dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

ŞİİR TAHLİLLERİ

AYNADAKİ HAYALİME
Akmayan yaşlarla sıcacık yüzün;
Yavrum, bugün seni pek ölgün gördüm.
Gözünde bir küçük noktadır hüzün,
Neş'eni ne bugün, ne de dün gördüm.
Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun,
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun,
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm.
Geçti bir cenaze peşinde ömrüm;
Bilemem, vardığın neresi, bugün?
Her gün yürüdüğün kadar yürüdün,
Arkasından kendi ölünün; gördüm.

Şiirin içerik yönünden incelenmesi:
Necip Fazıl Cumhuriyet sonrası şiirimizin, pozitivizm soslu jakobenizmin hüküm sürdüğü, resmi ideolojinin estetik algıyı kökten değiştirdiği ortamında aşkın olana, metafiziğe dair “bir şeyler” söylemekle kalmayan, kendi estetiğini ortaya koyan, tek başına hâkim odakları karşısına alan bir fikir eri, tek kişilik bir ordudur. Sadece Abdulhakim Arvasi ile tanıştığı dönemden sonra değil, ilk verimlerinden itibaren şiirlerinde ruhçu, sezgici çizgiden kopmamış, yeni Türk şiirinin “Çile”yle özdeşleşen yakıcı muhayyilesi, çalkantılı ruhudur.
         Şiirleri maddenin yüzeyinde değil, insan benliğinin derinliklerinde gezinen bir şairin poetikasının karakteristik niteliklerini taşıyan bu şiiri çözümlemek de haliyle zor olacaktır. Bu çalışma da yalnızca bir “deneme”dir.
         Düşünmek aidiyetin konforundan nasip almamayı seçmek demektir, sorgulamak cevapsız kalmayı göze almaktır. Bu yüzden düşünen ve sorgulayan için “çile” artık yaşamının zorunlu bir parçasıdır, tasmaları atmak ise; ne olduğu belirsiz his, düşünce, imge, soru curcunasında başıboş ve savunmasız kalmaktır.
Necip Fazıl bunu gerçek anlamıyla yaşayanlardan biridir. Dini itikadı kabullenenin, kendi küçük dünyasında mutlu olacağı safsatasına verilecek en etkili yanıttır onun hayatı. Görünüşler dünyasından çıkıp aslolana doğru yapacağı yolculuk birçok bedel gerektirir. Bu yolculuğun tezahürleri ise şiirleridir, çilesinin getiri ve götürüleriyle dolu şiirleri. “Aynadaki Hayalime” de böyle bir şiir, bir nefs muhasebesidir.
        
Akmayan yaşlarla sıcacık yüzün;
Yavrum, bugün seni pek ölgün gördüm.

Şair kendini seyretmektedir. Aynadaki görüntüsü tükenmiş bir vaziyet arz etmektedir. Duyuları ve duyguları öylesine katılaşmış, kendisinden öyle uzaklaşmıştır ki yaşları akmamaktadır, uyuşmuştur.
Gözünde bir küçük noktadır hüzün,
Neş'eni ne bugün, ne de dün gördüm.
Hüzün artık içine değil, gözüne de işlemiştir. Hislerinin arkasındaki hüzün, bakışlardan kendini ele vermektedir artık. Hayatı irdelemeden yaşayıp, mutlu olmak lüksü olmayan çile insanı hüzünlere, mutsuzluklara mahkûmdur. Neş’e çoktandır unutulmuştur.
Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun,
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm.
Şair eğri dallar misali beli büküktür. Hissizlikle durgundur, bizatihi kaygılarından darbe almıştır. Kalabalık içinde yalnızdır. Sadece yaşamakla yetinen yığınların aksine kendine ulvi bir gaye belirlemiştir çünkü. Buna erişmek ise hayat enerjisini, ruhsal yolculuğuna kanalize etmek, bedenini feda etmektir. Ruhunun örselenmesi ise zaten kaçınılmazdır.
Geçti bir cenaze peşinde ömrüm;
Bilemem, vardığın neresi, bugün?
Boş düşünceler, boş yaşayışlar “ölüm” ü ifade eden cenaze kelimesiyle ilişkilendirilmiştir. Cenaze şairin, amacına hizmet etmeyen her eylemi, her düşüncesidir. Bunlar onun için bir kıymet ifade etmezler, ölüdürler çünkü faydasızlardır.
Her gün yürüdüğün kadar yürüdün,
Arkasından kendi ölünün; gördüm.
“Her gün yürüdüğün kadar yürüdün” cümlesi Şairin hayatında değişmezliği, monotonluğu ifade eder. Kazanımlarının üzerine yeni bir şey koyamayan birey “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisinin işaret ettiği gibi kendisine sermaye olarak verilen zamanının hakkını verememiştir. Şair olduğu yerde sayan nefsine son mısrada ölüm gerçeğini hatırlatır. Bu en büyük, en kaçınılmaz gerçektir; giden zamanın telafisi yoktur.
Şiirin Dil ve Biçim Özellikleri:
•Şiir 3 dörtlükten oluşmuştur.
•İlk dörtlükte ahenk unsuru çaprak kafiye, “gördüm” redifi, “ün” tam kafiye ile sağlanmıştır.
•İkinci dörtlük “urgun” zengin kafiye kullanılmıştır. “sun” 2. tekil kişi ekeylemi ise rediftir. 3. dörtlükte “ün” ve “üm” kafiyeleri çapraz kafiye düzeninde kullanılmıştır.
•Şiirin dili sadedir, sıfatlara çokça yer verilmiştir.
•Fiil köklerine “gın” fiilden isim yapma ekinin getirilmesiyle teşekkül eden isimler, şiirde adlaşmış sıfat olarak yer almışlardır.
•Teşbih, mecaz unsurlarıyla anlatım güçlendirilmiştir.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Hayatı:
26 Mayıs 1905'te İstanbul'da doğdu. Çocukluğu, büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'taki konağında geçti.
Necip Fazıl, ilk dinî telkin ve terbiyesini, tek oğlunun tek oğlu olarak Mehmet Hilmi Efendi'den aldı; okuyup yazmayı henüz 5-6 yaşlarındayken ondan öğrendi. Birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden "yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku" şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir "tütsü çanağı" olan, büyükbabasına ait Çemberlitaş’taki konakta geçirdi.

İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız Kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi(Akseki), İbrahim Aski gibi isimler vardı. Necip Fazıl hocalarından en çok İbrahim Aski'nin etkisinde kalmıştır. Tasavvufla ilk tanışması da hocası İbrahim Aski'nin verdiği kitaplarla olmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra, Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile gönderildiği Fransa'da, Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde okudu.
Paris hayatı, kendini arayışının müthiş his helezonları, korkunç girinti ve çıkıntıları arasında, nefs cesareti bakımından hayal yakıcı bir tablo çizdi.
Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde ders verdi(1939-43). Sonraki yıllarında edebiyata yönelerek fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.
Necip Fazıl, annesinin arzusuyla şair olmak istedi (bunu düşündüğünde henüz 12 yaşındaydı) ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua, Anadolu, Varlık ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirmeyi başardı. Daha sonra Paris'e gitti ve dönüşünde yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitaplarıyla edebiyat dünyasında patlama yaptı. Necip Fazıl bu eserleriyle genç yaşta şöhreti yakalayarak, çağdaşı şairlerin önüne çıkmayı başardı. Edebiyat çevrelerinde hayranlık aynı zamanda heyecan uyandırdı. 1932'de Ben ve Ötesi adlı şiir kitabını çıkardığında henüz otuz yaşına basmamıştı.
Necip Fazıl için 1934 yılı hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden olan ve Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı.
Necip Fazıl'ın, üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak).
Necip Fazıl aralıklarla gidip uzun sürelerle kaldığı Ankara'ya üçüncü gidişinde, bazı bankaların da desteğini sağlayarak 14 Mart 1936'da haftalık Ağaç dergisini çıkarmıştır. Yazarları arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Mustafa Sekip Tunç'un da bulunduğu Ağaç dergisi, yeni kapanan Yakup Kadri'nin Kadro dergisi yazarları Burhan Belge, Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir ve İsmail Hüsrev gibi yazarların savunduğu ve dönemin entellektüellerini hayli etkilemiş bulunan materyalist ve marksizan düsüncelerine karşı spiritüalist ve idealist bir çizgi izlemiştir. Ankara'da altı sayı çıkan Ağaç dergisi daha sonra İstanbul'a nakledilmiş ancak fazla okur bulamadığından haftalık Ağaç dergisi 17'nci sayıda kapanmıştır.
Necip Fazıl, 1943 yılında dinsel ve siyasal kimliği ön plana çıkan Büyük Doğu adlı dergiyi çıkardı. 1978 yılına kadar aralıklarla haftalık, günlük ve aylık olarak çıkarılan Büyük Doğu'da iktidarlara cephe alan Kısakürek, yazı ve yayınları yüzünden mahkemelik oldu, hapse girdi ve dergi birçok kez kapatıldı. Sultan Abdülhamit taraftarı olan Necip Fazıl giderek İslamcı kesimin önderlerinden biri oldu. Ağaç dergisinde olduğu gibi, Büyük Doğu'nun ilk sayılarında da yazar kadrosu hayli kozmopolittir. Bedri Rahmi, Sait Faik gibi yazarların imzası dergi sayfalarında görülmektedir. Ancak, Büyük Doğu, dinsel bir kavga organı durumuna gelince bu yazarların bir kısmı ayrılmıştır. Necip Fazıl 1947 yılında Büyük Doğu toplatılınca Kasım-Aralık ayları arasında üç sayı devam eden Borazan adlı siyasal mizah dergisini çıkarmıştır. Sık sık kapatılan veya toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı dönemlerde günlük fıkra ve çesitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babialide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gibi gazetelerde yayımlayan Necip Fazıl, Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi takma isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde konferanslar verdi.
-KTU Türkçe Öğretmenliği-
Necip Fazıl, Sabır Taşı adlı oyunuyla 1947 yılında C.H.P. Piyes Yarışması Birincilik Ödülü'nü almış, doğumunun 75. yıldönümünde Kültür Bakanlığı'nca "Büyük Kültür Armağanı" ödülünü (1980) ve Türk Edebiyatı Vakfı'nca "Türkçenin Yaşayan En Büyük Şairi” ünvanını almıştır.
Necip Fazıl Kısakürek yazılarını yazmaya devam ederken uzun süren bir hastalık dönemi geçirdi ve sonra 25 Mayıs 1983'te Erenköy'deki evinde öldü. Fatih'te düzenlenen cenaze merasiminden sonra Eyüp sırtlarındaki (Piyer Loti'deki) kabristana defnedildi.
Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı10/5/2010Bâkî'nin Bir Gazelinin Şerhi
Gazel:
Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün
1. Nedür bu handeler bu işveler bu nâz u istiğna
    Nedür bu cilveler bu şîveler bu kâmet-i bâlâ
"Bu gülüşler, bu işveler, bu naz ve umursamazlık nedir? Bu kırıtmalar, bu edalar, bu uzun boy nedir?"
işve (a): Güzellerin naz ve edası.
şîve (f): Naz, eda, kırıtma; usul, kanun.
cilve (a): Görünme, kırıtma, naz, işve.
tevellî: Tann'nın zatının eşya ve yaratıklarında görünmesi; kader.
Beyitte çok şey söyler göründüğü halde Bâkî, sürekli aynı anlama gelen kelimeleri kullanarak yalnızca sevgilisinin naz ve edasının ne kadar çok olduğunu söylemek istemiş.
"Nedir?" sorusuyla istifham sanatı yapılmış. "Ne", "mi" soru ekiyle ve bir cevap almak üzere sorulan sorulara istifham-ı âdî denir ve sanat sayılmaz. Soru olumsuz şekliyle sorulursa istifham-ı inkârı adını alır. Başka dillerde kullanılan ve Türkçe'de Farsça'nın etkisiyle "mi" edatı kullanılmadan sorulan sorulara istifham-ı tavrî denir. Cevap beklemeden ve aslında cevabı belli olan sorularla söylenilmek istenen anlamı daha güzel ve güçlü söylemek amacıyla istifham sanatı yapılır. "Hastaya çorba sorulur mu? Âşık hiç sevgiliye canını vermez mi?" gibi.
Bâkî, beyitte "nedir?" sorusuyla "ne kadar güzel değil mi?" demek istemiş. Bununla da gülüşlerin, nazların, işve ve cilvelerin çok güzel olduğunu söylemek istiyor. Şair, böylece bildiği bir şeyi bilmezlikten gelerek ve cevap beklemeden sorarsa buna tecvahül-i ârifâne san'atı denir. İstifham ve tecahül birbirine çok yakın sanatlardır. Ufak bir ayrılığı, tecahülde ayrıca bir maksat aranmasıdır.
Beyitte "nedir?" ve "bu" kelimelerinin tekrarı ile de tekrîr san'atı yapılmış. Tekrîr anlamlı ve ahenkli olursa ve hoşa giderse hüsn-i tekrîr, anlamı zayıf olur, ahenge bir katkısı olmaz ve okuyucuya usanç verirse bun da kesret-i tekrar denir. Bu gereksiz bir tekrardır ve edebiyatta makbul sayılmaz.
2. Nedür bu ârız u hatt u nedür bu çeşm ü ebrûlar
    Nedür bu hâl-ı hindûlar nedür bu habbe-i sevdâ
"Bu yanak ve üzerindeki tüyler, bu gözler, bu kaşlar nedir? Bu Hindli benler, bu kara tane nedir?"
hindû (f): Hindli, kara, Zuhal gezegeni. Hintliler esmer olduklarından hindû, kara anlamında kullanılır. Zuhal gezegeni nahs-ı ekberdir. Bu gezegenin etkisinde doğanlar ahmak, câhil, cimri ve yalancı olurlar. Zuhal kara renge hâkimdir. Bu yüzden Zuhal ve hindû çok zaman birlikte kullanılır.
habbe (a): Yuvarlak dane.
habbe-i hadrâ: Çitlembik.
habbe-i sevdâ, habbetü's-sevdâ: Çörek otu, karabiber; gönül içindeki siyah nokta.
sevda (a) (esved müennesi): Çok kara.
sevda (a): Aşk, aşk hastalığı, melankoli.
İstifham ve tekrîr sanatları bu beyitte de sürdürülüyor.
Arız dışında beyitteki bütün sözler; hat, çeşm, ebru, hâl, hab­be-i sevda hep karadır. Karalık üzerine bir tenasüp yapılmış.
Sevda, kara ve aşk anlamlarında tevriyeli kullanılmış. Eskiden kalbin içinde gönül, gönlün içinde bir siyah nokta, süveyda olduğu düşünülürdü. Buna habbetü'1-kalb, habbetü'ş-sevdâ, esvedü'1-kalb, esvedü's-sevdâ denmiştir. Tanrı aşkını anlayan, aşkın tecellî ettiği nokta budur.
3. Nedür bu pîç pîç ü çîn çîn ü ham be-ham kâkül
    Nedür bu turralar bu halka halka zülf-i müşk-âsâ
"Bu kıvrım kıvrım, büklüm büklüm, bu kıvır kıvır kâkül nedir? Bu turralar, bu misk kokulu halka halka zülüfler nedir?"
kâkül (f): Alna dökülen halka halka saç, perçem.
turra (f): Alna dökülen halka halka saç.
zülf (f): Saç; yüzün iki yanında şakaklara dökülen saç, zülüf.
gîsû (f): Omuza dökülen saç.
gîsû-dâr: Saçlı. Gîsûdâr İbrahim Efendi: Saçlı İbrahim Ef. XVII. yüzyılda tanınmış bir Halvetî şeyhidir. Kuyruklu yıldızlara da gîsûdar denir.
Beyitte sevgilinin alnına ve şakaklara dökülen kıvrım kıvrım saçı anlatılıyor. İlk beyitte olduğu gibi, yine çok şey söylenmiş görünerek yalnız saçın kıvrım kıvrım olduğu söylenmiş. Ayrıca saçın misk kokulu olduğu da belirtilmiş. Sevgilinin saçı daima misk kokar.
Beyitte istifham ve tekrîr sanatları sürdürülüyor.
Ayrıca beyitte müşg kelimesi kullanıldığına göre çîn (^kıvrım) kelimesinin Çin ülkesi anlamına geldiği de hatırlatılıyor. Bu halde pîç, çîn, ham, kakül, turra, halka, zülf kelimeleriyle kıvrımlılık bakımından Tenâsüp yapılmış. Çîn kelimesinin tevriyeli kullanılmasıyla ülke anlamıyla, müşg kelimesiyle ilgi kurulmuş. Müşk Çin'den çıkar.
4. Miyânun rişte-i cân mı gümüş âyine mi sînen
    Benâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ  
"Belin can ipliği mi Göğsün gümüşten ayna mü Sanki kulağının memesi gül, küpen de gülün üzerindeki çiğ tanesidir."
rişte (f): İplik, tire; sıra, dizi; erişte denilen makarna. rişte-i cân: Can ipliği.
silk (a): İplik; değerli taş ve inci dizilen iplik; sıra, dizi; yol, meslek.
benâgûş (f) (bunâgûş, binâgûş): Kulak tozu, kulak memesi.
mengûş (f): Küpe. Gûş-vâr, gûş-vâre de küpe anlamındadır.
Beyit benzetmeler üzerine kurulmuştur: Sevgilinin beli can ipliğine, göğsü gümüş aynaya, kulak memesi güle ve kulağındaki küpesi de çiğ danesine teşbih edilmiş. Sevgilinin dudağı ve belinin çok ince, hayal gibi olduğu düşünülmüş ve bütün şairlerce ipliğe ve kıla benzetilmiştir. Göğsün beyazlığı ve saflığı yüzünden ayna olduğu mazmunu çok kullanılmıştır. Beyitte ayrıca kulak memesi, pembeliğinden dolayı güle, inci küpesi de çiğ danesine teşbih edilmiş. Çiğ donmuş su damlasıdır. İncinin de donmuş bir su damlası olduğu düşünülür.
Bâkî, eskiden beri görülen bu mazmunları sıralarken, ikinci mısrâda tersine çevirerek kullanmış. Önceleri hep gül bahçesindeki gül kulağa, çiğ danesi de inciye benzetilmiştir. Bâkî, eski mazmunları ters yönde çevirerek bir yenilik yapmış, daha sonra XVIII. yüzyılda bu tür değişiklikler çok yapılmıştır.
5. Vefâ ummaz cefâdan yüz çevirmez Bâkî âşıkdır
    Niyâz etmek ana cânâ yaraşur sana istiğnâ
"Ey sevgili! Bâkî âşıktır; senden vefa ummaz cefadan da yüz çevirmez. Yalvarıp yakarmak ona, sana da umursamazlık yaraşır."
vefâ (a): Sözünde durma, verdiği sözü yerine getirme, aşkta sadık olma.
istiğnâ (a) (gınâ'dan): İhtiyaçsızlık; tokgözlülük; ağırdan alma, nazlanma.
Aşık olanın sevgili cefasından yakınıp ondan yüz çevirmemesi olağandır. Sevgilide vefa olmaz. Sevgili vefasızdır, zalimdir. Bütün şairler sevgiliyi böyle anlar. Sevgililer müstağnîdir. Âşığın yanıp yakıldığını bildikleri halde bilmezlikten gelir; tegâfül gösterirler. Gerçek aşıkların da durmadan yalvarmaları olağandır. Âşık yalvarır sevgili ise yüz vermez. Bu aşkın ezeli kaidesidir; yani alışılan ve yaraşan, şiirde kullanılan da budur.

Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı3/3/2010Fuzûlî
Fuzûlî YAKARIŞ...

Ya Rab hemişe lutfunu kıl reh-nüma bana
Gösterme ol tariki ki yetmez sana bana
Kat' eyle aşinalığım andan ki gayrdır
Ancak öz aşinaların et aşina bana
Bir yerde sabit et kadem-i i'tibarımı
Ancak öz aşinaların et aşina bana
Yok bende bir amel sana şayeste ah eğer
A'malime göre vere adlin ceza bana
Havf ü hatada muztaribim var ümid kim
Lutfun vere beşaret-i afv-i ata bana
Ben bilmezem bana gereğin sen Hakim'sin
Men' eyle verme her ne gerekmez sana bana
Habs-i hevada koyma Fuzuli-sıfat esir
Ya Rab hidayet eyle tarik-i fena bana

GAZELİN AÇIKLAMASI
Tanrım! Lütfunu rehber kıl daima bana ve sakın sana ulaşmayan yolu bana gösterme!
Senden başka her şeyden dostluğumu kes benim; yalnızca kendi sevdiklerini sevdir bana! (Yalnız sana dost olan kişileri benim için dost kıl, sana dost olmayanlardan yolumu ayır.)
İtibar ayağımı öyle bir yerde sabitle ki, orada yalnızca dinin yol göstericisine (Hz. Muhammed'e) uyulsun, sadece onun yolundan gidilsin.
Yazık ki sana layık bir amelim yok benim. Eğer adaletin beni amelime göre cezalandıracak olursa benim vay halime!..
Hata ve buna bağlı korkular içinde kıvranıp duruyorum. Umarım, lütfun bana hatalarımın bağışlandığı müjdesini verir (yoksa halim haraptır.)
Ben bana tam olarak neyin gerektiğini bilemem.Hakim (her şeyi bilen Allah) sensin; bana gerekmeyeni bana verme!
Beni Fuzuli gibi heva (hevesler, istekler, ihtiraslar veya dünya ilgileri)
içinde hapis bırakma! Tanrım! Bana fena (Senin aşkında yok olma) yolunda kurtuluş nasip eyle (veya bu kötü gidişime bir hidayet nasip et!) (alıntı)


Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı21/12/2009SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI
SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhC durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

Yahya Kemal BEYATLI

            Biz bir şiirin tahlilini yaparken veya tahlilini yapmadan önce yazarların hayatını ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate almamız gerekmektedir. Şairin edebi anlayışında ve eserlerinin şekillenmesinde, üslubunun belirlenmesinde toplumun yapısı ve devrin özellikleri önemli ölçüde etkili olmuştur. Yani biz bir edebi eserde ortaya çıktığı devrin özelliklerini görebiliriz. Her edebi eser devrinin aynası durumundadır. Kurtuluş savaşı sırasında milli mücadeleyi kamçılayan, vatanseverlik ve kahramanlık şiirlerini ön planda görürken sonraki dönem şiirlerinde ise daha bireysel, aşk, sevgi gibi konuları ağırlıklı olarak görmekteyiz.
            Yukarıdaki açıklamalarımızın ışığında biz Türk şiirine damgasını vuran bir şair görüyoruz. Bu şair, devrinin sesi olma özelliğini bünyesinde barındıran Yahya Kemal Beyatlı’dır. Onda çocukluğunu yaşadığı Balkanlar, yaşadığı devir etkili olmuştur. Yahya Kemal, Türk şiirine halkın özlemlerine, geçmişini, tarihini, düşüncesini edebi bir üslupla aktarabilen yegane şairlerimizden biridir.
            Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinin ilk mısralarında bizi geçmişimize, tarihin tozlu sayfalarına götürür. Onun mısraları Osmanlı tarihi kokar. Bu şiir, biten bir rüyanın son şiiridir. Bu şiir Osmanlı Medeniyeti’nin şiiridir. Şiir bize geride kalan bir medeniyeti, mısralarıyla beynimize kazımıştır. Mısralar bir müzik eserinin nameleri gibi akmaktadır. Şiir ahenklidir, akıcıdır. Bir solukta okunan ve insanın ufkunu açan bir şaheserdir. Şiir bize ders veriyor. Şiir bu dersi bize klasik tarih dersleri gibi değil; edebi bir üslupla ve güçlü bir edebi dil kullanarak veriyor.
            Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiiriyle Yahya Kemal bizi geçmişten günümüze getirmektedir. Süleymaniye, sadece Mimar Sinan’ın değil bütün Türk Medeniyeti’nin eseridir. Yahya Kemal, yıkılan bir Osmanlı’nın, enkazın içinde Süleymaniye’yi, onun nezdinde Osmanlı milletini yüceltmiş, diriltmiştir. Yani ona göre Osmanlı enkaz haline gelmiş olabilir. Ama Osmanlı şuuru asla bir enkaz olmamış, bilakis yücelmiş ve devam etmiştir.
            Şiir, milli romantik duyuş tarzının Türk milleti bünyesinde oluşmasında etkili olmuştur. Filhakika toplumun düşüncelerine ışık tutmuş, kendi milli benliklerinin farkına varmasını sağlamıştır. Şiirde bütün Türklük düşüncesi, tarihi, dini, mimarisi ve sanatı ile Süleymaniye sembolünde toplanmıştır. Yahya Kemal’in her hareketi, her düşüncesi, her yolu milletine çıkmaktadır. Yahya Kemal her şeyi milleti açısından düşünen milli şairimizdir.
            “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” ifadesi, cümlesi bunu iyice açıklamaktadır.
            Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri sadece bir bayram namazının tasvirinden ibaret değildir. Şiir, Malazgirt Meydan Muharebesi’nden bu yana kadar Anadolu’da yaşamış bütün Türklerin sesi olan bir şiirdir. Yahya Kemal bu şiirinde Süleymaniye’yi seyreder. O abideyi seyreder, aktarır. Zihniyetinde zaman mekan değil, tarih vardır. O görünen tarihe yaklaşmış ve o tarihi işlemiştir. Bireyler o kadar önemli değildir. Önemli olan milli ruhtur. Şiirde hiçbir padişah ve kişi ön plana çıkmamıştır. Eseri yaptırmış olan Kanuni bile bu şiirde zikredilmemiştir. Söylediğimiz gibi şiirde bireyler değil, milli tarih asıl unsurdur.
            Süleymaniye serdarından askerine, mimarından işçisine kadar bir ortak ruhun el birliği ile ortaya koyduğu bir eser olarak görülmektedir. Malazgirt’ten günümüze kadar Anadolu üzerinde çeşitli devletler kurulsa da, çeşitli padişahlar gelip geçse de ruh birdir. Herkes aynıdır. Şair bu birliği bize ölümsüz eseriyle aktarmıştır.
            Şiirde din, birleştirici, toplayıcı bir unsur olarak ele alınmıştır. Şair bu duygu insanları Süleymaniye camisinde bir araya getirerek vurgulamıştır.
            “Dili biri gönlü bir, imanı bir insan yığını
            Görüyor varlığının bir yere toplandığını”
mısraları bunun ifadesidir.
            Millet “dili bir, gönlü bir insan yığını” olarak tarif ediliyor. Ayrıca Türk Milleti’nin tarihi ve milli bir özelliğine dikkat çekilmektedir. Türk Milleti ordu-millettir. Ama aynı zamanda sanat kabiliyeti olan, ince ruhlu, gönlü iman dolu bir millettir.
            “Ordu milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
            Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı”
            Sonuç olarak bu şiir Yahya Kemal’in değil, aziz Türk milletinin şiiridir. Büyük şairleri büyük ve ulvi yapan işte böyle eserler verebilmesidir. Ancak büyük şairler edebiyat önderliği yapabilirler. Yahya Kemal bir edebiyat önderidir. O, birçok edebiyatçıya kaynak olmuş ve önderlik etmiştir. Bunlardan en önemlisi A. Hamdi Tanpınar’dır.
            “O bozgunda fetih düşünen bir şairdir
            O biten bir rüyanın son şairidir”

BİÇİM İNCELEMESİ

            Şeyh Galip’le son sözünü söylediği kabul edilen Divan Edebiyatı’nın, Yenileşme Dönemi Türk edebiyatı üzerinde büyük etkisinin olduğu bilinen gerçektir. Yahya Kemal eski şiirin etkisinde kalmış ve bu etkileşim eserlerine de yansımıştır. Ama bu tamamen eski şiir etkisi altında eserler verdiği anlamında algılanmamalıdır. Onun bir ayağı eski şiirimizde, bir ayağı da Kendi Gök Kubbemiz’de yani yeni şiirimizdedir.
            Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde aruz veznini kullanmıştır. “Ok” şiiri dışında bütün şiirlerini aruz vezniyle yazmıştır.
   %
Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı

Hiç yorum yok: