dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
kitaplardan alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplardan alıntı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KİTAPLAR HAKKINDA -2


FİRARPEREST
Tadına doyulmaz kimi zaman kışkırtıcı kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar…
İnsan ki eşrefi mahlukattır içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek aşkı keşfetmek dünyayı keşfetmek Öteki 'ni keşfetmek...
(…)
Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan geçmek dalgakıranların beri tarafına bilmediğin memleketlere varmak tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek risk almak dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek şaşırmak yeniden şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine çeşitliliğine güzelliğine acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar... şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek... budur son tahlilde Âdemoğullarına Havvakızlarına kendilerini keşfettirten serüven.






ŞAH VE SULTAN





Tutku…

Güzellik…

Aşk ve savaş. Sadece gönüllerin değil alınların kemiklerin ve gözlerin alev alev yandığı savaş.

Kahramanlarını Yavuz Sultan Selim’i de Şah İsmail’i de tarihin merdivenlerinde bir basamak aşağı indiren bir basamak yukarı çıkaran savaş.

Çaldıran...

Şimdi Çaldıran ne 500 yıl geride ne 500 yıl ileride.

Savaş tasında büyücünün gördüğü neydi?

Kızılbaşlık!

Sünnilik!

İktidar hırsı.

Aşkın bir çökelti gibi dondurduğu zaman!

Korku? Ya o?

Yazar biraz da korkuların üstüne gidendir.

Tarih ileriye doğru çözüldükçe ağacın kökleri de görülecektir.

Alevi de Sünni de bağlıdır o köke. Birdir o toprakta.

Gölgeler büyümüşse ışığı değil korkuyu yenmek gerekir.

Karanlık ve kör ışığın egemenliği boğmasın artık nesilleri.

Ve işte bir kez daha aşk!

Şiir kadar iktidar atında rüzgâra ve ateşe doğru yol alan iki hükümdar.

Şah ve Sultan…

Dünya incisi zarif ve asil kadınlar. Yeminlerine bağlı erkekler.

Masal kadar gerçek.

Büyüleyici olduğu kadar umut verici.

Şah&Sultan her cümlesi aşkla okunacak bir kitap.

İskender Pala’dan…





Bozkırın Sırrı Türk Peygamber

Üç bin yıl önce
Bozkırdaki yarı-göçerler henüz
“Türk” adıyla bilinmezken doğdular…

Erkek:
‘Çadırı tutan ana direk’ olması için “Öktem”
diye çağrıldı.
‘Yüz yirmi dört bin Peygamber’den biriydi o…
İkizi;
Müjdelenen‘Yoldaş’ın eşi ve ‘sırrın anası’ydı.
Tarihçiler onu “Aşena” diye andı…
Ahmet Turgut’un kaleme aldığı “Bozkırın Sırrı,
Türk Peygamber” kayıtsız kalınamayacak bir roman.


HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR




Emniyet Teşkilatının efsanevi ismi, Susurluk sürecinde cesur duruşuyla gerçek bir kanun adamı tavrı gösteren Hanefi Avcı yine doğru bildiklerini söylemeye devam ediyor. Ucunun kime dokunduğuna bakmadan, yalnızca ülkesine karşı vicdani sorumluluğunu yerine getirmek için son dönemde yaşananların iç yüzünü kamuoyuna açıklıyor.Kitap iki bölümden oluşuyor. Devlet başlıklı ilk bölümde, yıllarca devlete hizmet etmiş bir güvenlik görevlisi olarak geçirdiği fikirsel dönüşümü, bu dönüşüme neden olan olayları okurlarla paylaşıyor. Bu fikirsel dönüşümün sonucunda Avcı artık, uzun yıllar mücadele ettiği, sisteme muhalif grupların demokratik ve sağlıklı bir sistemin olmazsa olmazı olduğuna, farklı fikir ve düşüncelerin topluma zarar değil, ancak bir zenginlik katacağına, güvenlik sorununa indirgenen Kürt sorununun ancak demokratik hak ve özgürlükler alanının genişletilerek siyasi yollarla çözümlenebileceğine ve ordunun batılı ülkelerde olduğu gibi siyasetin dışında kalarak güçlü bir ordu olabileceğine inandığını açık yüreklilikle ifade ediyor. Avcı, bu kitabı yazmaktaki önemli amaçlarından birinin, böyle köklü bir değişim yaşamasına neden olan mesleki tecrübelerini aktararak, çok geniş bir kriminal yelpazede çalışmış olmanın verdiği donanımla kendinden sonra geleceklere yol göstermek olduğunu belirtiyor.Cemaat başlıklı ikinci bölümde ise Avcı devletin çeşitli kurumlarına nüfuz etmiş cemaat yapısının son zamanlarda meydana gelen olaylardaki (özel yetkili mahkemelerin sürdürdüğü tahkikatlardan, telefon dinlemelerine, vs.) rolünü ortaya koyuyor. Cemaatin polis, ordu, MİT, jandarma, yargı ve diğer devlet kurumları içerisinde ayrı bir hiyerarşik örgütleme kurarak ve bu teşkilatların sistemlerini bozarak çalışmalarını engellediğinden, üstüne üstlük bu teşkilatların personeli arasında ayrım, güvensizlik ve düşmanlık yaratarak kurumları içerden ve tamir olunmaz biçimde yaraladığından bahsediyor. Bugün özellikle özel yetkili mahkemelerce yürütülen tahkikatların, arka planda cemaatin talimatı ile Emniyet İstihbarat Şubesindeki unsurları ve cemaate bağlı savcılar desteği ve zorlaması ile yürütüldüğüne, yürütülürken hukuksuz işlemlerin yapıldığına dair ciddi emareler olduğunu iddia ediyor. Tüm bu iddialarını, delilleriyle sağlam bir zemin üzerine inşa ediyor.Avcı kitabın başlığında iki metafor kullanıyor; bunların devlet görevlilerinin, belli bir ideoloji etrafında örgütlenmiş grupların ve genel anlamda toplumun zihniyetini tanımlayabilmek için ne kadar isabetli bir biçimde seçilmiş olduğunu kitabı okuyup bitirdiğinizde anlayacaksınız. Görünen değil, perde arkasındaki gerçekleri merak ediyorsanız Emniyet teşkilatının güvenilir ve öncü ismi Hanefi Avcı'nın dürüst ve cesur sesine kulak verin!







İZ

Yakın çevremizde benzerlerini görebileceğimiz gerçeklikte bir baba-kız öyküsü... Babasına hayran Verda, hatta âşık. Biricik kahramanım diyor onun için. Ne var ki, yıllar önce annesiyle babasının boşanmasından sonra ayrı düşmüşler birbirlerine. Çatışmışlar, çelişmişler ama sevgileri içten içe hep sürmüş. Kariyerinde zirveye ulaşmış ünlü avukat Vedat Karacan'ın intiharıyla başlıyor öykü. Bu beklenmedik ölümün ardında yatan gizi çözmek Verda'ya düşmektedir. Geriye dönüp baktığında yüzleştiği keşke'leriyle, pişmanlıklarıyla ve içini kavuran devasa bir özlemle sürecektir babasının izini... Minicik çocuk ellerimi avucunun içine hapsettiğinde, yüreğim yüreğinde eriyordu babacığım. Parmaklarım büyüdü diye mi tutmuyorsun artık ellerimi? Keşke hep küçük kalsalardı... Ne oldu da ayrıldı ellerimiz baba? Hiçbir zaman soramadım bunu sana. Sormak istediğimde fırsat olmadı, fırsat olduğunda cesaretim... Soluk soluğa okuyacağınız, farklı bir Canan Tan romanı...






BİR İSTANBUL HATIRASI

Yaşadığın şehir özgür değilse, sen de özgür kalamazsın!..
Byzantion'dan İstanbul'a uzanan heyecan yüklü, tarihsel bir serüven...
Yedi hükümdar, yedi kadim mekân, yedi gizemli olay ve yalın bir gerçek!
Ahmet Ümit'in beklenen romanı İstanbul Hatırası 1 Haziran tarihinde okurlarla buluşuyor. Romanlarında zengin arka planı polisiye kurgu içinde vermekteki ustalığı ile bilinen Ahmet Ümit'in bu romanı da yine peş peşe işlenen cinayetlerin çevresinde kurgulanmış. Ancak bu kitabı sıradan bir polisiye romandan ayıran birçok özellik var. Her şeyden önce zengin kadrosu ile İstanbul Hatırası, çeşitli kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirerek içinde barındırdığı alt öykülerle zengin bir yapı sunuyor. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor.
Kitabın bir başka önemli özelliği de İstanbul hakkında son derece detaylı bilgi içermesi. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkan tanıyor. Böylece Ahmet ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor. Tutucusundan modernine, eski İstanbullusundan yeni göç etmişine, milliyetçisinden gayrı Müslim'ine varana dek İstanbullu diye adlandırılabilecek herkes bu kitabın içinde kendi öyküleriyle birlikte İstanbul'un devasa çarklarının dişlilerini dile getiriyor. Binlerce yıllık tarihiyle İstanbul başrolü oluştururken romana girip çıkan her karakter de İstanbul'un nasıl İstanbul olduğunu aktarıyor.
(Tanıtım Bülteninden)





HAYATIN IŞIKLARI YANINCA

Hayata kırgın bir yetişkin. Bir yunus ile "hayatın ışıklarını yakacak" çok özel bir dostluk. Karşılıksız sevgi, ümit ve hayata dair mucizevi bir yolculuk... Okuru gerçek hayatın içinde büyülü bir dünyaya taşıyan, soluksuz okuyacağınız sıradışı bir serüven.
Bugüne kadar 50 ülkede 42 dile çevrilen, tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitapları Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılan Kayıp Gül'ün yazarından yüreğinizi ısıtacak yeni bir roman. 






HAYAT DÜRBÜNÜNDE KIRK SENE


Bu kitapta yazdıklarım, babamın da var olduğu dünyada geçirdiğim kırk yılın, dürbünüme çarpan resimleridir; özelimde ve ülkemde 1941'den bu yana yaşadıklarımdan, gördüklerimden seçmelerimdir. Kitabıma, beni çok etkileyen, çok üzen, çok sevindiren, bende iz bırakan, belleğimde hep kalan anılarımı aldım. Babamın vefatına kadar beni ilmek ilmek örerek bu günkü ben yapan kişileri, olayları kendi gözümden, kendi kalemimle aktardım.
Babamın ölümünden sonra ise, ne ben aynı Ayşe'ydim ne de Türkiye aynı Türkiye. Babamın yokluğu beni, Turgut Özal da Türkiye'yi değiştirmişti. Artılarımız ve eksilerimizle başkalaşmıştık. 1983'ten sonraki yıllarımın serüveni belki bir başka kitaba konu olur ama elinizdeki sayfalarda okuyacaklarınız, 1983 yılına kadar, Edip Cansever'e rahmetle selam olsun, “Ben Ayşe Kulin Nasılım”a yanıtımdır.
devamını okuyunuz... >>

KİTAPLAR HAKKINDA-1


Aşkın Gözyaşları II: Hz. Mevlana


Kitap,Mevlana’nın Şems’in ölüm haberinin yazılı olduğu bir zarfı açması ve okuduklarından sonra yere düşüp bayılmasıyla başlıyor.Ayıldığında yatağındadır ve ömrünü düşünmeye başlar.Bu andan itibaren yazar en başa döner.
Moğollar Orta Asya’da terör estirmektedir ve sırada Horosan vardır.Baha Veled,hükümdardan Cengiz Han’dan özür dileyip bu beladan kurtulmanın en mantıklı davranış olacağını ne kadar anlatsa da sonuç alamaz ve ailesi ile kendini sevenlerle Belh şehrini terk eder.Nişabur,Bağdat, Mekke-Medine,Şam derken yıllar süren yolculuk sonrasında Karaman’a gelirler.Bu yolculuk boyunca sürekli oğlu Celaleddin ile sohbet ederler.Mevlana o yıllarda bile müthiş bilgiye sahiptir.Nişabur’da iken bir sohbette sorulan bir soruya verdiği doyurucu cevap,Bağdat’ta iken valinin şahsı için söylediği sözler dikkat çekmekte,babasının hoşuna gitmektedir.
Karaman’da bulundukları yıllarda Gevher Banu ile evlenir.Evlilik öncesi mektuplarla birbirlerini tanır,sevgilerini paylaşırlar ve bu mektuplar beşeri aşkın en güzel ifadeleridir.Oğlu Sultan Veled ile Alaaddin burada doğar.Abisi ile annesini burada ebedi aleme yolcu eder.
Bu günlerde Selçuklu hükümdarı Alaaddin’in kendilerini Konya’ya davet ettiğini görüyoruz. Baha Veled bu davete icabet eder ve Konya’ya gelirler.Baha Veled hükümdar tarafından kendilerine vakfedilen dergahta gelenlere dini ilimler ve tasavvufi ilimler öğretecek,oğlu Celaladdin de İplikçi camiinde vaazlar verecektir.İlerleyen yıllarda Baha Veled Hakkın rahmetine kavuşur,bu ölüm Mevlana’yı çok sarsar.İmdadına hocası Seyyid Burhaneddin yetişir.Dört yıl kendisine yine hocalık yapar; tefsir,siyer,tasavvuf dersleri yaparlar,Arapça ve Farsça metinler okurlar.Hocasının gözetiminde iki kere 40’ar günlük halvetlere girer.Artık hocasının da verdiği moralle babasından kalan boşluğu dolduracağı gerçeğine kendini inandırır.Eşini kaybeder,Konya eşrafından pek çok kişinin ısrarıyla ikinci evliliğini ailesi aslen Bizans Rumlarından olan Kerra Hatun’la yapar.Kerra Hatun’un da ölen eşinden Yakup ve Kimya adında iki çocuğu vardır.Mevlana ile evliliğinden de Melike ve Emir adını verdikleri iki çocuğu olur.
Buraya kadar olan kısımlar gerçekten akıcı ve hikaye tadındadır. Bundan sonrasında Şems’in Konya’ya gelişi ve Mevlana ile olan aşkları vardır ki,çoğunlukla ilk kitapta da anlatılan şeylerdir bunlar ve aynı şeyleri okumak sıkar insanı.Üstelik Şems’in ölümüne kadar geçen bu yerlerde öncekinden farklı olarak uzun uzadıya tasavvuf öğretileri üzerine sorulu cevaplı kısımlar var ki,tamamen kurgudan uzak öğretici metinlerdeki yoruculuğu üzerinde barındıran sayfalardır bunlar.
Sonrasında yine yazarın öyküleyici anlatımın güzelliklerini yakaladığı bölümler gelir. Mevlana,Şems’in acısını bir nebze Selahaddin Zerkûbî’de unutmuştur.Bu zât bir kuyumcudur, Mevlana bir gün çarşıda gezinirken,bu zatın dükkanından gelen çekiç seslerinin Allah Allah dediğini işitir ve sema etmeye başlar,o gün Zerkubi tüm servetini ihtiyaç sahiplerine dağıtır ve Mevlana’ya mürid olur.Bu aralıksız on yıllık bir yarenliğin başlangıcıdır,Mevlana oğlu Sultan Veled ile bu zatın kızını evlendirerek aralarında bir akrabalık bağıyla bu dostluğu pekiştirir. Kendinden sonra vekil olacak şekilde yetiştirir Zerkubi’yi,ancak Zerkubi yakalandığı hastalık sebebiyle ölür.Sonraki bölümlerde Yunus Emre’nin kendini ziyareti ve sohbetleri,oğlu gibi sevdiği Hüsamettin Çelebi ile ilgili düşünceleri,Konya’nın Moğol istilasından kurtulması için gösterdiği gayret,Sadrettin Konevî ile dostlukları,hastalığı ve ölümü anlatılmıştır.
Netice şu ki,ilkinde bulduğum tadı bunda bulamadım; lakin Mevlana-Şems isimlerine duyduğum soğukluk yerini sevgiye bıraktı.Bunda kitaptaki bazı yerlerle birlikte bu aşkı işleyen beşinci kitabı okumuş olmamın etkisi vardır herhalde.

“İstemem! Bilinmesin mezar yerim.Dikilmesin mezar taşım! Bu topraklarda aşk soluğu ile cehennemleri söndürmek için yaşamış bir garip Şems yatıyor desinler yeter! ”
“Allah,seni yarattıklarından uzaklaştırdığı zaman bil ki sana dostluğunun kapısını aralıyordur.”
“Hz.Hüseyin’in son sözü şuydu:Kim bir bardak soğuk su içerse beni hatırlasın.”
“Duamın kefaretiydin,aşk ile amenna demişim sana.”
“Bir seni bildim yüreğime en yakın olan,ne garip ki sende yalnızlığımı buldum.”
“Bir halkın eğlencesi hokkabazlık,işi gücü dedikodu olursa,huzursuzluk yakasına yapışır,gitmez




Otostopçunun Galaksi Rehberi Beşibiryerde (Ciltli)
Tamamen sakin bir hayat yaşamak, hayatına temel yaşamsal fonksiyon olarak soğuk bira ve güzel çay içmek kavramını oturtmak isteyen, kendi halinde, üstelik fazlasıyla uysal bir adam Arthur Dent, bir sabah uyanır ve evinin saçma bir nedenle yıkılacağını öğrenir; ama bu yalnızca başlangıçtır. Daha bir kaç saat bile geçmeden gezegeni yok edilecek ve yanında kankası Ford Prefect, üstünde yıpranmış sabahlığı, elinde havlusuyla galaksi boyunca sürecek inanılmaz bir yolculuğa çıkacaktır...
Paniğe Kapılmayın....
(Tanıtım Yazııs'ndan)




 
Teyzem Latife

Atatürk'ün eşi Latife Hanım'in ailesi 86 yıl sonra saklı gerçekleri açıklıyor!
Bazı gerçekleri konuşmanın artık vakti geldi!

'Teyzem Latife, Mustafa Kemal ile karşılıklı olarak birbirlerine verdikleri söz gereği hiç konuşmadı. Ancak o dönemde zaten bir kadının boşanmadan sonra konuşması ailemizde olmayan bir şeydi, ayrıca bu sözü de verdiği için hiçbir şekilde konuşmadı. Aile de, aslında onun vermiş olduğu bu sözü onurlandırarak bir vasiyet bildi, bu sebeple onlar da konuşmadı. Ancak Latife teyzemin Mustafa Kemal'i, evliliğini, kocasını korumak için vermiş olduğu sözü tutması o zaman için Paşa'yı korumuş olabilir ama bugün artık korumuyor. Çünkü o kadar çok yanlış fikir, yanlış bilgi var ki, bugün artık bazı şeyleri konuşmak lazım. Latife teyzemin hayatı gizli, saklı bir şey değil. Nereye gittiği, ne yaptığı belli fakat yorumlamalar o kadar yanlış ki, bunlar hakkında yanlış bilinenleri açıklamayı bir görev olarak görüyor ve bir borç olarak biliyorum.'
-Mehmet Sadık Öke-
'Paşa kendisini öpmek için eğildiğinde tavana üç el ateş eden Latife Hanım, Mustafa Kemal'e 'Son kurşunu kendime sakladım. Siz memlekete lazımsınız, ' demiş... Efsane değil gerçeklerle yüz yüzeyiz. Uşşakizade ailesinden Mehmet Sadık Öke,90 yıldır aile içinde saklı tutulan değerli anlatıları okurlarla paylaşıyor. Mustafa Kemal-Latife Uşşaki izdivacının bilinmeyen yanlarına ayna tutan bir nehir söyleşi.'
-İpek Çalışlar-, Yazar
'Mehmet Sadık Öke, 'Teyzem Latife' ile, mutluluğu ve acıyı da yaşamış Latife Hanım'ı, hak ettiği değerde ve samimi bir dille anlatan, zevkle ve beğenerek okuyacağımız bir eser ortaya koyuyor. 'Teyzem Latife' ile, Latife Hanım'ı daha iyi tanıyacağız ve onu daha iyi anlayacağız.'
-Oğuz Akay-, Yazar
'Anne yarım Gülümser oğlu Mehmet'in ağzından iki sıradışı insanın ekseninde bir devrin ve bir ailenin, bizim ailemizin melodramını, o bildik hikâ-yeleri, tarihçi titizliği ile süzülmüş kelimelerde yeniden hatırlıyorum.'
-M. Muammer Erboy-Latife Hanım'ın Yeğeni








Aşkın Gözyaşları


Yedinci ve en tesirli bıçak darbesi ensesine gelir boynu sağa doğru bükülmüştür. Dervişler yere kapanmasını bekleye dursun. Şems Hz. Peygamberin şu hadisini sesi boğuk mırıldanır: “Allah’a kavuşmayı isteyeni Allah da sever” Dervişlerden birisi sırtına tekmeyi vurur. Yüzüstü taş zemine kapanır, dudağı patlamış, dişleri zemine dökülmüştür Siyah feracesi kanlar içinde bordoya dönmüştür. Saçlarından tutarak kafasını kaldıran dervişin niyeti Şemsin başını gövdesinden ayırmaktır
Baş derviş engeller. Bırakın son nefesini versin. Sonra da en yakın bir kuyuya atın. Kıyafetine sarp atın.
Avluyu yıkayın. Sabah ile yola çıkarız. Şems hala son nefesini vermemiştir Sille taşının üzerindeki başını hafifçe göğe kaldırır ve: “Allah ne güzel sevgilidir. Rabbim sana aşığım. Ve bu canı sana hediye ediyorum.” Mevlana içeri girer, mendili koklar eli titreyerek açar. İçinden san kağıda yazılmış bir not çıkar: “Yemin ederim ki ölümümün gözlerinin önünde olmasını isterdim. Gör ki aşk için
ölmek ne demekmiş.” Mevlana olduğu yere düşüp bayılmıştır.Geceden sonra doğan ve kalplerin çöllerini cennetlere çeviren bir gözyaşı bu. Çoraklaşmış ve çöle dönmüş kalpler; açın sadrınızı! Aşkın gözyaşları, serin serin, sağanak sağanak, üzerimize damlıyor; bakın gökyüzüne, nasılda aşk yağıyor..







ELİF

'Hilal'e isminin anlamını sordu; Türkçede ayın ilk günlerinde aldığı yay biçimi demektir. Ülkemin bayrağında da vardır hilal...'
Elif'in başkahramanı dünyaca meşhur yazar Paulo Coelho, bir süredir bilgelik yolunda gelişmesinin durduğunu hissetmektedir. Belki de yapması gereken tek şey, esrarengiz ustası J.nin tavsiyesine uyup, 'Gönlünün onu çektiği yere, ' gitmektir...
Rastlantılar Coelho'yu Rusya'ya savurur.9288 kilometrelik yolu, bu uçsuz bucaksız ülkeyi, baştan sona trenle kat etmeye karar verir. Daha ilk durağından itibaren manevi bir arayışa dönüşen bu yolculukta ona üç kişi eşlik eder: Bir Tao ustası, Rus yayıncısı ve en ilginci, yetenekli bir keman virtüözü olan, sıra dışı genç bir Türk kadını; Hilal...
Coelho, son romanı Elif'le, bir kez daha hayatı güzelleştiren hazineleri ve mucizeleri kutluyor. Zamanın, mekânın, yaşadığımız başka hayatların dışında bir yerde, katıksız 'aşk'ın peşinde, ruhun upuzun yolunu kat ediyor.
Ama bu kez, bizlere çok tanıdık gelen duraklardan geçerek...
'Coelho'nun kitapları, milyonların hayatına büyü katıyor.'
-London Times-







SUÇ

Almanya'da 45 hafta bestseller listesinde kaldı,600 binin üzerinde sattı...
Çeviri hakları 32 ülkeye satıldı...
Constantin film, hikayelerin film haklarını satın aldı.
İlk film (şans) 2011'de vizyona girecek.
Tanınmış, iyi kalpli bir doktor kırk yıllık karısını baltayla öldürüyor, cesedi parçalayıp polisi arıyor. İtirafı da cezası kadar sıradışı.
Bir adam banka soyuyor. Kulağa ne kadar garip gelse de, 'haklı' sebepleri var.
Genç bir kadın kardeşini öldürüyor. Sevgisinden...
İnanılmaz ama gerçek hikayeler...
Ferdinand von Schirach bir savunma avukatı. Akıl almaz olan onun için sıradan bir durum. Schirach, yasalarla yolu kesişen suçsuzları savunduğu gibi, ağır suçluları da savunuyor.
Ve işte burada, o insanların hikayelerini anlatıyor.





 


PİRAYE


...Kızıl saçlıymış Piraye.
Kendimi, keşke ben de kızıl saçlı olsaydım, diye hayıflanırken yakaladım kaç kez...
Okudukça, dizelerin arasına dalıp kendimden geçtikçe, tehlikeli bir biçimde özdeşleşiyordum Piraye'yle.
Tiyatro sahnemde, bundan sonraki rolüm belliydi artık. Nâzım Hikmet'in Piraye'si rolünü oynamak...
Peki bana eşlik edecek oyuncu kim olacaktı?
Bunu düşünmek hile anlamsızdı; karşımda Nâzım vardı ya...
ŞİİR YÜZLÜ PİRAYE... kendi yazdığı senaryolarda yaşıyor.
...Kim olursa olsun; evleneceğim insan, benim varlığımı yok sayarak bir başkasıyla beraberlik yaşayacak ve ben buna seyirci kalacağım ha...
Yazgıymış!
İnanmıyorum yazgıya falan... Onu yaratan da, şekillendiren de bizleriz.
Benim yazgım kendi çizeceğim yoldur!
O yolda beraber yürümeyi kabullendiğim insanı da kimseyle paylaşamam ben...
YAZGIYA BİLE KAFA TUTACAK KADAR YÜREKLİ... Özgürlüğe âşık!
Ancak, başkaları tarafından yerinden oynatılan kilometre taşlarının, gene başkalarınca gelişigüzel dizilmesiyle önüne serilen yolda yürümeye mecbur bırakılınca... İşler değişiyor.
...Hiç hayıflanma, o şiirsellikten uzak düştün diye. Gözlerini aç ve o günlerde göremediğin gerçeği gör artık...
Nâzım da o sevda yüklü dizelerini eliyle bir kenara itip, daha sıcak bulduğu kollara koşmamış mıydı?
Haşindin yaptığı, onunkinden çok mu farklı?
..Kendince tanrılaştırdığın tapınmaktan gurur duyduğun putların, gerçekte basit birer taş parçası olduğunu ne zaman kavrayacaksın?
Ama, gönlün gerilerde bir noktaya takılı kaldıysa eğer, sevinebileceğin bir gerçeklik duruyor orada.
İşte şimdi, Nâzım'ın kızıl saçlı Piraye'siyle tam olarak özdeşleştin.
Kutlu olsun.
Fırtına gibi bir yaşam öyküsünün başoyuncusu oluveriyor PİRAYE...






Nietzsche Ağladığında


...Konu: Ümitsizlik. Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın, Salome, Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. 'Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin, ' der. Breuer Salome'yi tekrar görebilmek umuduyla 'peki' der. Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar... Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere... (Arka Kapak)










DEFTERİMDEN PORTRELER

Tarihten...
Sezar, İmparator Augustus, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, V. Şarl, Kanuni ve Hürrem, Mimar Sinan, Evliya Çelebi, Beethoven, Kösem Sultan, III. Selim, Çariçe II. Katerina, Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Tolstoy, Puşkin, II. Abdülhamid...
Günümüzden...
Latife Hanım, Kazım Karabekir, Osman Ertuğrul Efendi, Neslişah Sultan, Mehmed Akif Ersoy, Bülent Ecevit, Cemil Meriç, Halil İnalcık, İsmail Cem, Recep Yazıcıoğlu, Yahya Kemal, Attilâ İlhan, Hüseyin Hatemi, Yılmaz Öztuna, Reşad Ekrem Koçu, Irene Melikoff, Oktay Aslanapa, Özdemir İnce, Sureyya Faruki...
Türkiye'nin önde gelen tarihçilerinden İlber Ortaylı bu sefer defterini okurlarıyla paylaşıyor. Okuduklarını, tanıdıklarını, hocalarını kendi gözünden okuyucularıyla paylaşıyor. Tarihe yön veren kişiler, günümüzün tanınan, tartışılan, konuşulan isimleri Ortaylı'nın kaleminden yeniden canlanıyor.
'Her zaman portre kaleme almayı sevdim. Portre çizmek başlı başına bir sanattır. Ayrıntılı bilgilerle çizilen büyük tarihi portreler bizde mevcut değil. Sebebi açık, sanatçı değiliz. Bir tarihi kişiliği çizmek için her şeyden evvel edebiyatçı olmak, öyle bir gelenekten gelmek lazım. Bu nedenle benim girişimim bir eskizdir, okuyucunun tepkisini ve ilgisini bekliyorum.'
-İlber Ortaylı-






KIYAMETLE SAVAŞANLAR

Ölümün Yanı Başında Çiçek Açan Bir Aşk...
Bir kadın... Kadere meydan okuduğu mücadelede kuralları kendisi koyuyor ve mutlak itaat bekliyordu... O, kıyamete açılan kapının bekçisiydi...
Bir genç kız... Başarılı bir modacı olacağına inanmıştı... Ama İzmir'i sarsan depremler hayallerini de birer birer yıkıyordu... Korku, bütün varlığını ele geçirirken, dönüşü olmayan bir karar vermek zorundaydı...
Bir adam... Bu zamana yabancı olan bir hiç kimse idi ve yaklaşan kıyamete aldırdığı yoktu... Ta ki genç kız hayatına girene kadar...
Bir dağ... Derin bir huşuyla, engellenemez bir biçimde ve kusursuzca dönüyordu kendi helezonunda... Usul usul dönerek sallanan bir beşikti o, ölümün içine yatırıldığı... Ve uyansın diye beklendiği!
Jipin içinde o bildik manzarayı seyrederek, kıyametin inine sokuldular. Onlar dağın eteklerine tırmanırlarken, sis her yeri sardı, hava git gide karardı ve gök kubbe o gri yüzünü başlarının üzerine eğerek alçaldı, alçaldı, adeta nefeslerini daraltarak üzerlerine kapandı...





İSİM ŞEHİR HAYVAN


Bir İgnliiz üvinersitesinde ypalın arşaıtramya gröe, klemileirn hrflareinin hnagi srıdaa yzaldıklarıı ömneli dğeliimş asılnda...
Öenmli oaln, briinci ve sonncuu herflarin yrenide olamsımyış... Çnküü, kleimleri hraf hraf dğeil, btüün oalark oykuormuşsz... Ardakai hraflrein sırsaı kıraşık da osla düüzgn ouknuyormuş.
Trüban bduur.
Tartıışlan mselee ne oulrsa olusn, bşınaa ve sounna “trüban” koyğduunda, aarda ypılaan yaınlşları görmeszin...
Yaınlşları düüzgn gbii oukmyaa, düüzgn gbii anlmaaya bşlarsaın.
Sbaah klkaarsın trüban konşuuursn, aşkam yaatrsın trüban konşuuursn.
Kaafn alalk blulak oulr ama...
Akılnda bi tek trüban klaır!







ŞAİRİN ROMANI

Adı Yerküre olan bir gezegen. En büyük kara parçası sayılan Anakara'da farklı yerlerden farklı nedenlerle Odragend'e varmak üzere yola çıkan gezginler. Elli yıl sonra yurduna dönen bir bilge şair. Yıllarca evinden hiç çıkmadan yaşadıktan sonra, çıraklarıyla birlikte kendisini yollara vuran bir şiir filozofu. Yalnızca şairleri öldüren bir katilin izini süren atlı polis ve yardımcısı.
Yol boyu içinden geçtikleri yerler, yaşamlar. Surlarında şiir bayrakları dalganan şehirler. Kanatları göğün gizemlerini birbirine bağlayan kuşlar. Sayıların, sözcüklerin, şifrelerin ardında ömür tüketen matematikçiler, dilciler, sözlükçüler, şairler... İnsanların ruhlarını sağaltan rüya terbiyecileri.
Batı'nın modern çağ fantazi romanlarıyla Doğu'nun Binbir Gece Masalları'nın özgün bir bileşimi.
Tabiata, emeğe ve şiire bir övgü.








DEVLET


Devlet kavramını ilk kez ortaya atan Platon'dan tam metin,
eksiksiz çeviriyle...
En önemli başvuru kaynaklarından, en çok okunan metinlerinden birisidir, Devlet. Yüzyıllardır, iki büyük dinin, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın yeryüzünde bilinmesinden önce de sonra da bu böyleydi. Kutsal olmasa bile, ilahi kitapların peşinden giden eşsiz yorumcularının da kitaplığının en değerli rafında bulunduruldu. İçeriğinde, en temel konuların okuru tarafından yeniden keşfedildiği söylenir. Bu ifade, aynı kişi tarafından yine okunduğunda yenilenir. Ve bu, hep tekrar eder.
Adil bir devlet oluşmayabilir ama insan adil olmalıdır, olabilir diyor, Eflatun; bugüne taşınan fenomenler var, Devlet'te. Bugünün de ferah açılımlarına rastladığımız bu bilge kitap, sadece şimdi değil yüzyıllardır öğütlemekten uzak bir noktada insanlığın iliklerine çoktan işlemiş, okurunu bekliyor.







SİHRİLİ EV

Çağdaş Türkçe edebiyatın uçarı kalemlerinden biri olan Altay Öktem, İçimde Bir Boşluk Var'da hayatı zapt eden 'boşluk' kavramını irdeliyor.
Altay Öktem keskin gözlem gücüyle modern insanın içine düştüğü çıkmazları o kendine has alaycı üslubuyla gözler önüne sererken öte yandan aşk, cinsellik ve ölüm kavramlarının insanın hayatında açtığı ve doldurmanın pek güç olduğu yoksunluk duygusunu, kendi deneyimleri üzerinden aktarıyor.
Sabah yataktan kalkıyorsun, bir bakıyorsun ki için boşalmış! İyi bir uyku çekmişsin de kafan boşalmış, ya da tuvalette uzun kalmışsın, bağırsakların boşalmış, kendini kuş kadar hafif hissetmeye başlamışsın, demek istemiyorum. Basbayağı için boşalmış. İçin bomboş olmuş yani; ne bir organ, ne iskelet, ne kas, ne kemik, ne kan, ne yağ...








YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ

'Biliyorum, imkânsız aşk bu! Ama hükmedemiyorum kendime...' demişti Murat.
'Çünkü, Yüreğim Seni Çok Sevdi! ..' Ardından da dizelere dökmüştü sevdasını.
'Yüreğim seni çok sevdi
o yürek talan
o yürek yangın yeri
o yürek seni istiyor
bir tek seni...'
Aslı ile Murat? ın İstanbul-Bursa-Amerika üçgeninde yaşadıkları destansı aşkın öyküsü.
Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği kadar gerçek...










LEYLA İLE MECNUN


Bir bütün idim ben Leylâ ile. Sense Leylâ'yım diyorsun. Sen Leylâ isen eğer; beni yakmaya hayalin yeter, takatim yok sana kavuşmaya. Varlığı olmayan bir zerreye aynadan ne fayda? Canım gideli hayli zamandır, cismindeki bir başka candır; bir özge candır. Sensin beni benden ayıran, uzaklaştıran. Ben yokum, senin tecellin var. Vuslatının ağır yükünü kaldıramam ki. Önceleri sen vardın, şimdi ben yok oldum.
Manevi dünyamda dostum daima sensin. Dış görünüşe değer verme bahsi ortadan kalktı artık. Gönül çok önceleri sana koştu canım seninle gitti. Şimdiki canım Leylâ'ya değil, Mevlâ'ya yönelik. Bir'lik yolunda seninle olmam, yanarım. Şimdi, gözümün nuru, gönlümün aydınlığı! .. Ben maskaralığa nam salmışım nam salmışım bari sen bu yola girme. İçinden çıkma namus perdesinin.
Mecnun olan benim; bana yaraşır delilik, kınamışlık.
Şimdi git, aşk töresini, âşıklık geleneğini, maşuk gidişatını bozma. Gir şimdi, ey vefalı! Açtırma kötü söz arayanların dudaklarını; sakız verme dedikodu arayanların ağızlarına. Beni aramaya çıktığını âleme bildirip deliliğine ferman yazdırma. Kimse seni burada görmeden git. Ben ki varım; sen içimdesin, bunu bil! ..










A. Ş. K. Neyin Kısaltması

Aşk, yalnızlık, baba olmak, dostluk, hüzün, ayrılık... Çok satan romanıyla tanıdığımız Tuna Kiremitçi, kalemiyle hayatın köşelerine tek tek dokunuyor... Bazen eski bir şarkının peşine düşüyor, bazen de yeni öykülere açıyor yüreğini...
Işıklı caddeler ıssız patikalarl, sonbahar rüzgarları sıcak sevişmelerle buluşuyor... Genç bir yazarın özel dünyasını merak edenler ve Tuna Kiremitçi'yi daha yakından tanımak isteyenler için...









Divan Edebiyatı Antolojisi

Lise öğrenimini bitiren bir Türk gencinin kendi edebiyatı ve edebiyatının büyük şahsiyetleri hakkında az çok bir fikir edinmiş olması, milli kültür açısından bir zarurettir.
Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü tarafından büyük bir emek sarf edilerek hazırlanan Divan Edebiyatı Antolojisi adlı bu eserde, eski ve yeni bütün Türk lehçelerinin değil, Tanzimat devrine kadar Anadolu Türkçesinin nazım edebiyatı incelenmiş ve yalnız Anadolu Türk şairlerinden örnekler alınmış, ilaveten eserin sonuna ayrıntılı bir sözlük de eklenmiştir.













HANCI

Handır Bu Gönlüm...
'Bu eser yeni ilâvelerle yazarın muhtelif zamanlarda kaleme aldığı mensur şiirlerinden meydana gelmiştir. Her biri Ayverdi'nin zengin iç dünyâsını yansıtan ve derin bir tasavvufî neşveyle yüklü bu şiirler, türünün en güzel örneklerindendir.'


SAMİHA AYVERDİ:
1906 yılında İstanbul'da doğan Ayverdi, çocukluğunu o dönemin en renkli semtlerinden olan Şehzadebaşı'da geçirmiş, resmi öğrenimini Süleymaniye Kız Numune Mektebi'nde yapmıştır (1921) . Bu eğitimden sonra özel öğrenim görmüş, kültürlü bir aile çevresinde kendisini yetiştirmiştir. Baba evine dönemin okumuş yazmış insanlarının geldiğini belirten Ayverdi, 'o devirlerde evlerine edebiyat sever kişilerin yanı sıra Ali Rıza Bey, Sami Bey, Reşid Bey gibi asker ressamların da geldiğini' yazmaktadır.
Ayverdi'nin ilk gençliği, 'bu durmuş oturmuş, okumuş yazmış kimseler arasında geçen konuşmaları bütün ile takip edemiyordum' demesine rağmen, işte böyle bir çevre içinde geçmiş ve onu yazarlığını biçimlendirecek olan şu soruya bağlamıştır: 'kaybolan veya kaybolmaya mahkum bulunan neydi? '
Ramazanoğulları'ndan olduğunu söyleyen, 'bir ceddim yeniçeri, bir ceddim Macar ellerinde yatan Gül Baba' diyen Ayverdi, dindar bir çevre içinde yetişmiş, Osmanlı-İslam uygarlığına derinden bağlanmıştır. Ayverdi'nin 'silsilesi Cüneyd Bağdadi'ye varan Rıfaiyye tarikatine bağlı olduğu' belirtilmektedir.
Romanları yanısıra çeşitli inceleme yapıtları da veren Samiha Ayverdi'nin, dünya görüşü açısından muhafazakar bir yazar olduğunu belirtmek gerekir. 'Tanzimat'ı Hakanî ve zorlama bir inkılap' olarak niteleyen, 'Meşrutiyetin de memleket realitelerinin icbârı ile yapılmadığını' söyleyen ve nihayet, 'Cumhuriyetin, Türklüğü bütünüyle Greko-Latin' medeniyeti camiasına mal etmenin seferberliğini açtığını öne süren Ayverdi'nin çağdaş kurumlarla derin bir uzlaşmazlık içinde bulunduğu görülmektedir.
ALDIĞI ÖDÜLLER:
Ayverdi, hizmetlerinden dolayı, 1978’de “Türkiye Millî Kültür Vakfı Armağanı” ile taltif edilmiş; 1984’te kendisine, Millî Kültür Vakfı Tarafından “Türk Millî Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı” takdim edilmiş, 1985’de “Yeryüzünde Birkaç Adım” isimli eseri münasebetiyle Boğaziçi Yayınları tarafından “Boğaziçi Başarı Ödülü” verilmiş; 26 Nisan 1986’da, Türk Edebiyat Vakfı tarafından “Millî Sanata Hizmetlerinden ötürü” bir plaket sunulmuştur.
Bunların yanısıra, Türk Edebiyat Dergisinin 127inci sayısında (1984) , Sâmiha Ayverdi için özel bir bölüm ayrılmıştır. Yazı hayatının 50inci yılı dolayısıyla, Aydınlar Ocağı Genel Merkezi’nde 5 Mart 1988 tarihinde kendisine plaket verilmiş, aynı münasebetle Kubbealtı Akademi Mecmuası Ekim 1988 Sayısını kendisine ayırmıştır. Türk Edebiyatı Dergisinin Ekim 1988 tarihli 180. sayısının bir bölümü de Sâmiha Ayverdi’nin 50. Sanat yılına ayrıldı.
1988 yılında yayınlanan “Hey Gidi Günler Hey” isimli eseri üzerine, Türkiye Yazarlar Birliğince kendisine “Yılın Dil Ödülü” verildi.
13 Mayıs 1990 tarihinde, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, bir şükran beratı ile teşekkürlerini bildirdi.
1992 yılında Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliğince (İLESAM) , kendisine “Üstün Hizmet Ödülü” verildi.
Ayverdi son olarak, kurucu üyeliğini yaptığı Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından, 28 Şubat 1992 günü “Minnet ve Şükranlarının ifadesi olan” bir plaket sunuldu.
Sâmiha Ayverdi, 22 Mart 1993 günü vefat etti.

... Müslüman Türk olmanın verdiği mesuliyetle ömrü boyunca bir cihat şuuru icinde fasılasız otuzu aşkın eser veren, hizmeti dağlar misali olan Ayverdi 'hancı' ile bizi yolun başındaki Samiha Ayverdi'ye götürmekte sanki: 'elime verilen kalemle elimden geleni yaptım, ama işte ben gene buyum, gene aşkı ve şevki taptaze olanım' demektedir. Yazdığı her kelime için payansız minnet ve şükran... diye not düşmüş İlhan Ayverdi Takdim'inde 'Hancı' adlı kitaba...

HANCI'dan Alıntılar:
'Handır bu gönlüm, ya misafirhane...
Dert konuklar, derman konuklar, hayal konuklar, melal konuklar; mümkün konuklar, muhal konuklar. Hele hasret, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.
Handır bu gönlüm, yıkık, dökük...
Fakir konuklar, zengin konuklar, alim konuklar, cahil konuklar; gelen konuklar, geçen konuklar. Hele bir hancı vardır, hiç çıkmaz ordan, çıkmaz ordan.'
*
“Çocuktum, ufacıktım, ama yüreğimde koca bir dert, koca bir acı, koca bir ateş vardı. Hüzün müydü, melal miydi, istek miydi, hasret miydi, neydi ki?
Ben büyüdüm, o büyüdü. Yel esti eyyam geçti... Günler günleri, geceler geceleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı durdu. Artık onu içime sığdıramaz oldum.
Bu, ne hüzündü, ne kederdi, ne sevinçti, ne istekti, ne de melal... Meğer bu, senden bir haberci, bir sözcü, bir müjdeciymiş, ne bilirdim ben? ”
*
'Bilirsin, daha kendimi mana aleminin emekleyen bir çocuğu bulmaya başlarken, dilimin döndüğü, gücümün yettiği kadar, seninle bu cihan ortasında aracılık etmeyi, önüne geçilmez bir heyecanla yaşar oldum. Çok defa susayım artık susayım... bir daha hiç ağzımı açmayayım... dediğim de oldu. Ama çeşmenin suyunu elinin ayası ile tıkamak gafletinde bulunan çocuk, bu karşı koyuşa isyan eden sularla nasıl tepeden tırnağa ıslanırsa ben de ne zaman kendi kendimi susturmak istediysem o söz geçmez coşkunluğun sitemi tufanına uğradım.
Devletlim! Afak içinde, mavera içinde neyim ben? Ezelden ebede savrulan zaman harmanı içinde, bir burçak... Kâh ekilen, kâh biçilen, kâh yeşerip, kâh dişlenen bir dane...
Bu dane, evvelce seni bilmeye özenir, bileceğini sanırdı. Zamanlar geçtikçe hiçbir şey bilmeyeceğini, bu dünyaya, sade hayran olmak için gelindiğini öğrendi. Bilmenin âlâ derecesi bilmemek, ilmin gayesi de ilimsizlikmiş. Buna, biz iman etmeyiz de kim eder? Söyle, kim eder? '
*
'Ey yalnızlığımın kapısını çalan! Acımın içinden sesin geliyor. Biraz memnun, biraz mahzun, sıcak, mahrem sesin geliyor.
Ey yüreğimin eşiğini atlayan! Derdimin içinden devan geliyor. Biraz acı, biraz tatlı, hem şifalı, hem sefalı, kâh sitemkâr, kâhi şâdân, sesin geliyor, sesin geliyor.'
*
'Söyledin. Yıllar ve yıllardır, neler neler söyledin. Her biri çağladı, yaprak yaprak döküldü, birikip hazinelerim doldu. Kıyametler gelip geçse, bunlar eksilmez tükenmez, ey varlığının hırsızı olduğum Devletli... eskimez, tükenmez.
Şimdi susuyorsun. Fakat karanlıkları boydan boya kesen şimşek gibi, sükûtundaki o heybetli esrarın dilinde, gene gökten sahife sahife inen bir semavi kitabın belagatı var. Kanlı bir meydana dönmüş yüreğim üstüne yemin ederim ki, bu sükûtun, sanki binlerce dudak kesilip gene veriyor, veriyor.
Bundan sonra ister söyle, ister sus, istersen sadece dinle. Ama cümle alem şuna inansın ki, evvelce söylemediklerin de, bugün sükûtunun kuytuluklarında konuşuyor.'
*
'Dua edecektim, içimden bir ateş yükseldi, kelamımı, meramımı yakıp kül etti.
Bir ses duydum: sen mi idin, yoksa ben mi? '
*
'Hayatın ve ölümün gizli ve aşikar imtihanlarından sana sığınırım ya Rabbim...'
*
'Mektubumu elim yazmadı. Yok, yok benim yazıcım gönlümdür.
Hayır, eksik söyledim... ne elim var ne de gönlüm... çenk de sen, mızrap da.
Ama bilmem ki ne zaman, sen ben, demekten kurtulacağım? '
*
'Affet beni, ey uğrunda ölümlere kanamadığım, affet! Seni artık bir divane, bir çılgın gibi çağırmayacağım. Gelmediğin zamanları hesap edip, adetlerin korkunç boğultusuna gömülmeyeceğim. İster gel, ister gelme. Gelsen de, gelmesen de olan olmuş bana.
Kıyabilsem, billah seni suçlardım. Ne diye şu garip dünyaya gelip sükûnumu bozdun? İnkar edemem. Aldınsa da verdin. Keyfimi rahatımı altüst ettinse de, bir sihirli taht düzüp, bu senindir, diyerek kolumdan çekip üstüne oturttun. Ne ki ızdırabı da taç yapıp, gene kendi elinle başıma koyan sen oldun. Saltanatım, hükümranlığım eşsiz de olsa, bilmez misin ki, buyruğu da, devleti de koyup bu cihanın dışına yol bulmak tek kârımdır benim.'
*
'Hasret bir han, ben hancıyım. Hasret bir yol, ben yolcuyum. Hasret kalem, bense yazı. Hasret mizan, bense mahşer.
Hasret bir saz, ben bin nağme. Hasret çile, bense derviş. Hasret çarmıh, ben bir mahlukum. Hasret kılıç, bense şehit.
Hasret derya, ben bin dalga... Yüzer yüzer yüzücüyüm. Hasret sırat, ben bir yolcu. Geçer, geçer, geçiciyim.'
*
Not: Nazenin ve velûd bir gönül kaleminden samimi kelimeleri yudumlamak dileyenlere...

YORUM







Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım



Hikayemiz kadın ve erkek kahramanı çocuklarını birlikte geçirirler ve bir gün erkek yeni hayatları keşfetmek, yeni insanlar tanımak isteği ile yaşadığı kenti bırakıp uzaklara gider. Uzun yıllar ondan hiç haber gelmez, yıllar sonra ise arada sırada bir kaç mektup yollamaya başlar. Bu arada kadın kahramanımız (Pilar) yaşadığı kentte kalır, fakülteye girer, kendini başarılı olmaya adar, mutlu
bir evlilik hayalleri kurar, ideal koca adayı ile nişanlanır ama ondan da bir süre sonra ayrılır. Yani her günü aynı olan, aynı insanlarla, aynı şehirde geçen, heyecansız, amaçsız, aşksız bir hayat sürdürür. Erkek kahramanımız son mektuplarında dinden, tanrıdan sıkça söz etmeye başlar ve en son mektubunda dinsel bir konuşma yapmak için Madrid'e geleceğini ve onu da o konuşmaya davet ettiğini söyler. Pilar sadece geçmişten söz etmek ve geçen onca yıldan sonra onu görmek için sadece bir gün için Madrid'e gider. Hikayemiz de işte tam bu noktada başlar.
Pilar, onun konuşmasını hayranlık, ama daha çok şaşkınlıkla dinler. Çünkü geçen yıllar her ikisini de çok değiştirmiştir. Yaşadığı şehri dünyayı tanımak için bırakıp giden o genç erkeğin yerini insanlara hayatın mucizelerini anlatan, bilgece sözler eden, insanlara yol gösteren bir adam almıştır. Mucizelere, aşka ve hayata inanan kadın ise hayattan korkan, monoton ve zaman öldüren biri olup çıkmıştır. Yani geçen yıllarda adam kendini bulmuş, kadın ise 'öteki'ne dönüşmüştür. Bu kitaptaki asıl hikaye aşk ile kendini bulan, öteki'nden kurtulan bir kadın ve erkeğin hikayesidir.
Peki kimdir 'öteki'? 'Öteki, bana olmayı öğrettikleri, ama ben olmayan kişidir. İnsanların, yaşlandıklarında açlıktan ölmek istemiyorlarsa, yaşamları bıyunca nasıl para kazanmaları gerektiğini düşünmek zorunda olduklarına inanır. Ne kadar çok düşünürlerse o kadar çok plan yaparlar; yaşayan birer varlık olduklarını da, vadeleri dolmak üzereyken anlarlar ancak. O zaman da artık iş işten geçmiştir.'
Şöyle der adam Pilar'ın dinlediği ilk konuşmasında: 'Kendini tehlikeye atmaktan korkan insana ne yazık! Çünkü o kişi belki de hiç düş kırıklığına uğramayacak ve peşinden koşacak bir düşü olanlar kadar acı çekmeyecek. Ama dönüp de arkaya baktığında - çünkü her zaman, sonunda dönüp arkamıza bakarız- yüreğinden şu sözcüklerin döküldüğünü duyacak: Tanrının, yaşadığının her güne ektiği mucize tohumlarını ne yaptın? Yaradanın sana bağışladığı yetenekleri ne yaptın? Hepsini bir çukura gömdün, çünkü onları yitirmekten korkuyordun. İşte, şimdi elinde kalan: Yaşamını yitirmiş olmanın kesinliği...' adamın yaptığı her konuşma, söylediği her söz kadının kendini sorgulamasına neden olur. Pilar'ın içinde bir iç savaş başlar. Ya yaşadığı hayata dönecektir yada yaşamın kendine
sunduğu olanakları izleyerek çocukluğunda sevdiği bu adamın peşinden bir haftalık bir geziye çıkacaktır. Geziye çıkmayı kabul eder, ama hala içindeki çelişkilerle birlikte...
Pilar yıllar boyu hayatı denetimi altında tutabileceğine inanmıştır, hayatın her anını önceden planlamış ve hiç bir mucizeye yer bırakmamıştır. Şimdi, yıllar sonra çocukluk aşkı ona onu hala sevdiğini söyler, ama böyle bir aşkı kabullanmek ve yaşamak hayatını bu şekilde kurmuş biri için mümkün müdür? 'Barajlar gibidir aşk, bunu biliyorum. Bir zerre suyun sızabileceği bir çatlak bırakırsanız, bu su duvarları yavaş yavaş kemirir ve öyle bir an gelir ki, akıntının gücünü artık kimse denetleyemez. Duvarlar yıkılacak olursa, aşk efendi olarak her şeye el koyar; neyi yapabilirim, neyi yapamam, sevdiğim kişiyi yanımda tutabilirmiyim, tutamaz mıyım gibi sorular artık boşunadır. Aşık olmak denetimi elden kaçırmak demektir' Hayatı kontrol etmek için, korunmak için, yara almamak için etrafımıza ördüğümüz duvarlar belki bizi koruyabilir, ama aynı duvarlar bizi hapsetmiş de olmaz mı? Kendimizi hayattan soyutlayarak yaşadığımız bir hayat, gerçek bir hayat sayılabilir mi?
Ve Pilar aşkın her evresini geçtiğinde, kendini aşka bıraktığı ölçüde ruhunun öteki'nden de arındığını farkeder; 'Bundan böyle kendi karanlıklarım beni hiç boğmayacak, diye kendi kendime söz verdim ve kapıyı Ötekinin yüzüne çarptım. Üçüncü kattan düşmek de, yüzüncü kattan düşmek kadar hasar bırakırdı. Düşeceksem, çok yükseklerden düşmeliydim.'
Hikayenin sonunda ise Pilar artık ruhundaki tüm esaretlerden, tüm korkulardan, tüm çelişkilerden kurtulmuştur artık; ruhu arınmıştır, kendi'ni bulmuştur; 'Yıllar boyu yüreğime karşı savaşmıştım, çünkü üzülmekten, acı çekmekten, terk edilmekten korkuyordum. Gerçek aşkın bütün bunların üstünde olduğunu, hiç sevmemektense ölmenin daha iyi olacağını her zaman biliyordum. Ama bu cesarete yalnızca başkalarının sahip olduğunu düşünüyordum. Ve şimdi, şu anda, bunu yapabilecek gücün bende de bulunduğunu keşfediyordum. Ayrılık, yalnızlık, üzüntü anlamına da gelse, aşk her şeye değerdi.'

YORUM








Da Vinci Şifresi

DA VİNCİ ŞİFRESİ” HK. ELEŞTİRİ VE İNCELEME
Kitabın en çarpıcı iddialarından biri 12 havariden birinin Mecdelli Meryem isminde tövbekar bir fahişe olduğu, İsa ile evlendiği, çocukları olduğu ve İsa'nın gizli gnostik öğretileri karısına aktardığı yolundadır. Yani aslında “Da Vinci Şifresi” bir yerde hristiyanlığın tarikatlarından biri olan gnostisizm görüşünü mü savunmaktadır yoksa?


KİTABIN YAZILMA AMACI
“Da Vinci Şifresi” gerçekten sürükleyici bir roman. İki-üç günde elimden bırakamadan heyecanla okudum. “Tapınak Şövalyeleri” (günümüz masonları) ile “Vatikan” (Katolik Kilisesi) arasındaki tarihsel çatışmayı yansıtıyor...
Kilise dogmasında Teslis veya Üçlük öğretisine göre Tanrı “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” tan oluşur. Bunların üçü de Tanrı’dır. Yani, İsa, Tanrı’nın ta kendisidir. O halde, eğer İsa’nın herhangi bir şekilde Tanrı değil de sıradan bir insan olduğu kanıtlanırsa Kilise’nin ağır bir darbe alacağı sanılmaktadır. Kitabın asıl yazılma amacı bu.
12 HAVARİDEN BİRİ KADIN MI?
Kitabın en çarpıcı iddialarından biri 12 havariden birinin Mecdelli Meryem isminde tövbekar bir fahişe olduğu, İsa ile evlendiği, çocukları olduğu ve İsa'nın gizli gnostik öğretileri karısına aktardığı yolundadır. Yani aslında “Da Vinci Şifresi” bir yerde hristiyanlığın bir tarikatı olan gnostisizm görüşünü savunmaktadır. Buna kanıt olarak da Leonardo da Vinci’nin Cena (Son Yemek) tablosunda İsa’nın sol tarafındaki havarinin bir kadın olduğu ve bunun bugüne kadar fark edilemeyen bir skitoma (göz aldanması) olduğu, çünkü 12 havarinin hepsinin erkek olduğu hakkında beynimizdeki şartlanmanın bu göz aldanmasını yarattığı ve resimdeki kadını erkek gibi gördüğümüz vurgulanmaktadır.
Gerçekten de tabloda İsa'nın sol tarafındaki havarinin kadın olduğu zor fark edilmektedir. Resim pek net değildir. Ancak, ben doğrusu tabloyu hiç bu açıdan incelememiştim. Ama dikkatle bakılınca kadın olduğu fark ediliyor.
Ancak, İncil’de anlatılan “Son Yemek” (Cena) öyküsünü resmeden bir tek Vinci değildir. Bugüne kadar Cena kırktan fazla ressam tarafından resmedilmiş olup bunların çoğunda havarilerin hepsi erkek olarak resmedilmiştir.
Örneğin “Titien” diye bilinen Vinci’nin çağdaşı bir başka ünlü ressam Tiziano Vecellio’nun (XV yy) Cena tablosunda havarilerin hepsi erkek olup Mecdelli Meryem yoktur. Bu farklılık nasıl oluyor peki? Bu iki tablo arasında böyle bir farkın bulunmasını nasıl açıklayabiliriz?
Birincisi tabloları sipariş edenler kendi inançları doğrultusunda tabloların kompoze edilmesini istemiş olabilirler, ikincisi de ressamlar kendi inançlarına göre tabloları kompoze etmiş olabilirler. O halde, buradan, ya siparişi verenlerin, ya da Leonardo’nun gnostik felsefeyi benimsemiş olduğu sonucunu çıkartabiliriz.
Öte yandan, 12 havariden birini kadın olarak resmeden bir tek Leonardo değildir. Fransız ressam Philippe de Champaigne’nin (XVII yy) Cena tablosunda da İsa gnostik yoruma göre Mecdelli Meryem ile birlikte resmedilmiştir. Bu tabloda İsa’nın yanındaki havarinin çok güzel bir kadın olduğu Vinci’nin tablosundan çok daha net bir şekilde görülmektedir. O halde, Dan Brown niye acaba “Champaigne Şifresi” diye bir roman yazmamış ki?
ROMANIN SAVUNDUĞU GİZLİ GÖRÜŞ GNOSTİSİZM NEDİR?
Gnostisizm (irfaniyyun, bilinirciler) MS II. yüzyılda ortaya çıkmış bir hristiyan tarikatı, felsefesi; bilinirlik, gnostizm, gnosizm de denilebilir (gnosis: yun. bilgi) : yahudi tasavvufu kabbala, helenistik felsefe ve hristiyanlığın karışımımdan doğdu; düalist, ikili bir yapısı vardır: Maddi şeyler kötülükle özdeşleşmiştir, ruhsal şeyler ise iyilikle. İyilik ruhsal özlüdür ve ona salt gnosis’ e sahip olan seçkin bir zümre ulaşabilir.
Gnostiklere göre ana sorunsal insanın iç dünyasıdır. Önemli olan gizli bilgilere ulaşmak, içsel ışığı keşfetmektir: İnsanın içi ve yüreği tertemizdir. Oysa, İncil’e göre asıl sorunsal açıktaki bilgiyi, dışsal ışığı keşfetmek, bilmektir: Çünkü insanın içinden geçenler insanı kirleten şeylerdir. Ağızdan giren insanı kirletmez, çıkanlar kirletir. Bunun için insan kendini dış ışığa, Tanrıya yöneltmelidir. Gnosizm insan bedenini ruhun tutsak olduğu bir “hapishane” olarak görmüştür: Kurtuluş “ölüm” iledir. Oysa, İsa, bedenin ruhun oturduğu bir “tapınak” olduğunu söylemiştir: Kurtuluş “sonsuz hayat” iledir.
ROMANIN ZAYIF/GÜÇLÜ YANLARI VE İDDİALARI
“Da Vinci Şifresi” tipik bir “çok satan”. Romanda sanatsal bir yön, estetik bir özen yok. Ancak, çok etkileyici bir sinema tekniğiyle yazılmış. Herhalde yakında sinemalarda görürüz. Türkçe çeviri pek başarılı değil. Böyle bir romanı türkçeye çevirecek olan kişinin en azından hristiyan tanrıbilim terimlerini ve bunların türkçelerini bilmesi gerekirdi.
Romanın zayıflıklarından biri öldürülen müze müdürünün insan bedeninin anatomik çizimi olan “vitruvius” adamı pozunda yerde yattığının romanın kahramanlarından Prof. Langdon tarafından, çok sonra, zar zor fark edilmesi. Bu ünlü çizim Vinci’nindir. Oysa, bunu ben romanı okurken hemen fark ettim. Yani, sıradan bir analitik zekanın fark ettiğini koskoca Prof. nasıl fark edemiyor? Yine 71. paragraftaki şifreli yazıların tersten yazılmış olduğunu ben bir bakışta anladım. Fakat yine romandaki Profumuz bir türlü bu basit numarayı çözemez.
Da Vinci Şifresi’nin bir iddiasına göre de, İsa’yı Tanrı gibi gösteren bir İncil oluşturulması Kilise tarafından organize edildi. Daha önce yazılmış olan gerçek İnciller toplatıldı ve yasaklandı. MS 325teki İznik’te yapılan ekümenik toplantıda muharref İnciller seçildi. Da Vinci Şifresi’ nin en uyduruk iddiası bu. Tarihsel gerçek MS 325 İznik konseyinde İncil seçimi değil, İsa’nın “tanrılığı”nın tartışıldığını gösterir.
GNOSTİK İNCİLLER
Bu bağlamda roman gerçek İncillerin gizli gnostik İnciller olduğunu savunmaktadır. Bir kere gizli mizli İnciller olmadığı gibi öyle iddia edildiği gibi 80 adet İncil de yoktur. 1945de Mısırda Nag Hamadi’de bulunan 13 deri kodeksten (48 ayrı metin ve 1000 sayfa) oluşan, kıptice yazılmış, MS II-III yüzyıllardan kaldığı sanılan gnostik elyazmaları ve İnciller zaten gizli değildir, 1977de kitap halinde yayınlanmıştır. Bunlar: Pistis Sophia (İman Bilgeliği) , Yeu Kitabı, Apokrifon, Hakikat İncili, Tomas İncili, Filip İncili, Mısırlılar İncili, Meryem İncili, Yuhanna Şeriatı, Gerçeğin Tanıklığı, İsa’nın Öğretisi gibi kitaplardır. Yani görüldüğü gibi hepsi İncil adını taşımaz.
Gnostik İnciller İsa'nın yahudi din adamları tarafından Romalı yetkililere teslim edilerek çarmıha gerildiğini, öldürüldüğünü yadsır. İsa çok kutsal ve yüce olduğundan insanlarca öldürülemez; işkence göremez ve acılar içinde ölemez; yakalanan, haçı taşıyan, işkence gören, çarmıha gerilen kişi İsa’nın hayali veya ona benzer biridir.
Bertrand Russell, İslam peygamberi Muhammet’i de gnostikler içine dahil eder. Kuran peygamberlerin yada yüce kişilerin asla kötü işler yapmayacağını, kötü bir sonla öldürülemeyeceklerini savunur. Russell’a göre bu nedenle Kuran gnostik tarikatlardan biri olan dosetiklerin görüşünü benimser: Çarmıha gerilen İsa değil, bir hayal yada onun benzeridir.
Böylece gnostik görüşte yahudilerin İsa’nın ölümünden sorumlu tutulması savı da kendiliğinden düşmüş olur! Yani, İsa gerçekte öldürülmediğinden yahudiler ve hahamlar suçlanamaz. Böylece “Da Vinci Şifresi” bir yerde Mel Gibson’un “İsa’nın Acıları” filminin rövanşını mı almış oluyor acaba?
FİLM HAKKINDA
Gösterime girdiğinin haftası filmi gördüm. 3 saat sürüyor. Gerçi 2 bardak neskafe içmeme rağmen bir ara uyuya kaldığım oldu. Bazı yerlerde kahkahalarla gülmemek için kendimi zor tuttum. Film romandan kötü. Çoğu sahneler çok karanlık ortamlarda çekilmiş. Göz gözü görmüyor. Tom Hanks’a profesör Langdon olmak yakışmamış. Çizgi roman kahramanı Martin Mystere ondan daha iyi rol keser! Hanks aynen Godzilla gibi. Uzun süren bir uykudan uyanmış gibi bön bir yüz ifadesiyle Jean Reno da hiç rolüne oturmamış ve inandırıcı değil.
Tüm aktörlerin sanki birilerinden emir almış veya pataklandıktan sonra zorla film setine çıkarılmışlar gibi bir haldeler. Ne diyeyim gidin görün de, ücretsiz davetiye veya biletsiz sızmaya çalışın. En çok o kendini kamçılayan rahip bozuntusuna güldüm. Korkunç görünmeye çalışan bir soytarı! Ve bir de kutsal kase rolündeki kıza, yani Sophie Neveu (Audrey Tautou) . Daha boniş kılıklı eblek birini bulamamışlar demek ki.
Şimdi bu arada bir takım soytarılar da İsa’nın tarihte yaşamadığını kanıtlamak için kollarını sıvamışlar. Bizim ünlü ağzı kalabalık çok bilmiş medyatik goygoyculardan biri de bunların arasındaymış. Tertulian, Josephus gibi romalı ve musevi tarihçiler İsa’nın yaşadığına tanıklık ederlerken bunun aksini kanıtlama çabalarının altında ne olabilir ki? Eğlence başlıyor mu yoksa?
Yoksa tüm bu işler Kudüs’te inşa edilmekte olan güvenlik duvarından, Mescidi Aksa ile Kubbetüs Sahrayı yıkıp yerine Süleyman Mabedini yeniden inşaya kadar gidecek olan bir sürecin başlangıcını kamufle etmek, dünya kamuoyunun dikkatini başka yerlere çekmek için uygulanan bir dizi strateji mi? Uzaylılar da son tahlilde işin içine karıştırılacak mı? Ya millet ne kolay para kazanıyor şaşıyorum. Şimdi ben de kalkıp “Mustafa Kemal Sabetayist miydi? ” diye bir kitap yazsam acaba köşeyi döner miyim?

YORUM





 

Böyle Söyledi Zerdüşt


Böyle Buyurdu Zerdüşt Üzerine
Nietzsche'nin düşüncelerinin en yüksek düzeye eriştiği olgunluk dönemi, 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' adlı eseri ile başlar. Bu eser Nietzsche felsefesinin ana kitabıdır. Bu eser Nietzsche'nin tanımı ile kitapların en derini, en yücesidir. Nietzsche bu kitabı yazmakla insanlığa o zamana kadar sunulmuş en büyük armağanı sunduğunu belirtir.


Nietzsche'nin düşüncelerinin en yüksek düzeye eriştiği olgunluk dönemi, 'Böyle Buyurdu Zerdüşt' adlı eseri ile başlar. Bu eser Nietzsche felsefesinin ana kitabıdır.
Ecce Homo'da Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eseri için şöyle der:


'Yazılarımın içinde Zerdüşt'ün ayrı bir yeri vardır. Onunla insanlığa şimdiye dek verilen en büyük armağanı sundum. Binyılları aşan sesiyle Zerdüşt yazılmış en yüce kitap, gerçekten yüksekler kitabı olduğu gibi - insan denen olguyu uçurumlar boyu aşağısında bırakmıştır - hem de kitapların en derini, doğrunun en derin hazinelerinden doğmuş olanıdır; bir tükenmez kuyudur, içine daldırılan kova ancak altın dolu, iyilik dolu olarak çıkar'
Eser dört ana bölüme ayrılır. Her bölümde değişik insan davranışlarını ve insani olguları konu edinen başlıkların toplamı seksen üçtür. Nietzsche ilk iki kısmını 1883'te, üçüncü kısmını 1884'te, dördüncü ve son bölümünü ise 1885'te kaleme almıştır.
Eserin dili şiir ile düz yazı arasındadır. Bazı bölümler şiiirden çok düzyazıya, bazı bölümler ise düz yazıdan çok şiire yaklaşır. Fakat eserin bütünlüğünde şiir niteliği ağır basar. Nietzsche düşünürken de, yazarken de hem bir filozof hem de bir sanatçıdır, şairdir.
Anlatımı ve cümle kuruluşları Alman diline uymayan farklı bir söyleyiş tarzı içerir. Nietzsche dilin kuralları, kısıtlı anlatımı, dar kalıpları ile anlatamadığı düşüncelerini bir ozan bağımsızlığı ile dil ile oynayarak anlatmaya çalışır. En sığ sanılan anlatımlarda bile insanı şaşırtacak şekilde derinleşir.
Alman dilinin gelenekçi söyleyiş kurallarının dışına çıkan Nietzsche, yazılarını bir şiir uyumu içinde yazar, aklından geçeni yazıya dökerken dil bilgisi kurallarını bir yana iter; aforizmalar şeklinde yazdığı eserlerinin büyük kısmı imalarla, düşüncelerine dair ipuçları ile doludur. Olumlu başladığı bir cümleyi yada fragmanı olumsuz bitirir yada olumsuz başlar, olumlu bitirir. Alaycı, iğneleyici bir anlatımı vardır.
Bu yazım tarzı onun felsefesi ile ilişkilendirilebilir. Nietzsche için felsefe yaşam ile içiçedir. Filozof - Nietzsche'ye dek anlaşıldığı gibi - yaşamın ötesinde, yaşama karşı ezeli - ebedi bir takım ilkeleri, öncesiz- sonrasız hakikatleri ve olguları düşünen, soyutlama yapan, cam kulelerden hayatı seyreden kişi değildir. Nietzsche'de filozof bir birey olarak, bir yaratıcı olarak, değişmeden korunan her değere karşı bir savaşçı olarak, yaşamın tam ortasında, oluşun içinde, sorunsal olanın arayışında, putların tam karşısındadır.

'Felsefe bugüne dek anladığım, yaşadığım gibisi, yüksek dağda buz içinde gönüllü yaşamaktır - varlıkta yabancı, sorunsal olanı, şimdiye dek törenin yargıladığı herşeyi arayıştır.'
Filozof, bugüne kadar değişmeden kalan herşeyi değiştiren, doğru olduğuna inanılanların yanlışlığını, yanlış olduğuna inanılanların doğruluğunu gösteren, değerlerin yazılı olduğu levhaları kıran kişidir.

'Benim filozoftan anladığım şey o yakınında ne varsa hepsinin tehlike de olduğu korkunç dinamit...'
Nietzsche, 'inanmanın' karşısındadır. Çünkü inanmak sorgulamadan kabul etmektir, oysa Nietzsche hiçbirşeyi hatta kendi düşüncelerini bile sorgulamadan, onlara saldırmadan edemez.

'İnananlar istemiyorum ben; kendi kendime inanmak için bile çokça hayınım sanıyorum'
Nietzsche yaşanım ana niteliğini oluş ve değişme olarak kabul eder. Onun aynı kalan, değişmeye direnen, putlaştırılmış herşeye saldırması bu yüzdendir. Felsefe de yaşamın içinde, yaşamla içiçe olmalı; bu yüzden de tüm kalıplardan uzak durmalıdır. Felsefeyi bu şekilde tanımlayan Nietzsche'nin eserlerinde belli bir dilin kalıpları, kuralları içine hapsolmasını beklemek mantıksızlık olur.
Fakat anlatımdaki bu belirsizlik, bu yapıtın ve genel olarak da tüm eserlerinin yanlış yorumlanmasına, çoğunluklada düşüncelerinin bilinçli olarak saptırılarak, Nietzsche'nin asla savunmayacağı hatta tam karşısında olduğu görüşlerce kullanılmasına yol açmıştır. Nietzsche yanlış anlaşılacağını,bu tarz bilinçli saptırmaların olacağını ve bunlardan duyduğu rahatsızlığı şu şekilde ortaya koyar;

'Yığınlar için konuşmuyorum. Yüreğim oynuyor yerinden günün birinde beni ermişler katına koyacaklar diye. Anlıyorsunuz değil mi, bunu önceden çıkarıyorum ki sonradan benim adıma bir takım budalalıklara girişilmesin.'
Arthur Danto, Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün 'Herkes için olan ve Hiç kimse için olmayan' şeklindeki alt başlığı tam da bu kitaba uydun düşmektedir der. Gerçekten de Zerdüşt, herkes için yazılmıştır, ama onu doğru yorumlayacak insanlar yüzyıllar boyu hiç çıkmayabilir. Ama bu durum Nietzsche için bir üzüntü kaynağı olmaktan çok uzaktır. Aksine o sadece seçilmiş insanların kendisini anlayacağını, sürünün - yığının onu anlamayacağını yada yanlış anlayacağını Böyle Buyurdu Zerdüşt'ün ve diğer eserlerinin bir çok kısmında belirtir.

'Anlamıyorlar beni; bu kulaklara göre ağız değilim ben.'

'Her babayiğidin harcı değildir Zerdüşt'ü duyabilmek...'
Nietzsche yaşadığı dönemde (günümüze dek doğru yorumlanıp yorumlanmadığı da tartışılması gereken bir konu) hiç kimse tarafından doğru olarak yorumlanmamıştır. Ama o bu durum karşısında, yeryüzünün anlamı olacak kişiler için yazdığını onların ise ortaya çıkışının yüzyıllar alabileceğini belirtir. İşte Nietzsche onların habercisi, yol göstericisidir.

'Bu gün oltadır yazılarımın her biri; Kim bilir belki de herkesten ustayımdır olta atmakta. Hiç birşey vurmadıysa benim değil suç. Balık yoktu...'
Böyle buyurdu Zerdüşt'te Nietzsche kendisine sözcü olarak Zerdüşt'ü seçer. Eski İran peygamberi olan Zerdüşt, yani tarihsel Zerdüşt, dünyanın birer nesnel güç olan (tinsel nitelikte) iyi ile kötü arasında sürekli bir çatışma ve savaşın hüküm sürdüğü bir yer olduğuna inanır. Nietzsche bu görüşe tabiki katılmaz. Fakat Zerdüşt'ün 'iyi ve kötü' ye nesnel bir nitelik kazandıran, böylece gerçeği yaşamın dışına çıkaran ilk kişi olduğu için bu hatayı düzeltecek kişinin de o olması gerektiğini söyler. Bu nedenle kitapta Zerdüşt'ü kendine sözcü olarak seçer.

'Tam da benim, ilk töresizcinin ağzında Zerdüşt adı ne anlama geliyor, sormadılar bana; sormalıydılar; çünkü o İranlının tarihteki korkunç benzersizliğini yapan şey, benimkinin tam tersidir.'


Son söz...
Nietzsche'nin düşüncelerini, eserlerini anlamanın ve anlatmanın en iyi yolu her zaman onun gözü ile görebilmek, onun dili ile konuşabilmektir. Bu nedenle, bence Nietzsche'nin eserlerini okuyacak olan kişilere son söz yine Nietzsche tarafından söylenmelidir;


'Sağlam dişler, bir de sağlam miğde
Budur dilediğim senin için!
Sindirebildinse kitabımı,
Barıştı demektir benimle yıldızın! '

YORUM







 
İçimizdeki Mevlana


'Her şey sahibinden öğrenilir. Aşkın hocası da aşktır ancak. Pası kiri yakan kutsal alevi bulmuştu. Herkesi oraya, o kudsi ateşe davet etti Mevlana. Mecusiyi, Ermeniyi, tevbesini bin kere bozanı, doğruyu ve eğriyi... Onlar oraya farklı libaslarda girdiler, bir olup çıktılar. Bütün bu insanlar kendilerini ayıran dillerini unuttular yeni ve ortak bir dil buldular. Üzüm demeyi yeniden öğrendiler. Mevlana bir aş ustasıydı; kırk yumurtayı bir sahanda kaynatıp tek yumurta etmenin sanatını elde etmişti. Bir ney gibiydi; kendinden boşalmış sahibinin soluğuyla dolmuştu. Bir beşer beşeriyetinden ne kadar sıyrılabilirse o kadar sıyrılmıştı kendisinden. Demirdi ama ateşe erimişti, şekerdi ama suda yok olmuştu. Tevazuyu topraktan öğrenmişti, cömertliği çamurdan; insan seçmezliği güneşten bellemişti. Onun için rahmet gibi her tarlaya yağıyor, güneş gibi her bacadan giriyordu. Biliyordu ki Tanrı katında alçak da birdi yüksek de; padişah da aynıydı kul da. O yüzden cümle cihana bir nazarla baktı.' deniyor,2002 Haziranda Bilge Yayınevinden okurlara merhaba diyen kitabın arka kapak tanıtımında.
İçimizdeki Mevlana, gönül ve kelam erbabı bir kalemden kağıtlara dökülmüş... Cihan Okuyucu hocamız Adapazarı/Hendek doğumlu; 1976-80 yılları arasında İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirmiş. Pek çok görevler icra etmiş. Prof. Dr. Cihan Okuyucu şu anda ise Fatih Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde bölüm başkanlığı görevini yürütüyor.
Eseri basılmadan önce de okumuş ve lezzet almış bir okur olarak kitabı elime aldığımda da bir çok bölümü tekrar okuduğumu belirtmeliyim. İnanıyorum tekrar tekrar okumaya devam edeceğim. Yazar, hocalık vasfıyla gönül insanı vasfını dengeyle terkip halinde ortaya koymuş kitabında... Roman, hem sürükleyici.. hem de verimli bir öğretici!
'Herkes kendi İsasına gebe bir Meryemdir.'
'Boş yere mezarda arama kabrimizi,
Seven gönüllerde bulursun bizi.'
'Bir sevgili aşıkına sordu: -Beni mi çok seviyorsun, kendini mi? Aşıkı şöyle cevap verdi: -Ben kendimde ölmüşüm, seninle diriyim. Kendimden, kendi varlığımdan, kendi sıfatlarımdan geçmişim, yok olmuşum, seninle dirilmişim. Kendi bilgimi unutmuşum, senin bilgin ile bilgin olmuşum. Kendi gücümü, kuvvetimi hatırdan çıkarmışım, senin gücünle güçlenmişim. Kendimi seversem seni sevmiş olurum. Seni seversem kendimi sevmiş sayılırım. Sıfatlarıma bürünüp halka görün; seni gören beni görmüş olur. Seninle buluşmak isteyen, seninle buluşan benimle buluşmuştur.' denmiştir. (Mesnevi)
'Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif anı seyreyler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.'
'Her gün bir yerden göçmek ne iyi,
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan donmadan akmak ne hoş.
Dünle beraber gitti cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.'
Duvar Çiviye Ne Söyler:
'Duvar çiviye; niçin beni yaralıyorsun' der. Çivi de; 'Bana değil, beni çakana bak.' cevabını verir.
yorum: Bazan bizler, hiç beklemediğimiz birinden, hiç beklemediğimiz bir davranış görürüz. Yukarıdaki söz, bana göre, bu durumu nasıl karşılamamız gerektiğini anlatıyor. İnsanlara bize karşı yönlendiren ilâhi tesiri göz ardı etmemeli ve ister iyi, ister kötü olsun karşılaştığımız her olayın Allahın dilemesiyle gerçekleştiğini unutmamalıyız. Böyle bir davranışa maruz kalmanın birçok sebebi olabilir. Ben de yakın bir arkadaşımdan hak edilmedik bir vefasızlık gördüm. O sıralar canım çok sıkkın iken Mesnevide rastladığım şu nükte beni rahatlattı: 'Velinin biri kendisine kötülük yapanlara teşekkür eder ve şöyle dermiş: Ne zaman Haktan gafil olsam, insanlar eziyetleriyle beni tekrar Ona yöneltir, Ondan başka hakiki dost olmadığını bana bir kere daha hatırlatırlar. Bir kişiyi Allaha yöneltmekten daha büyük iyilik olur mu? ' Yadigar
Sevgi Nasıl Olmalı:
'Adamın biri Şemsin hasretiyle yanıp kavrulan Mevlanaya yalan bir haber getirmişti: Ben Şemsi Şamda dolaşırken gördüm diyordu. Mevlana dal gibi soyundu, müjde bahası olarak hırkasını yalancının omuzlarına attı. Oradakiler adamın yalancı olduğuna şehadet ettiler. Mevlana buyurdu ki: Bu hırkayı onun yalanına verdim ben. Haberi gerçek olsaydı canımı verirdim.' Elif
'Bir sofradayım azım çoğum Mavlana,
Dursam yürüsem batım doğum Mevlana,
Yarin sesi, yarin sözü, yarin yüzüsün,
Sen yoksan eğer ben de yoğum Mevlana.' A.Nihat Asya
'Mevlana, ey Peygamber ışığı, ey sevgi rehberi! Ey, her kıyıya vuran okyanus, ey her ülkeden geçen gür ırmak! Coşmana devam et, akmanı sürdür. Çünkü sana muhtacız.' sözleriyle son bulan bu hoş kitabı muhakkak okumanızı tavsiye ederim

YORUM
devamını okuyunuz... >>

Tahir ile Zühre / Ateşe Yazgılı Pervaneler

Aşığın elindeki kâr sadece aşk. Ve aşk yordamına sahip gönül, aşkın sürekli göçebesi. Hep yürümek zorunda o; kendinden aşka, aşktan sevgiliye. Ki aşkın yegane koşulu sevgiliyi aramaktır. Bulmakta aramaktır. Aşığın aşktan bütün nasibi, aramak...Aşk, gönül konutunu aydınlatsın, bu yeter aşığa. Can konutu kime adanmış bu...nu bilsin yeter. Artık gizli kanatları vardır aşığın; yâr ile arasına giren mesafelerin üzerinde, açılır kapanır gizlice. Aşk kalmamışsa kanatlar da hissedilmez.

Ama aşk varsa, aşık sevgilidedir daima. Mesafeler ise aşk üzüntüsünün mecazı. Böylece bilir ki üzüntü kaldıkça aşk da var demektir.
Aşkın çilesini bir can çekişmesi gibi duysa da, sevgili hayaliyle diridir o. Doğru aşk, geleceği olan aşk, böyle birbirinden can alıp veren sevgililerin aşkıdır; yaralar, ama yaralanmaz.

Tahir ile Zühre / Ateşe Yazgılı PervanelerMünire DANİŞ
devamını okuyunuz... >>