seçmek

4)      Azerbaycan alfabesini dikkate almak

Ì          Bunların içinden 3. madde benimsendi ve buna göre Avrupa’da kullanılan bütün alfabeler incelendi, yeni Türk alfabesi oluşturuldu.

Ì          12 Temmuz 1928’de Yeni Türk Alfabesi projesinin tamamlandığı basın aracılığıyla duyuruldu.

Ì          Ardından, Mustafa Kemal Paşa, çalışmaları daha yakından takip etmek ve hızlandırmak için komisyonu İstanbul’a çağırdı. Otuz altı günlük çalışmanın ardından hazırlanan kırk bir sayfalık rapor Paşa’ya takdim edildi. Raporda bu günkü harflerden başka q, w, x harfleri de bulunuyordu; ancak ğ, ö, ü harflerine yer verilmemişti.

Ì          6 Ağustos 1928’de Galatasaray Lisesi’nde Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in başkanlığında yapılan toplantıda, Mustafa Kemal Paşa’nın işaretiyle alfabe yeniden ele alındı ve bazı değişiklikler yapılarak Türkçenin seslerini karşılayabilecek duruma getirilmeye çalışıldı.

Ì          Bu çalışmalar esnasında, Arapça ve Farsça kelimelerdeki sesleri karşılamak üzere konulan harflerin çıkarılmasına karar verildi. Çalışmalara Atatürk bizzat nezaret etti, tekliflerde bulundu.

Ì          Nihayet 4-5 Ağustos 1928 gecesi Dolmabahçe’den İsmet Paşaya yazdığı mektupta “Harflere son şekli vermek için komisyon üyeleriyle anlaştığını, teklif ettiği ve değiştirdiği noktaların komisyonca da uygun karşılandığını” bildirmiştir. Böylece hazırlıklar tamamlanmış, sıra durumu kamuoyuna açıklamaya gelmiştir.



SARAYBURNU AÇIKLAMASI



Ì          Aylar süren çalışmalardan sonra, tasarlanan Türk alfabesi halka açıklanmış oldu. Atatürk, bundan sonra çıktığı gezilerde yeni Türk harflerini tanıtmak için büyük çaba göstermiş, bizzat öğreticilik ve önderlik etmiştir.

Ì          23 Ağustos 1928 günü Ertuğrul yatıyla Tekirdağ’a, 1 Eylül 1928’de Çanakkale-Arıburun’a, 2 Eylül Gelibolu’ya, 14 Eylül’den sonra da Karadeniz ve İçanadolu seyahatlerine çakmış ve uğradığı her yerde beldenin resmî görevlilerini, ileri gelenlerini, halkını yeni harfleri öğrenmeye teşvik etmiştir.

Ì          Dil Encümeni tarafından tespit edilmiş olan ve Dolmabahçe toplantılarında uygulamaları yapılan, 29 harfli Yeni Türk Alfabesi bir kanun tasarısı hâlinde üç milletvekilinin imzasıyla 31 Ekim 1928’de meclis başkanlığına verilmiş, 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilmiştir. “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun” adını taşıyan 11 maddelik kanun, 3 Kasım 1928 günü de Resmî Gazetede yayımlanarak resmen yürürlüğe girmiştir.

Ì          İlk maddesi şöyledir: Şimdiye kadar yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk Harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.

Ì          Alfabe değişikliğinden sonra, 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu çatısı altında gerçekleştirilen ve Atatürk’ün sağlığında toplanan I., II. ve III. Türk Dil Kurultayları, Güneş Dil Teorisi ve onun ölümünden sonra hız kazanan Öztürkçe akımı ve bu çerçevede yapılan çeşitli çalışmalarla sistemli bir dil planlaması şeklinde yürütülen Dil İnkılabı (Devrimi), şiddetli tartışmaların yaşandığı yepyeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

Hiç yorum yok: