dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

ANILARDA TEVFİK FİKRET


ANILARDAKİ FİKRET
                                                         
Özet
Yeni Türk Edebiyatı’nın en önemli  şahsiyetlerinden Tevfik Fikret
hakkında bilgi edinmek için başvurulacak kaynaklar arasında anı
kitaplarının ayrı bir yeri vardır. Söz konusu kitapları yazan edebiyatçılar,
Fikret’in öğrencisi veya arkadaşı olmuş kişilerdir. Yalnızca Yapısalcı bir
gözle bakılmadığı ve eserin  şahsiyetle doğrudan bağlantılı olduğu
düşünüldüğü takdirde bu anı kitapları da önem kazanmaktadır. Bu
çalışmada Fikret’ten bahseden edebiyatçıların anıları ele alınmıştır.
Anahtar Sözcükler:Tevfik Fikret, Servet-i Fünun, Anı
Abstract
Tevfik Fikret is an important figure to New Turkish Literature.  To
understand his works and his personality we need secondary sources,
just like memoires.Some literary memoires gives us interesting details
about Fikret and literary history.İn this paper, we tried to display those
details.
Keywords: Tevfik Fikret, Servet-i Fünun, Memoires
  Türk edebiyatının, üzerinde çok sayıda polemik yapılmış olan ünlü
şairi Tevfik Fikret’in hayatı, kişiliği ve alışkanlıkları hakkında Ruşen
Eşref’in  Tevfik Fikret-Hayatına Dair Hatıralar (Kütüphane-i
Sudi,1919) adlı kitabından geniş bilgi edinmek mümkündür. Biz bu
yazıda Fikret’in öğrencisi de olmuş olan Ruşen Eşref dışındaki
edebiyatçıların anılarında Fikret’in nasıl yansıtıldığını incelemeye
çalışacağız. Söz konusu anılardan Servet-i Fünun üyelerine ve
özellikle o dönemde Fikret’i tanımış olan edebiyatçılara ait olanlarını
bir başlık altında topladık.Bu topluluğun dışındaki edebiyatçıların
anılarına da ayrı ayrı yer vereceğiz.  
1. Servet-i Fünûncuların Gözüyle Fikret
 Fikret’in Kişiliği:
Fikret’i yakından tanımış, onunla pek çok ortak anısı olan
edebiyatçılardan biri Halit Ziya’dır. Fikret’le birlikte Servet-i Fünûn
devrine damgasını vurmuş olan Halit Ziya, anılarında sık sık ondan
bahseder.1Halit Ziya’ya Fikret’ten ilk bahseden Hüseyin Siret(Özsever), daha sonra da Ahmet Hikmet’tir.2
 Halit Ziya, Fikret’ten
«sanat alınyazımın edebiyat hayatlarına en çok bağlı olacağı» iki
kişiden biri  şeklinde bahseder. Fikret’le daha tanışmamıştır ama
sanki onun ismi Halit Ziya’yı ürkütür. Bu yüzden tanışmayı da
geciktirir. Bu gecikmede, belki de Fikret’in yanında kendini
küçülmüş hissetme korkusunun payı olabileceğini söyler. Zaten
daha tanışmadan Fikret hakkında anlatılanlar onu büyülemiştir.
Tanıştığı zaman ise, onun fizikî görünüşünden de etkilenir.
Bir başka yerde Uşaklıgil, Fikret’i şöyle tanımlayacaktır:
«İstanbul’dan çıkmamış, Galatasarayın dört dıvarı arasında
mübhem emeller besledikten sonra hayata çıkınca onu hayalinden o
kadar uzak görmüştü ki Babıalide ciğerlerine muvafık bir hava
bulamayarak boğulacağına hükmetmiş, bir maden kuyusunda
müsemmim bir hava yutmuş gibi kendisini dışarıya atarak, biraz
sersem, biraz  şaşkın, bu memlekette nasıl yaşayabileceğinde
mütehayyir, sarfedilmeğe vesile bulunmayan zengin kuvvetlerini
habsede ede dolaşıyordu; bütün rü’yet afakı, mektebin hakikate
varamıyacak emelleriyle memleketin her ümidi gırtlağından tutup
sıkan idaresinin arasında bir karanlık köşeden ibaretti.  »3
Halit Ziya, Fikret’i böyle tasvir ettikten sonra onun  Servet-i
Fünûn müdürlüğünü de «avunulacak bir eğlence çeşidinden»
kabullendiğini söyler. Bu iki isim, o dönemde sanat anlayışlarının
yakınlığından dolayı değil, kendi dönemlerinde cari olan zulme ve
baskıya(II.Abülhamit’e) duydukları nefretten dolayı aynı dergide yer
alırlar. Bunun vurgulanması da ilginçtir. Aynı estetik bakış açısının
romanda ve  şiirde temsilcileri olarak genel kabul gören bu
edebiyatçılardan H.Ziya, sanattaki tavrını Fikret’inkiyle aynı çizgide
görmez.İkisinin bir diğer ortak özelliği de, manevî açlıklarını Doğuda
değil, Batıda gidermeleri olur.
Halit Ziya, o dönemde en az tenkit edilen üyelerinin Fikret
olduğunu belirtir. Buna rağmen en çok öfkelenen de yine o
olmaktadır. Fikret, arkadaşlarının başarısıyla çok sevinen, onların
yazılarını kendinden geçerek okuyan bir yapıdadır. Servet-i Fünûn
düşmanları Fikret’i pek eleştiremezler. Çünkü ondan korkarlar,
onun edebiyattaki yerinin sağlamlığını da bilirler. Üstelik kusursuz
şahsiyetinde eleştirilecek nokta da bulamazlar.
Fikret, insanları hiç bir zaman oldukları gibi kabul etmez.
Her zaman, herkese dargın, her şeyden bezgin bir ruh hali içindedir.
Kentten uzaklaşma gereğini hissettiğinde, «hiçlerden mürekkeb bir
                                                                                                                                   
sanat ve zevk yuvası yaptığı» köşesine çekilir.
Servet-i Fünûn döneminde Fikret’le beraber aynı ortamlarda
bulunup onunla arkadaş olmuş bir başka isim de H. Nazım takma
adlı Ahmet Reşit Rey’dir. Ahmet Reşit anılarında4
Servet-i Fünûn’a
Ahmet İhsan’la olan yakın dostluğu sayesinde yazmaya başladığını
söyler. Fikret derginin yönetimine geldikten sonra «ciddî bir
merhale»nin ilk adımları atılır. Eski edebiyat taraftarlarının
saldırılarına çoğu kez dergideki bir ‘musahabe-i edebiye’ ile Fikret
cevap verir.
Ahmet Reşit Fikret için şunları söyler: «Vakıa Tevfik Fikret de
nefsine mağrur ve seriül-infialdi.  İstişare odasındaki vazifesini bu
sebeple terketmiş, o meraretle mesaisini edebiyata vermiş; padişahı
da - hususile pederinin tağribinden sonra daima mültehip olan- kin
ve nefretine hedef etmişti. Bu cihetle sarayda kâtiplik etmekten
başka cürmü olmayan bizlere de ara sıra nîş-i tehekkümünü
uzatmaktan çekinmezdi.»
Anılarında Tevfik Fikret için özel bir bölüm de ayırmış olan
Ahmet Reşit, bu sayfalarda Fikret’in hem mizacını hem sanatını
analiz eder. Ona göre Fikret; talâkatle fesahati kendinde toplamış
hoşsohbet birisidir. Karşısındaki insanı büyüleyen bir ifadeye
sahiptir. Ancak zaman geçtikçe mizacı kötümserliğe doğru yol alır.
Fikret Galatasaray’daki görevinden ayrılınca onun bıraktığı
edebiyat derslerini üzerine alması için Süleyman Nesip, Ahmet
Reşit’e ısrar eder. Ahmet Reşit, Fikret’i gücendirmemek için bu teklifi
geri çevirir. Ancak daha sonra Fikret’in de rızası alınır ve öylece
göreve başlar. Ahmet Reşit, Fikret’ten son olarak bahsettiği
sayfalarda Halit Ziya’nın Kırk Yıl’ındaki bazı sözlere itiraz eder. Halit
Ziya’nın, Fikret için kullandığı «dört duvar arasında müphem
emeller» ifadesini anlayamadığını söyler. Halit Ziya’nın, Fikret’in
manevî cephesini tasvir etmekten uzak kaldığını belirtir.
Servet-i Fünûn dergisinin kurucusu Ahmet İhsan Tokgöz de
anılarında Fikret’ten bahseder.5
 1896 yılının kışında Recaizâde
Ekrem, yanında «bakışı çok kuvvetli, iri vücutlu, pek sevimli çehreli
bir delikanlıyla birlikte» Servet-i Fünûn’a gelir. Bu delikanlı Fikret’tir.
Ekrem Bey, Fikret’i Ahmet İhsan’a göstererek şöyle der: «- Size Tevfik
Fikret Bey’i getirdim. Kendisi benim çok sevdiğim müstait bir
gençtir. Mektep  filan gibi bazı mecmualarda eserleri de çıktı. Ama
ben istiyorum ki, Tevfik Fikret Bey, Servet-i Fünûn’un olsun!» Hemen
karar verilir ve Fikret, derginin yayın politikası konusunda tam
                                                       
yetkili kılınır. Ahmet  İhsan da diğer edebiyatçılar gibi Fikret’in
ruhundan, görünüşünden etkilenir. Fikret, dergideki yazar ve
şairlerin hepsinden daha seçkin ruhlu, etkileyici bakışlı biridir.
Giyinişine dikkat eder, sesi etkilidir, yazısı inci gibidir. Güzel
sanatlara tutkundur. Zarif  şeylerden hoşlanır. Resimden çok iyi
anlar  ve  resim  de  yapar.  Melek  gibi  temizdir  ve  manevî  lekelerden
kaçar. Namusla, onurla uyuşmayan her hareket, onun gözünde
mahkûmdur.
Sigara içmez, içki de kullanmaz. Gençlik eğlenceleriyle başı
hiç hoş olmamıştır. Kendisini çocuğuna ve eşine adar. Bütün Serveti Fünûn ailesi, onun yanında kendini küçük görür. O «ilahi ve çok
adil bir hâkim» gibidir. Herkes, onun ufak bir eleştirisine hedef
olmak korkusuyla titrer. Onun ilkeleri, hayatın esnekliği karşısında
bükülmez. Bu nedenle, çok az arkadaşı olur. Ahmet İhsan’a da ara
sıra küser. Padişahın Recaizâde Ekrem’in maaşına zam yapmasını
hazmedemez. Nitekim kendisi  İstişare Odası’ndan gelen aylıkları
kabul etmez. Ancak Sadrazam, Fikret’i çok sevdiği için, onun bu
davranışını yönetimden gizler.6
Fikret’in sohbetlerinde bulunmuş, onunla arkadaşlık etmiş
başka bir edebiyatçı aynı zamanda dil uzmanı olan Hüseyin Kâzım
Kadri’dir. O da anılarında birkaç sayfayla Fikret’e yer verir.7
 Tevfik
Fikret’le tanıştıktan sonra yeni bir âleme girmiş gibi olan Hüseyin
Kâzım, gökte aradığı mürşidi yerde bulduğunu söyler. Fikret’in her
sözü, her hali hatta alay ve eleştirileri bile onun için bir ders gibidir.
Aradığı huzura, Fikret’i tanıdıktan sonra erer.
Fikret için Manisa’yı görmeye giden Hüseyin Cahit Yalçın da
anılarında ona geniş yer ayırır.8
 Hüseyin Cahit, Fikret’i  Servet-i
Fünûn’dan önce sadece bir şiiriyle tanıdığını kaydeder. Bu da Mirsad
gazetesinde birincilik kazanan tevhididir. Fikret’in onda bıraktığı ilk
izlenim, güven ve sevgi aşılayan bir şahsiyet oluşudur.
Hüseyin Cahit’e göre bu topluluk içinde en göze çarpanı
Tevfik Fikret’tir. O hangi  ortamda bulunsa, yetkinliğini, farklılığını
kabul ettirecek birisidir. Hatta ezici bir kimliğe sahiptir. Hüseyin
Cahit ona eski zamanlarda yaşamış bir peygamber gözüyle bakar.
Fikret için «yaşayan bir ideal idi.» der.9
 Fikret de insanlardan dinî
sakınmaya benzer bir  şekilde titiz bir hayat yaşamalarını ister. Bu
noktada hiç hoşgörü göstermez. Bu tip eleştirilerinin yanında tatlı
diliyle de insanların kalbini kazanır. Etrafina ilkeli yaşamayı
                                                       
öğütlediği gibi kendisi de ilkeli yaşar. Dergideki arkadaşlarının edebî
kudretini hep kendinden üstün görür. Arkadaşlarının yazılarını
okumaktan zevk duyar. Hele yazı başarılı ise, kendi başarılı olmuş
gibi sevinir.
Zaman geçtikçe dergiye (Servet-i Fünûn) ülke yönetiminden
baskı ve yasaklamalar gelmeye başlar. Bu baskılardan bunalan dergi
çevresindeki edebiyatçılar, sık sık bir araya gelip piknikler yapar,
sohbet eder. Ancak Fikret’in çok sıkıldığı bellidir. Yine böyle bir
geziden sandalla dönerlerken, bir  şilebin kendi sandallarına
çarpması son anda önlenir. Fikret  şöyle der: «Ah, ne olurdu bizi
çiğneyip ezmiş, batırıp boğmuş olsaydı. Şu dakkada herşey silinmiş
olurdu; dünya bize karşı, biz dünyaya karşı... Ne o, ne de biz hiç
kaybetmiş olmazdık, tam tersine.»10
Sigara içmeyen, içkiden uzak duran Fikret, çok güzel  şiir
okur. Her zaman, ağırbaşlı olmasına rağmen konu Abdülhamit’e ve
onun baskılarına gelince kendini tutamaz, coşar. Ruhî yaşantısına
dikkat ettiği kadar bedenine de dikkat eder. Bir atlet kadar
sağlamdır. Bir keresinde bir omzuna Hüseyin Cahit’i diğerine
Mehmet Rauf’u alarak uzun süre dolaştırdığını yine Hüseyin Cahit
yazar. Bir başka gece mehtabın güzelliğinden bahsettiğinde Fikret
ona çok kızar. Çünkü o gün Abdülhamit’in tahta çıktığı gündür(31
Ağustos). Fikret, böyle bir günde tabiatın güzelliğini fark edebilen
Hüseyin Cahit’in bu hatasını hemen yüzüne vurur. Kendisi böyle bir
gecede, evinde ışık yakmayı bile vatanseverliğe aykırı bulur. Bu tip
iğnelemelerinden en sevdikleri bile paylarını alır.
Fikret aile hayatına çok bağlıdır. Tüm hayatını  eşine ve
çocuğuna verir. Bununla beraber onun da hayatından, Hüseyin
Cahit’in deyimiyle «günah değilse de bir günah gölgesi» geçer. Bunun
meyvaları Birinci Tesadüf, İkinci Tesadüf gibi şiirlerdir.
Buraya kadar andığımız edebiyatçılar dışında bir isim daha
vardır ki o da Fikret’in yakınında bulunan, Servet-i Fünûn
döneminde eserler yazan Mehmet Rauf’tur.11
 Mehmet Rauf, Fikret’le
tanışmadan önce onun ‘musahabe-i edebîye’lerini ve şiirlerini okur.
Yazılarını biraz ‘iptidâi’,  şiirlerini de Cenap  Şehabettin’e kıyasla
sönük bulur. Tanıştıktan sonra Fikret, kendisine çok samimî
davranır. Her gün, derginin yazıhanesinde buluşurlar. Fikret
sabahtan akşama kadar buradadır ve gelen ziyaretçileri bir misafir
gibi ağırlar. Servet-i Fünûn üyeleri arasında Recaizâde Ekrem’den en
çok etkilenenler, Mehmet Rauf’a göre, Fikret ve Hüseyin Siret’tir.
Fikret, Recaizade’ye adetâ tapar. Her pazar onu görmeye gider. Bu
 sevgi ve saygısını da etrafındakilere aşılar.
Mehmet Rauf, Rübâb-ı Şikeste’nin yayınlanışı münasebetiyle
yazdığı bir yazıda tanıdığı Fikret’i şöyle anlatır:
«En ehemmiyetsiz kederlerinize bile candan öyle bir merak
edişi, teselli ve tedavî için o kadar âteşîn bir natukluğu vardır ki,
sizin cerîhalarımıza böyle cidden iştirak eden bu adama karşı ilk
hareketiniz hürmet ve muhabbet olur. (...) Fikret için edebiyat
«yüksek sesle düşünmek»ten, hayatı «yazı ile yaşamak»tan başka bir
şey değildir; o hayatını da bir  şiir haline koymuş olduğundan
edebiyatta ne ise hayatta da odur.»
Mehmet Rauf’a göre Fikret, bedbin olamayacak kadar mutlu
ve muntazam bir duygusal hayat sürer. Bu mutluluğunu ise
yalnızca bir ses bozabilir: Çeşitli sorunlarla boğuşan insanlığın sesi.
Böyle durumlarda bütün bir insanlık onun ailesi olur. Ahlakî ve
vicdâni konularda yavrusu alınmaya çalışılan bir aslan gibi olur.
Fikret,  büyük bir buluşçudur. Bir estet bakışıyla, gezdiği
yerleri, yosunlu bir kayayı, gündelik hayatta kullandığımız eşyaları
bile hayal gücüyle öyle süsler ki etrafındakileri şaşırtır.
Servet-i Fünűn döneminde son olarak A. Nadir takma adlı Ali
Ekrem (Bolayır)’ın anılarına yer vereceğiz.12
Ali Ekrem anılarında “benim bildiğime göre” kaydını vererek,
aşağıdaki dörtlüğün, Fikret’in yayınlanmış ilk şiiri olduğunu belirtir.
Ne rütbe-i dil-nişîn ise çemende nağme-i hezâr,
Ne mertebe lâtîf ise baharda şükűfe-zâr
Bahâra karşı söylenen bu şiirler de öyledir,
Lâtîf ü dil-nişîn olan bu şi’r-i ter de bir bahâr!13
Bu dörtlük  Mirsad dergisinde  İsmail Safa’nın kısa bir
övgüsüyle yayınlanır. Fikret’in meşhur Tevhid’i de yayınlandıktan
sonra, artık  Mirsad’a yazı yazanlar bu genç  şairle tanışmak ister.
Ancak bu şair, Ali Ekrem’in tabiriyle “merdümgirîz” bir delikanlıdır.
Onun nasıl çağırılacağını yine Ali Ekrem bulur. Hüseyin Kâzım
aracılığıyla Fikret’e haber gönderilir ve o akşam toplanıldığında
Namık Kemal’in Celâl’i ve basılmamış şiirlerinin okunacağı söylenir.
Ali Ekrem de daha önceki edebiyatçılarda görüldüğü gibi ilk
bakışta Fikret’ten etkilenir. Fikret’in, kalbi büyüleyen bir yüzü,
                                                       
gözlerinde zekâ pırıltısı ve alnında bir ciddiyet anlamı vardır.
Davranışları samimîdir.  İnsana hemen hürmet duygusu aşılar.
Gayet mütevâzı, naziktir. Ama bunlarda da hiçbir yapmacıklık eseri
yoktur. “Onu görmek, onu sevmek demektir.”14
Celâl’den okunan
parçalarla birlikte Ali Ekrem, Fikret’in çok etkilendiğini âdetâ
kendinden geçtiğini görür. Zaten bir süre sonra odadaki herkes,
eserin etkisiyle hüngür hüngür ağlamaya başlar. Öyle ki Ali Ekrem,
bir aralık Fikret’in yere yığılıvereceğini zanneder. Ama biraz sonra
kendini toplayan Fikret “Okuyalım, okuyalım” der. O gün sabaha
kadar Namık Kemâl’in  şiirleri okunur. Ali Ekrem, Fikret’in  şiir
okuyuşunu da över ve Namık Kemâl’den sonra Tevfik Fikret kadar
güzel  şiir okuyan birini görmediğini söyler. Fikret, Ali Ekrem’de
bulunan ve Namık Kemâl’in şiirlerinin yazılı olduğu buruşuk defteri
görünce şöyle der: “Aman efendim, bu nedir? Kemâl’in şiirleri böyle
perişan bırakılır mı? Müsaade buyurursanız ben onları hem
okuyayım, hem hepsini bir güzel defterde yazayım.” Daha sonra
söylediğini yapar ve defterin sonuna da şu dörtlüğü yazar.
Tebyîze muvaffak oldu hâmem
Eş’âr-i Kemâl’i müftehirdir.
Bir beytini yazmak ol edîbin
Bin beyt okumakla bence birdir.15
Ali Ekrem, babası için yapılan türbenin planını da Fikret’in
çizdiğini söyler. Ona göre Fikret’in hayatı, “şakraklık ve hırçınlık”
olarak iki bölüme ayrılır. Fikret mutluyken, Ali Ekrem’in deyişiyle,
onun kadar “alaycı, sarakacı” bir insan olamaz diye düşündürtür.
Böyle olduğu zamanlarda da etrafındakileri iğnelemekten, bu amaçla
nükteler yapmaktan büyük keyif duyar. Etrafındakiler de ona
karşılık vermeye çalışır ama yetişmek mümkün değildir. Fikret’in
taşlamalarını şaheser olarak niteleyen Halit Ziya gibi Ali Ekrem de
söz konusu iğnelemeler için “dürr-i şehvâr” tabirini kullanır.
Bir gün gelir ve artık Fikret’in  şen-şakrak zamanları sona
erer. Ali Ekrem, bunun nedenini bulamaz. Fikret’in “açılan,
söyleyen, dertlerini sayıp döken bir fıtrat”16
 olmadığını söylemekle
yetinir. Yine de bir neden olarak, ülkenin kötüye gidişinin ve gün
geçtikçe  şiddetlenen istibdadın bu  şairi olumsuz yönde etkilediğini
belirtir. Öyle ki Meşrutiyet’in ilânı bile onda ancak küçük bir umut
hâsıl eder. Ali Ekrem’e göre Fikret’in erken ölümündeki etkenlerden
biri de onun bu yöndeki üzüntüleridir. Özel hayatında da mutlu
                                                       
olamayan Fikret, maddî açıdan rahat bir hayat süremez. Babasının
himayesi yerine, kişisel yetenekleriyle yükselmeyi düşünürken hayal
kırıklığına uğrar. Sonunda “pek huysuz, gayet hırçın” birisi olur.
Buna mukabil onu tanıyanlar, ona karşı, târizlerine karşı
tahammüllüdürler. Ahmet Reşit’in anlattığı sarayda kâtiplik olayını
ve Fikret’in bu konudaki öfkesini Ali Ekrem de nakleder. Kendisi
sükûtla dinler Fikret’i. Fikret ise Ali Ekrem’le konuşması bitince
onun yanındaki bir şahsa dönerek şöyle der: “Ya siz, ya siz? Niçin bu
kadar fazl ü kemâlinizle sükût edip duruyorsunuz? Niçin milleti
uyandırmıyorsunuz? Sizin ilm ü irfânınız ne işe yarar bilmem ki
dünyada niçin yaşarsınız?...” Bu şahıs sessizce dinlerken bir fırtına
kopacağını anlayan Ali Ekrem,  dışarı  çıkar. Fikret arkalarından
bağırır: “Ya, işte böyle kaçarsınız, doğru sözü dinleyemezsiniz! Ben
bu dünyada yalnızım bilirim. Lâkin yalnız yaşayacağım ve
geberinceye kadar yalnız bağıracağım.”17
 Hastalığının ağırlaştığı
günlerde de  şu sözleri söyleyecektir: “Ekrem, vallahi senin de,
hepinizin de hakkınız varmış: Ben kendimi beyhûde öldürüp
duruyorum. Sanki ben vatan vatan diye bağırıp duruyorum da ne
oluyor. Vatan Yerebatan olup gidiyor. Ben de orada mahvoluyorum.”
Yine bu günlerde yanına gelen Ali Ekrem’e, çocuk  şiirleri
yazdığını söyleyen Fikret, Şermin’i yazış nedenini de açıklar. Bunun
nedeni parasızlıktır. Ali Ekrem’e bir anlamda vasiyette bulunarak
şöyle konuşur: “Ekrem, bir gün gelir de Tevfik Fikret Şermin kadar
âdî bir eseri nasıl yazmış derlerse öleceğime yakın hekim, ilâç parası
tedâriki için hasta hasta, icbâar-ı tabîatle yazdığımı söylersin ve
bîçâre kardeşin Fikret’i sen müdâfaa edersin!”18
 Ali Ekrem, son ziyaretinde de Fikret’ten, artık siyasî olaylara
tamamen kayıtsız kalacağına, yalnızca edebiyatla meşgul olacağına
dair sözler işiterek Aşiyan’dan ayrılır.
 Fikret’in Sanatı
Servet-i Fünun’un en önemli isimlerinden Halit Ziya’nın
şiirde tercihi, Fikret’le tanışana kadar Cenap Şehabettin’dir. Fikret’in
çok az okuduğu kanısında  olan  Halit  Ziya  bu  yüzden  onun  sanat
gücünü bir mucize olarak nitelendirir.Sık sık Cenap  Şehabettin’le
Fikret’i ortak olarak analiz edici cümleler yazan Halit Ziya, bu iki
şairin Türkçe’ye yüzyıllardır görmediği bir müzikalite kazandırdığı
inancındadır. Onlar, nazmı belli kalıplardan kurtarmışlar, aruzu
Türkçe’ye mükemmel bir  şekilde uyarlamışlardır. Halit Ziya,
Fikret’in Cenap Şehabettin için «Sahib-i Zuhur» dediğini de belirtir.
Halit Ziya, anılarında son kez Fikret’ten bahsederken, diğer birçok
                                                       
arkadaşının gazete yazarı olmasına karşın onun hiçbir zaman ve
şekilde gazete yazarlığına yanaşmayıp köşesine çekildiğini belirtir.
Ahmet Reşit’e göre ise Fikret, Servet-i Fünûn edebiyatının
temel taşıdır. Edebiyatımızın gelişimine olan katkıları çok büyüktür.
Onun en câzip özelliği ise üslubudur. Konuları geniş değildir ama
üslubu sayesinde yapmak istediği tesiri elde eder. Mizacındaki
kötümserliğe gidişin delili de Rübâb-ı Şikeste’den Haluk’un Defteri’ne
gelindiği zaman anlaşılır. Burada Ahmet Reşit, sözlerine kanıt olarak
Fikret’in iki  şiirini verir: La Dans Serpantin ve Ceza-yi Mensiyet.
Birincisi onun olumlu düşündüğü, umutlu döneminin, ikincisi ise
karamsar ve kötümser döneminin ürünüdür.19
 Hüseyin Cahit’e göre,
Fikret’in Arapça ve Acemce’ye düşkünlüğü malumatfüruşluk
arzusundan veya Arap ve Acem taklitçiliğinden ileri gelmez.
Sanatkârâne yazmak, güzel bir üslup yaratmak isteği onu böyle bir
yola sevk etmiştir.
Mehmet Rauf’a göre, Fikret kadar az okuyan bir başka şairin
varlığı şüphelidir. Fikret’in kütüphanesindeki Fransızca eserlerin
dökümünü de Mehmet Rauf şöyle verir: François Coppée’nin ve A.de
Musset’nin muhtemelen resimleri için alınmış birer piyesi, Madame
Bovary ve birkaç tane bilinen dergi. Fikret,  Madame Bovary’yi
ahlâka aykırı bulduğu için yarıda bıraktığını da sık sık söyler.
Coppée’yi de biraz tanır. Bu «ilkel vukufu»nu sonraları diğer Servet-i
Fünûn yazarlarının Batı edebiyatı üzerine yazdığı yazılarla genişletir.
Bu yazıları imlâ ve noktalama açısından tashih etmek için okuyan
Fikret’in itirazları hiçbir zaman içerik hakkında olmaz. «Fikret her
halinde  şairdir; sözünde, hareketinde, dostluğunda, ailesinde, her
halinde  şairdir, yanında bulunup sözlerini dinleyen bir  şiirini
okuyorum zanneder. (...) Onu en ziyade meftun bırakan renk ve
şekildir, o sebepledir ki eserlerinde ne kadar  şiir varsa o kadar da
resim vardır.»20
Her konuda isteklidir ama yazdığı şiirlere hep su-i zanla
bakar. Yazdıktan sonra onları haftalarca görmek istemez. Rübâb-ı
Şikeste’nin bir kitap haline gelmesi için defalarca karar vermiş,
sonra vazgeçmiştir. Eserleri hakkında en büyük endişesi, onların
okunuş şekilleridir. Fikret,  şiirlerinin ciddî  şiir isteklilerini hayal
kırıklığına uğratacağından korkar. Çünkü onun şiirleri ancak kendi
okuyuşuyla ideal zevki verecektir. Bu yüzden sürekli, şiirleri için «Ah
ben okusam, hepsini kurtarırım...» diye hayıflanır.  Servet-i Fünûn
şairlerinin  şiirlerini de, onların ruhuna en uygun okuyan
Fikret’tir.En büyük  şikâyeti de uzun bir eser, bir tiyatro yahut
manzum bir hikâye yazamamaktır. Yazdıklarını hiçbir zaman,
                                                       
önceden tasarlamadığını, çoğu kez sonunun ne olduğunu bilmeden,
kafiyelerin yardımıyla yazdığını söyler.
Ali Ekrem’e göre ise Fikret, «büyük şair değil, büyük artisttir.
Lisân-ı nazmı son merhale-i kemâline îsâl etmiştir. Ya Hâmid’de
Fikret’in kudret-i nazmı, ya Fikret’te Hâmid’in dehâ-yı şi’ri olsaydı
bizim de bir Victor Hugo’muz olurdu.»21
Ali Ekrem, İsmail Safa’nın Mirsad’ı yayınlamasını ve burada
Fikret’i himaye etmesini, Servet-i Fünûn’un temelini teşkil eden bir
olay olarak görür.O devirde İsmail Safa, Fikret’in şiirlerini Mirsad’da
yayınlarken bir de o şiirlerin altına birkaç övücü söz ekler.
Daha sonra Ali Ekrem ve Fikret, Mâlûmât dergisinde birlikte
çalışırlar. Bu derginin baş yazarlığını Fikret’e teklif eden aracı kişi de
Ali Ekrem’dir. Fikret de genel karakterinin bir göstergesi olarak, bu
işi, ancak yazı  işlerine hiç kimsenin müdahale etmemesi  şartıyla
kabul eder. Fikret bu dergiye başyazar olur. Ancak dergi yirmi dört
sayı çıktıktan sonra kapanır.
 Ortak Servet-i Fünûn Çalışmaları
Servet-i Fünûn döneminde, büyük edebiyatçılar sık sık
Fikret’in evinde toplanır. Fikret, konuklarını ağırlamakta çok titizdir.
Sohbetinin tatlılığıyla, konuklarını rahatlatır. Halit Ziya, onun
konuşmasından hayranlıkla bahseder. Bu sohbetlerde Fikret, dönüp
dolaşıp daima ‘zamanın kötülüklerine’ gelir. O zaman da tam
anlamıyla coşar ve konuşması bir nutuk havasına bürünür. Bu
toplantılarda bulunanların halini Halit Ziya,  şeyhinin (Fikret)
etrafında toplanan müritlerin haline benzetir.
Fikret, Hüseyin Cahit’in  Hayal  İçinde adlı romanının
müsveddelerinin okunması için bir toplantı tertipler. Arkadaşlarının
yazıları karşısında en büyük neşeyi gösteren Fikret, bu toplantıyı
törensel bir olaya çevirir. Bununla birlikte o, kendi yazdıklarından
hiç memnun olmayan birisidir.
Ahmet Reşit de Servet-i Fünûn günlerinden  şu iki olayı
aktarır: Bir gün Ali Ekrem Fikret’e gücenik bir halde Ahmet Reşit’e
gelir. Sebep, Fikret’in Ali Ekrem’in bir eseri üzerinde oynama
yapmasıdır. Ali Ekrem artık dergide yazmayacağını söyler. Ahmet
Reşit, topluluğun dağılmaması için bazı sözler söyleyince de Ali
Ekrem  şöyle konuşur: «Bize, sarayda kâtip olduğumuzdan dolayı
levm eden Tevfik Fikret’i tutmak için beni reddediyorsun.»
Ahmet Reşit bir gün  Servet-i Fünûn’a bir  şiir getirir. Fikret,
şiirdeki «âguşte» kelimesini beğenmediğini söyleyince Cenap
                                                       
Şehabettin «Böyle softa taassubunu bırakalım» der. Fikret de itaatle
bu sözü kabul eder. Ahmet Reşit’e göre Fikret, Cenap Şehabettin’e
hayrandır. O dönemde bütün dergi çalışanlarının sarayca
ödüllendirilmesi furyası başlar. Ahmet  İhsan’ın dergisine gelene
kadar  İkdam,  Malumat gibi pek çok dergi çalışanı ödüllendirilir.
Ahmet  İhsan da ödüllendirecekler listesi yaparak saraya gönderir.
Ama bu listede Fikret gibi hassas yazar ve  şairler yoktur.
Matbaadaki mürettipler, kâtipler, hamallar vardır. Sonunda onlar da
ödüllendirilir. Ama Fikret, bu fakir insanların sevinmesi uğruna bile
olsa saraydan böyle bir  şey istediği için uzun süre Ahmet  İhsan’a
dargın kalır. Ahmet İhsan; her ay babasından kendisine on beş altın
harçlık gelen ve Aksaray’da mükemmel bir konakta yaşayan Fikret,
böyle iyi bir durumda olmasaydı bu tip “mübalağalı meyillerinde”
yine  ısrar eder miydi diye kendisine sorar. Ancak bu soruya da
cevap veremediğini söyler.22
Servet-i Fünûn’a yazmaya başladığı ilk dönemlerde bununla
yetinmek istemeyen Hüseyin Cahit ise, Ahmet Şuayp, Mehmet Rauf
gibi arkadaşlarıyla birlikte  Yeni Mecmua adında bir dergi çıkarma
kararı alır.  İlk sayı için - yazılar da dahil – her  şey tamamlanır.
Derginin logosunu Fikret hazırlar. Ancak saraydan gelen emirle Yeni
Mecmua’nın çıkışı yasaklanır.23

Servet-i Fünûn’a karşılıksız yazı veren edebiyatçılar için
Ahmet İhsan’dan seksen kuruş haftalık alan Fikret bu parayı dergi
yazarlarına eşit olarak dağıtır.
Hüseyin Cahit’e göre Fikret, dergiye gelen hiçbir esere
karışmaz.  Onun çok titiz olduğu konu imlâdır. Bütün müsveddeleri
okur ve yazım hatalarını düzeltir. Servet’i Fünûn’un odak noktası
Fikret’tir. Dergi üyeleri haftada bir kez onun Aksaray’daki evinde
toplanır.
Fikret, Servet-i Fünûn dergisine yazmayı bıraktığında Hüseyin
Cahit’ten derginin başına geçmesini ister. Hüseyin Cahit, bu teklifi
kabul ederse kendisine kırılmayacağına dair Fikret’ten yeminle
güvence alır. Ancak bir süre sonra korktuğu başına gelir. Kendi
teklif etmesine ve kırılmayacağına dair yemin etmesine rağmen
Fikret, Hüseyin Cahit’e darılır.
Mehmet Rauf’tan önce adlarını andığımız edebiyatçılar
ittifakla, Fikret’in gençleri cesaretlendirdiğini, onların eserleriyle
sevinç duyduğunu kaydediyorlardı. Ancak Mehmet Rauf’a göre
Fikret, onun ve Hüseyin Cahit’in başarılarını «derin bir ezâ-yı ruh»
ile takip eder. Sanki Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit’in kendisini
                                                       
edebî sahada geride bırakacaklarından korkar. Bu iki isme özellikle
ilk zamanlar hiç önem vermez. Bunlar, Mehmet Rauf’un izlenimleri
ve düşünceleridir.24
Yine böyle Mehmet Rauf’a ait «Uzaktan» adlı bir hikâyeyi,
yazarının kendi ifadesiyle «hazmedemeyerek» uzun süre neşrini
erteler. Ancak uzun zaman sonra Hüseyin Cahit, Mehmet Rauf gibi
gençlerin kabiliyetini takdir eden Fikret, yeri geldiğinde onları
başkalarına karşı savunur.
Servet-i Fünuncuların Transvaal olayıyla ilgili olarak Mehmet
Rauf ayrıntılı bilgiler verir. İngiliz elçisi, İsmail Kemal Bey’e Türklerin
meşrutiyete ihtiyacı olmadığını söyleyince  İsmail Kemal Bey, Türk
milletinin Kanun-ı Esâsi için canını fedâ edebileceğini söyler ve
meşrutî yönetim için elçiden muavenet ister. Elçi de Türklerden
böyle bir talep gelirse memnuniyetle kabul edeceğini söyler. İngiltere,
bu sırada Transvaal savaşını sürdürmektedir.  İsmail Kemal’in
Fikret’le bağlantı kurması sonrasında Servet-i Fünûn üyelerinin
hemen hepsinin imzasıyla  İngiliz elçiliğine bir mektup yazılır. Bu
mektupta  İngilizlerin Transvaal savaşında galibiyeti temenni
edilmektedir. Ancak bu mektup elçiliğe ulaşmadan kaybedilir. Bir
süre sonra yolda bu mektubu bulan insaflı birisi onu  Servet-i
Fünûn’a getirir. Daha sonra elçiliğe bir heyet olarak giden
edebiyatçılar, mektubu verirler ve temennilerini şifahen de iletirler.
Servet-i Fünûncuların ortak vasfı, istibdat yönetimine olan
düşmanlıklarıdır. Ancak bu düşmanlık duygusu en  şiddetli olan
Fikret’tir. Cülûs gecelerinde, onun evinde ışık yakılmadığını Mehmet
Rauf da kaydeder.
 Uzak Ülkelere Kaçma Hayali
Yazdıklarından, içinde yaşadığı acı gerçeklerle çevrili
dünyadan memnun olmayan Fikret, kendini bir hayale teslim eder.
Bu hayalin adı «Yeşil Yurt»tur. Bu hayale göre, dergideki
edebiyatçılardan isteyenler, aileleriyle birlikte Hüseyin Kâzım’ın
(Kadri) Manisa’daki çiftliğine çekileceklerdir. Burada samimiyet ve
kardeşlik içinde bir hayat sürmeleri, Fikret’le birlikte diğer
edebiyatçıların da ideali olur. Halit Ziya, önceleri Manisa yerine
Seylan adasının adının geçtiğini belirtir. Halit Ziya bu hayalin nasıl
suya düştüğünü açıklamaz.25
Hüseyin Kâzım da Servet-i Fünûn üyelerinin ülkedeki kötü
gidişe çare aradıkları rutin toplantılarından birinde, Fikret’in bir fikir
ortaya attığını söyler: başka bir ülkeye göç etmek! Onun bu fikri
                                                       
herkes tarafından tasvip edilir. Ama para temin etmeleri çok zor
görünür. Hüseyin Kâzım, Fikret’in Batı medeniyetinin yaşandığı
ülkelerden de hoşlanmadığını ve onun mümkün olsa insanlıktan
kendini soyutlayacağını söyler.26
 Uzun tartışmalardan sonra göç
ülkesi, Yeni Zelanda olarak tespit edilir. Bu ülkeye dair broşürler,
kitapçıklar getirtilerek hayaller kurulur.Fikret, «Yeşil Yurt» Yeşil
Yurt’un mukavvadan bir prototipini bile yapar. Yalnız, bekâr olan
edebiyatçılar için, göç etmelerine ancak evlenmeleri kaydıyla izin
verir. Bu sefer de bu durumda olanlar için yeni bir dert, evlenmek
meselesi ortaya çıkar. Ancak bu hayaller bir süre sonra söner.
Hüseyin Kâzım, Halit Ziya gibi buna neden olan belli bir olay
göstermez. Yalnızca bir arkadaşın, toplantı sırasında Fikret’ten rakı
istediğini ve Fikret’in de bu olaya çok üzüldüğünü belirtir. Sanki
Fikret, göç edilen ülkede alkolik bir arkadaşın yanında
bulunmasından çekinmiş gibidir. Bu olaydan bir süre sonra Yeşil
Yurt hayali Fikret’te bir kez daha canlanır.  Bu  sefer,  Hüseyin
Kâzım’ın babasına ait Manisa’nın Tepecik köyündeki bir çiftliğe
yerleşilmesi düşünülür. Bunu üç isim yapacaktır: Tevfik Fikret,
Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahit. Hüseyin Cahit, tetkik için söz
konusu çiftliğe gider. Olumlu izlenimler ve elinde fotoğraflarla geri
döner. Fakat Fikret bir kez daha vazgeçer. Bu vazgeçiş için ortada
yine açık bir neden ya da olay yoktur. Zaten «Fikret’in tercüme-i
hayatı, yine kendi tabirince «bir ruh-ı ateşîn ile bir fikr-i bî karar»
cümlesiyle»27
 özetlenebileceği için bu davranışları da normal
karşılanır.
Yeni Zelanda’ya ve Manisa’ya göç etme fikirlerine Hüseyin
Cahit de değinir. Yeni Zelanda konusunda en istekliler olarak,
Hüseyin Kâzım’ı, Mehmet Rauf’u, Fikret’i ve kendisini sayar. Ayrıca
Hayat-ı Muhayyel adlı eserini de bu ülkeye göç etme fikrinin verdiği
ilhamla kaleme aldığını söyler. Yeni Zelanda konusunda Fikret’le bir
noktada anlaşamaz. Hüseyin Cahit, Abdülhamit ölünce mutlaka
ülkeye dönmeyi ister. Fikret ise ömür boyu orada kalmakta diretir.
Bu hayalin gerçekleşmemesine sebep olarak Hüseyin Cahit,
parasızlığı gösterir.
Manisa düşüncesi de Fikret hiçbir neden göstermediği halde
gerçekleşemez. Oysa bu şehir kendi planları için çok uygundur.
«Ama biz gene de  İstanbul’da kaldık. Fikret’in böyle
garabetleri vardı. Kim bilir ne gibi bir mülahaza ile fikrinden vazgeçti
ve kabahati Hüseyin Kâzım’a bulmak istedi. Ben Manisa’da iken «Gel
ey berîd-i perestîde...» (Rebabı Şikeste) diye mısralar söylemiş,
                                                       
sabırsızlıkla avdetimi beklemiş. Sonra teşebbüsten vazgeçilince: «Sen
de gittin, senin de arkandan…(Rebabı Şikeste)» diye gözyaşları
dökmüştü. Sanki bütün teşebbüsün amacı bu iki manzumeyi
yazmakmış gibi...»28

Dergi üyelerinin Yeni Zelanda’yı nasıl seçtikleri de Mehmet
Rauf’un anılarında yer alır. Fikret, arkadaşlarıyla göç kararı alınca,
Mehmet Rauf’a bu konuda bilgi toplamasını söyler. Rauf da İngiliz
elçilik gemisi Imogene’in süvarisi Kaptan Bain’den Yeni Zelanda
konusunda çok övücü sözler işitince, göç için istikamet tesbit
edilmiş olur.
Görüldüğü gibi Yeni Zelanda konusunda edebiyatçılar farklı
bilgiler ve görüşler aktarır. Halit Ziya, Yeni Zelanda yerine Seylan
adasının adının geçtiğini söylerken bu hayallerin suya düşme
nedenini söylemez. Bu göç meselesinde en fazla bilgiyi Hüseyin
Kâzım’da ve Hüseyin Cahit’te buluruz. Bunun sebebi de, göç bahsi
açılınca en istekli davranan isimlerin bunlar ve Fikret olmasıdır.
Yeni Zelanda’nın tespit edilmesinde yardımcı olan Mehmet
Rauf ise, her iki göç teşebbüsünü (Yeni Zelanda ve Manisa) de
gerçekleştirecek irade kuvvetinden yoksun bulunduklarını
söylemekle yetinir. Bu anlamda topluluktaki pek çok edebiyatçının
Fikret’in Süha ve Pervin şiirindeki Süha’ya benzediğini düşünebiliriz.
Küçük, beyaz tepeciğe, çıkacak ani bir kasırganın kendisini alıp
götürüvermesini isteyen Süha’ya.
 Servet- i Fünun Dışındaki Edebiyatçılar
Ebubekir Hâzim:
Ebubekir Hâzim anılarında Urfa’da tanıştığı bir
mutasarrıftan bahseder.29
 Hüseyin Efendi adındaki bu kişi Tevfik
Fikret’in babasıdır. Hüseyin Efendi, Fikret’ten yana Tepeyran’a dert
yanar. Onu Hariciye Nezareti’ne yerleştirmiştir. Ancak yükselmesini
beklerken, Fikret’in  şiire ilgisi yüzünden memurluğu bıraktığını
öğrenir. Bunun üzerine içi kan ağlasa da oğluna gönderdiği parayı
keser. Amacı Fikret’i memurluğa geri döndürmektir. Ebubekir Hâzim
ise, Fikret’ten övgüyle bahseder. Onun «büyüklüğü günden güne
artan bir genç» olduğunu söyler. Bunu söylerken henüz Fikret’le
tanışmamıştır. Onun ruhunu,  şiirlerinden tanımıştır. Hüseyin
Efendi’ye, oğluna para göndermeyi ihmal etmemesini söyler. Böylece
«Fikret’in babası olmak gibi büyük ve baki bir şerefe layık olduğunu»
ispat edecektir. Hüseyin Efendi ise bu sözlere  şaşırır. Ancak daha
                                                       
sonra gözlerinden yaşlar dökülür ve Ebubekir Hâzim’e teşekkür
eder. Yaptığı hatayı anlamıştır. Bu olaydan  bir süre sonra Fikret,
dolaylı yoldan kendisini babasına tanıttığı için Ebubekir Hâzim’e
teşekkür eder. Daha sonra bu teşekkürünü yüz yüze görüşmelerinde
de tekrarlar.
 Yahya Kemâl:
Fikret’i tanımış, onunla dostluk kurmuş olan bir diğer büyük
edebiyatçı Yahya Kemâl’dir. Tanıdığı ünlü simaları anlattığı  Siyasi
ve Edebi Portreler  adlı kitabında Tevfik Fikret’ten de bahseder.30
Fikret’le 1912 yazında tanışır. Onun  şiirini ise on yıldır
tanımaktadır. Fikret’in kendisi üzerine olan etkisini şöyle anlatır:
«Kendi neslimin bütün çocukları üzerinde olduğu gibi,
ruhumda, ahlâkımda, zevkimde, lisanımda, sanatımda en büyük
tesiri o icra etmişti. Şark âleminden kafamı o çıkarmıştı. Bir müddet
onun kâinatında kalmıştım. Sonra Paris’teki edebî hayata dalarak
onun kâinatından çıkmıştım. (...) Tevfik Fikret’in lisanına ve  şiirine
benim neslimden ilk aksü’l-amele ben cüret ettim; maamâfih onun
aleyhinde yazmayan ve ona hürmet eden, onu ilk mürşid gibi telakkî
eden bir ferd oldum. Gaaliba beni bununçün sevdi.»31
Yahya Kemâl, Fikret’le kısa sürede dost olur. Bunu sağlayan,
şiirdeki anlayışlarından çok, benzer zevkleri paylaşmalarıdır.
Aşiyan’da saatlerce edebiyat ve politika sohbetleri yaparlar. Fikret,
bu sohbetlerde İttihat ve Terakki’nin şiddetli muhalifidir. Beraberce
lokantada oturdukları bir gün Yahya Kemâl, yanlarından geçerken
selam veren Süleyman Nazif’e mukabele eder.  Bunun üzerine
Fikret’in benzi solgunlaşır. Fikret, Süleyman Nazif’i kastederek «Bu
adamı tanır mısınız? Onun elini sıkar mısınız» diye sorar. Yahya
Kemâl de elbette sıkacağını, Süleyman Nazif’in  herhalde ellerini
sabunla yıkadığını söyler. Ayrıca, ona göre el sıkmak nezaket
gereğidir. Kötü ahlak, el sıkışmakla sirayet etmez. Zaten o, insanlara
ahlâk cezası vermeyi düşünen birisi değildir.Bu sözlerden, Fikret çok
alınır. Soğuk bir  şekilde ayrılırlar. Ancak bir süre sonra barışırlar.
Fikret, Yahya Kemâl’in  şiirlerini görmek ister. Yahya Kemal,
kendisinden sonra gelen gençleri çeşitli  şekillerde küçük gören
Fikret’e şiirlerini göstermek istemez. Sonunda Fikret, ona ait birkaç
mısrayı arkadaşlarından duyduğunu ve çok beğendiğini söyler. Daha
sonra Yahya Kemâl de birkaç  şiirini okur. Fikret   şiirleri tekrar
okutur ve büyük ilgi gösterir. Öyle ki Fikret’in, Yahya Kemâl adını
ağzından düşürmediğini ve yeni nesilden sadece onu beğendiğini,
                                                       
ortak dostları olan Doktor Adnan Bey söyler.
Fikret son günlerinde, «Havza» adında bir dergi çıkarmayı
düşünür. Dergiyi, Yakup Kadri ile  Yahya Kemâl idare edecektir.
Ancak dergide yer alması planlanan Rıza  Tevfik  ve  Cenap
Şehabettin, dergiyi idare edeceklerle edebî anlayış olarak
uyuşamayınca bu proje de yarım kalır. Yahya Kemâl’e göre Fikret’in
bilgisi orta derecede, birçok konuda ondan da aşağıdır. Çok küçük
bir dünyası vardır. Olgunluk yıllarında eğildiği sol düşünceleri çok
az bilir.  Şiir sahasında, Baudelaire’i, sembolistleri anlamamıştır.
Ancak Prudhomme, Coppée gibi  şairleri öylesine bir vukufla
öğrenmiştir. Fransızca’yı da orta düzeyde, eski  şiiri basit bir
malûmatla bilir. Tüm bunlara rağmen, şiirimizde göz kamaştıran bir
yenilik başarır.
 Halit Fahri:
Fikret Galatasaray’da müdürken, bu okulda öğrenci olan ve
gelecekte edebiyat tarihine geçecek kişilerden biri Halit Fahri
Ozansoy’dur. Halit Fahri anılarında Fikret’e özel bir bölüm ayırır.32
31 Mart Vakası’nda coşmuş kalabalık Galatasaray Lisesi’nin önüne
gelince, Fikret okulun kapısı önünde «Beni çiğnemeden mektebe
saldırılamaz» diye haykırır. İstifa ettiği zaman, içinde Halit Fahri’nin
de bulunduğu bazı  öğrenciler yirmi gün boyunca Taksim’de
toplanırlar.  İstifa olayının ilk günü okulda «müdürümüzü isteriz»
diye bağırır ve mubassırların engelleyici çabalarına rağmen okuldan
çıkarlar.
Fikret, okula yapılacak olan konferans salonu için devletten
tahsisatı önceleri alırken daha sonra bu yardım kesilir. Çünkü,
bakanlık Fikret’in öğrencileri aktör yapmak istemesinden korkar.
Halit Fahri’ye göre Fikret, zamanın kötülüklerine karşı geniş
bir cesaretle, herkesçe bilinen güzel ahlâk yasalarını şiirinin içine
koymuştur. Devrinin ıstırapları karşısında karamsar ve  şüphecidir.
O, arayan insandır. Ebediyete ve Allah’a inancı kesindir. Onu bu
konuda anlamamış olanlar ‘bühtan’ etmişlerdir. Onun «Bir örümcek
götürür Hakk’a beni» demesi bile bunu gösterir. Onun insaniyetçiliği
de maalesef vatansızlık olarak anlaşılır. Fikret, Birleşmiş Milletler’in
amacına elli yıl öncesinden ulaşmıştır.33
 Onun diline itiraz edenlerin
neden hep «Ey dahme-i mersus-ı havatır» gibi dizeleri andığı
anlaşılamaz. Oysa Fikret’in gayet sade pek çok dizesi vardır: «Yarın
sen ağları gün doğmadan hazırlarsın - Sakın biraz yedek ip, mantar
almadan gitme - Geçebilseydi bir gün aldanmak - Yaşamaz
mahvolur giderim ben.»
                                                       
Halit Fahri, bir gün Beşiktaş’taki evlerinde Rübab-ı Şikeste’yi
okuyan Yahya Kemâl’in «Aman Allah, ne sanat bu» diye  şaşırdığını
da anlatır. Halit Fahri’nin Fikret’e dair en unutamadığı anısı ise, bir
gece yatakhanede uykusu kaçtığında, yorganı düşen öğrencilerin
üstünü örten müdür Fikret’i farketmesidir.
 Yusuf Ziya:
Fikret’ten çok sonra  Servet-i Fünun’da çıkan  şiirleriyle
tanınan ve Beş Hece’cilerden olan Yusuf Ziya Ortaç, Fikret’le ilk ve
son kez 1914 yılında görüşür. Onun için Fikret «sanatta dev, hayatta
dev, ahlâkta dev» bir insandır. Divan edebiyatının köhne
geleneklerini yıkan Fikret’tir. O olmasaydı Yahya Kemâl de
olamayacaktı.34
 Fikret,  İttihat ve Terakki eğitim bakanlığını
kendisine teklif edince «-Recaizâdesi olan bir memlekette o makama
geçmek bana düşmez!» diyen kişidir. Hayattayken çektiği acılar
çoğunlukla açık, maskesiz ve eğilmez bir karaktere sahip oluşundan
gelir. Yusuf Ziya, Halit Fahri’nin anlattığı  öğrenci protestolarına,
Şehzade Faruk Efendi’nin de katıldığını söyler.
Yakup Kadri:
Anılarında Fikret’ten bahseden ve bizim son olarak
değineceğimiz edebiyatçı Yakup Kadri’dir. Yakup Kadri, edebiyat
dünyasına girdiği ilk günden itibaren Fikret’le tanışmak için can
atar.35
 Onun için Fikret, ülkemizdeki hür düşüncenin, medeniyet
yolunun öncülerindendir. Fikret, Yakup Kadri nesli için de kendini
gündelik ve politik ihtiraslardan kurtarmış birisidir. Bir Promete gibi
türlü azaplar çeker ama asla boynunu eğmez. Yeri geldiğinde gök
gibi gürler. Bu gürleyişler çoğu kez firsat düşkünü politikacılar
içindir. Fikret’i en çok üzen de, yetişmesine emek verdiği insanların,
ikbal merdivenlerini çıkarak bozuk yönetimle ortak işler yapmasıdır.
Yakup Kadri buna örnek olarak Hüseyin Cahit’i ve maliyeci Mehmet
Cavit’i örnek verir. Bunlardan sonra geriye, Fikret’in izinde yürüyen
lise gençliği kalır.
Yakup Kadri’nin Fikret’i ilk ziyareti, Yahya Kemâl ve Rıza
Tevfik’le beraber yanına gidişleridir. İlk bakışta, Fikret’i gayet sade
ve biraz silik bulur. Fikret’in evi o kadar özgün dekore edilmiştir ki
bu eve giren insanın memleket meselelerinden uzaklaşacağına
şüphe edilemez. Bu dört edebiyatçı arasındaki sohbette Fikret,
Yakup Kadri’nin hiç alışık olmadığı bir tarzda  şiir okur. Yine aynı
sohbette Yakup Kadri anlar ki  Fikret’le Yahya Kemâl’in edebî
anlayışları hiç uyuşmamaktadır. Bu yüzdendir ki konu poetik
                                                       
meselelere gelince, Yahya Kemâl hemen başka bir bahis açar.
Aynı gün Fikret Tanin gazetesi için öfkeli sözler söyler. Ona
göre Tanin bir «cenin», Hüseyin Cahit de «Hüseyin Fasit»tir. İttihat ve
Terakki için de «İrtikâp ve Tedennî» çetesi tabirini kullanır.36
 Fikret’e
göre, Meşrutiyet’in ilanı ülkemizin baskına uğramasıdır. Bunu
İttihat ve Terakki’nin zaman içindeki uygulamaları için kullanır.
Fikret’in bu konuşmasını yıllar sonra hatırlayan Yakup Kadri, onun
hasretini çektiği insanın Atatürk olduğunu düşünür. Fakat “acaba
yaşasaydı, Atatürk’ün sesine kulak vererek Aşiyan’ından iner
miydi?” Yakup Kadri bu soruya kesin bir cevap veremez. Ona göre,
Fikret’in medeniyetçiliği ve insaniyetçiliği, Tanzimat aydınının pasif
Avrupa hayranlığından ileri gitmez.
Balkan Savaşı’nın yaşandığı günlerin birinde, Karaköy
Köprüsü’nde Fikret’le karşılaşan Yakup Kadri, ona «bu ne felâket»
diye derdini açar. Fikret ise «felâket değil, işlenen cinayetlerin cezası»
der. Yakup Kadri, onun bu görüşünü paylaşmaz. Ona göre, biz
ıslahat yoluna girmek istesek de Batılılar bizi engelleyecektir.
Fikret’e göreyse Batılılar bizim  ıslahat konusunda samimi
olmadığımızı bilir. Son olarak Yakup Kadri’ye, onun, merkez-i
umumî hocalarıyla Ocaklılar tarafından zehirlenmiş olduğunu
söyler. Bunun üzerine bir şey söylemeyen Yakup Kadri onu bırakır
ve yoluna devam eder. Anlar ki Fikret’in İttihatçılık düşmanlığı her
duygu ve düşüncenin üstündedir. Fikret’le son karşılaşması, 1.
Dünya Savaşı’nın ikinci yılında olur. Yakup Kadri, Fikret’in o günkü
mentalitesini  şöyle özetler:  İngiltere nasıl beş-on yıl içinde Mısır’ın
çehresini değiştirip onu sefaletten refaha çıkardıysa aynen öyle bir
devletin de bizim elimizden tutması gereklidir.Bu devlet, o günlerde
savaştığımız ülkelerden biri olmalıdır. Yine o konuşmada, ülkeyi bir
dünya savaşına soktukları için İttihat ve Terakki’ye ateş püskürür.
Yakup Kadri, bu sözleri söyleyen Fikret’i Osmanlı kozmopolitlerinden
ayrı tutar. Ona göre, Fikret de Albert Camus gibi, memleketini ancak
adalet ve hürriyet içinde yaşamak imkânı sunduğu için sever. Bu
nokta ise önemlidir. Yakup Kadri söylemez ama Hamdullah
Suphi’nin, Mehmet Emin’in vatanseverlik anlayışıyla Fikret’in
vatanseverlik anlayış arasındaki fark da budur.
Buraya kadar, doğum tarihlerini dikkate alınarak sıralanan
edebiyatçılar Fikret hakkında pek çok hükümde birleşir: O, devrine
kıyasla temiz bir vicdan ve ahlâka sahiptir. Makam için asla
prensiplerinden ödün vermez. Devrinin gençleri için bir idoldür. Hem
dış hem iç görünüşüyle çok etkileyicidir. Şiirimizde, edebiyatımızda
gelişim noktalarından birisidir. Özellikle Servet-i Fünûn üyelerinin
                                                       
anılarında yaptığımız tasnif de gösteriyor ki Fikret, onu tanıyanları
en çok kişiliğiyle etkilemiştir. Adı geçen edebiyatçılar, anılarında
Fikret’ten bahsederken çoğu kez onun ne kadar büyük bir insan
olduğunu yineler. Vatana yaptığı hizmetler - özellikle gençliği
yetiştirme çabaları - daima hatırlatılır. Servet-i Fünûncular Fikret’e
bir hoca / öğretmen, Servet-i Fünun ailesinin en önemli  şahsı
gözüyle bakarak değerlendirme yaparken, daha sonraki dönem
edebiyatçılarının Fikret’i daha soğukkanlı bir  şekilde
değerlendirdikleri göze çarpar.

Kaynakça
Ahmet  İhsan Tokgöz,   Matbuat Hatıralarım, 1. cilt, Ahmet  İhsan
Matbaası, İstanbul 1930.
Ahmet Reşit Rey,  Gördüklerim, Yaptıklarım Canlı Tarihler,  İstanbul
1945
Ali Ekrem Bolayır’ın Hatıraları (Hzl. Metin Kayahan Özgül), Kültür
Bakanlığı yay., Ankara 1991.
Ebubekir Hâzım Tepeyran, Hatıraları: 1 Canlı Tarihler, Türkiye yay.,
İstanbul: 1944,
Halit Fahri Ozansoy,  Edebiyatçılar Geçiyor,  Türkiye yay.,  İstanbul
1967.
Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, Matbaacılık ve Neşriyat T.A.Ş., İstanbul
1936.
Hüseyin Cahit Yalçın,  Edebî Hatıralar,  Akşam Matbaası,  İstanbul
1935
Hüseyin Kâzım Kadri,  Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım  (Hzl.
İsmail Kara), İletişim yay., İstanbul 1991.
Mehmet Rauf’un Anıları (Hzl. Rahim Tarım), Özgür yay.,  İstanbul
2001
Yahya Kemâl Beyatlı, Siyasî ve Edebî Portreler, 3. bs., İstanbul Fetih
Cemiyeti yay.,  İstanbul 1986.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, 3. bs.,
İletişim yay., İstanbul: 2000.
Yusuf Ziya Ortaç, Portreler, Akbaba yay., İstanbul 1960.



 yazan:     Ertan Engin*

Hiç yorum yok: