dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
felsefe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18.YY AYDINLANMA ÇAĞI FELSEFESİ

Avrupa’da 17. yüzyılın ikinci yarısıyla, 19. yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan ve önde gelen birtakım filozofların aklı insan yaşamındaki mutlak yönetici ve yol gösterici yapma ve insan zihniyle bireyin bilincini, bilginin ışığıyla aydınlatma yönündeki çabalarıyla seçkinleşen kültürel dönem, bilimsel keşif ve felsefi eleştiri çağı, felsefi ve toplumsal hareket.
Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürler., düşünce ve ifade özgürlüğü, dini eleştiri, akıl ve bilimin değerine duyulan inanç, sosyal ilerlemeyle bireyciliğe önem verme başta olmak üzere, bir dizi ilerici fikrin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. öyle ki söz konusu temel ve laik fikirlerin modern toplumların ortaya çıkışında büyük bir rolü olmuştur.

Genel olarak değerlendirildiğinde, Aydınlanmayı belirleyen birtakım tavır ya da eğilimden söz edilebilir. Bunlar sırasıyla hümanizm, deizm veya ateizm, akılcılık, ilerlemecilik, iyimserlik ve evrenselciliktir. Bunlardan hümanizm, Aydınlanmada, her şeyden önce dünyanın, sınırları doğa tarafından değil de, ulusal sınırlar tarafından çizilen, insan! bir dünya olduğu, anlamına gelir.



Dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır, fakat o artık insanların elindedir. Buna göre, dünya, insanın değerleri, tutkuları, umut ve korkularıyla belirlenen insani bir evrede bulunmaktadır. Bu evrede, insanın evrensel olan doğasına büyük bir inanç beslenmiştir. Temel duyguların, fikirlerin her yerde aynı olup, ulusal, kültürel ve ırk bakımından olan farklı­lıkların yapay olduğu savunulur. Aydınlanma boyunca, bir yandan farklılıklara hoşgörüyle bakılırken, bir yandan da insanın doğası ve gerçek anlamı gün ışığına çıkartılmaya çalışılır. ‘İnsani olan hiçbir şey bana yabancı değildir’ sözü, Aydınlanmanın en önde gelen sloganlarından biridir.
Aydınlanmada hümanizmi tamamlayan tavır ise ateizm veya deizmdir. Başka bir deyişle, Aydınlanmanın hemen tüm düşünürleri çoğunluk ateist ya da deist idiler. Hıristiyanlıktan nefret eden bu düşünürler, batıl inançlarla, bağnazlık ve dini insanlığın ilerlemesi önündeki en büyük engel olarak görmüşlerdir. İnanç ve dine karşı çıkarken akıl ve bilime sarılan Aydınlanma düşüncesi, Tanrı’nın evrene müdahalesine kesinlikle karşı çıkmış ve bilimin gerektirdiği kendi içinde kapalı ve düzenli bir sistem olarak evren görüşünü benimserken, Tanrı’yı en iyi durumda bir seyirci durumuna indirgemiştir.
Akılcılık ise, Aydınlanmada insanın rasyonelliğine, doğuştan getirdiği aklına inançla belirlenir. Buna göre, akıl insana matemati­ğin en soyut, en karmaşık doğrularını anlama ve öğrendiği bu doğruları evrene uygulama olanağı vermiştir.





Aklı yine insana, iyi planlanmış gözlem ve deneylere dayanarak, doğayla ilgili sorular sorup yanıtlama imkanı sağlamıştır. Bununla birlikte, akla ve insanın rasyonelliğine duyulan inanç, doğa bilimleri ve matematik alanındaki başarılarla sınırlanmış değildir. Bu çerçeve içinde, bütün bir toplumun, insan doğasına ve hümanizmin değerlerine göre, aklın ışığında yeniden düzenlenmesi gerektiği inancı, Aydınlanmanın en önemli inançlarından bir başkasıdır. Bu dönemde din bile, aklın süzgecinden geçirilir ve dinin kendisinden çok, akıl yoluyla temellendirilemeyen batıl inançlara saldırılır.
Aydınlanmanın akılcılığını tamamlayan şey, sınırsız iyimserlik olmuştur. Bu iyimserliğin temelinde ise, evrenin tüm yönleri ve her ayrıntısıyla rasyonel olduğu inancı bulunmaktadır. Fiziki evren rasyonel olduğuna göre, onda bir düzen vardır ve bu düzeni belirleyen şey de, belli sayıdaki rasyonel ilkelerdir. İnsan varlığı akıllı bir varlık olduğundan, ya da insan zihninin kendisi de rasyonel olduğundan, o bu ilkeleri keşfetme ve evrendeki düzeni anlayabilme kapasitesine sahip bir varlıktır. Öte yandan, insan iradesini belirleyen öğe de akıl olduğu için, insan evrenin yapısına ve düzenine ilişkin bilgisine dayanarak eylemek durumundadır. Bundan dolayı, insan varlığı yalnızca kendisini değil, içinde yaşadığı toplumsal düzeni de geliştirip yetkinleştirebilir.
Bu bağlamda, Aydınlanmaya damgasını vuran bir diğer özellik, insan doğasının evrenselliğine duyulan inançtan başka bir şey değildir. Buna göre, herkes aynı akla sahip olduğundan, herkes aynı rasyonelliği sergilediğinden, uygun bir eğitim sürecinden geçmiş olan herkes aynı doğru sonuçlara ulaşmak durumundadır.



Aydınlanmanın sonuncu ve en belirleyici yönü, ilerlemeciliktir. Aydınlanma hareketi içinde yer alan düşünürlere göre, Avrupa, bütün bir Ortaçağ boyunca süren bir batıl itikatlar ve bağnazlık dönemini geride bırakmıştır. Bu bağnazlığın yıkılışında, din karşısında kesin bir zafer kazanan bilimin etkisi büyük olmuştur. Modern bilim, evrenin tüm farklı görünüşlere rağmen, temelde çok büyük, fakat oldukça basit ve düzenli bir mekanizma olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu düzenli evrenin bir parçası olan insanın olup, insanla içinde yaşadığı toplum bu bilgi ışığında sonsuzca geliştirebilir. İnsanın refahı açısından büyük bir ilerleme kaydedilmiş olduğuna göre sınırsız ve sürekli bir ilerlemeyi engelleyecek hiçbir şey yoktur.
GENEL ÖZELLİKLERİ
  • Akla duyulan güven nedeniyle sadece dinsel değil, siyasi otporitelerede başkaldırılmıştır
  • Laik bir dünya düzeni benimsenmiştir.
  • Düşünce özgürlüğü ve hoşgörü fikri ortaya çıkmıştır.
  • Sistemci felsefelerin yerini ; dil, kültür, toplum, sosyal düzen konusundaki düşünceler almıştır.
  • Filozofun yerini aydın, düşünür, yazar almıştır.


AYDINLANMA ÇAĞI FİLOZOFLARI

 Johann Gottfried Herder
 Immanuel Kant
Christian Wolff
 Denis Diderot
 Claude Adrien Helvétius
 Montesquieu
 Jean-Jacques Rousseau
 Voltaire
 David Hume
 John Locke

 Thomas Paine
devamını okuyunuz... >>

19. YY FELSEFESİ

19. yüzyılın en tipik özelliği siyasi ideolojiler çağı olmasıdır.

18.yy.da aydınlanma sadece dine ve geleneğe değil, siyasi otoriteyede başkaldırarak devletin gücünü azaltıp bireyin gücünü arttırmayı amaçlamıştır. O yüzden de siyasette ve ekonomide liberalizmin yıldızı parlamıştır.

Ancak arzu edilen eşitlik, güvenlik yine sağlanamamıştır. Buna tepki olarak 19.yy.da sosyalizm ortaya çıkmış ve eşitlik kavramına önem vermiştir.

19.yy liberalizm ile sosyalizmin çekiştiği bir ideolojiler çağı olmuştur.

19. yüzyıl felsefesi öncelikli olarak Alman felsefesinde romantizmin ve idealizmin zirveye ulaştığı bir dönemdir. Aynı şekilde materyalizmin de yeni bir derinlik kazandığı ve öne çıktığı görülür. Fransız felsefesinde bir yanda Proudhon, Saint-Simon gibi reformcu düşünürler; öte yanda da August Comte ile pozitivizmin belirginleştiği görülür. Tarihçi Tocqueville ile sosyolog ve düşünür olan Emile Durkheim'ı da buraya eklemek gerekir.

19. yüzyılın genel olarak bir tarih yüzyılı olduğu belirtilir, bunun anlamı hem tarih bilincinin gelişmesi hem de düşüncenin ve felsefenin tarih ile birlikte ele alınıp değerlendirilmesi eğiliminin kuramsal bir nitelik kazanmaya başlamasıdır. Böylece felsefenin içinde siyasal teoriler ve sosyoloji gibi bir disiplin çıkmıştır. 19. yüzyılın genel hatlarıyla Almanya'da idealist felsefenin, Fransa'da sosyalist düşüncenin, İngiltere'de iktisat teorisinin gelişip güçlendiği zamanlar olarak belirtilmesi yanlış olmaz. Felsefede romantik düşünce, idealizm, materyalizm, realizm, rasyonalizm, tarihselcilik, pozitivizm bu yüzyılda kendini gösterir.

19. yüzyıl tarihsel bakımdan siyasal ideolojilerin öne çıktığı bir dönem olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalist düşünce ve onun felsefi kökleri bu dönemde belirginlik kazanmış, öte yandan Liberalizm ve onun felsefi kökleri belirginleşmiştir. 18. yüzyıl aydınlanmacılığının felsefi konumlanışı devam ettirilmekle birlikte, aydınlanmacı felsefi kavramlara belirli bir ölçüde kuşkuyla bakan bir yönelim olarak şekillendiği söylenebilir. Fransız Devrimi'nin sonrasında ortaya çıkan hayal kırıklıklarının etkisi 19. yüzyıl felsefelerinde görülür.


Genel Özellikleri

Sosyal ve siyasal sorunlara yönelme

ideolojilerin öne çıkması

Olgulara dayalı bilim anlayışı

Din ve geleneğe karşı olma

Yeni kültür ve insan tipi arayışlarına yönelmedir

19.yy. Filozofları  

   Charles Darwin
    Wilhelm Dilthey
    F.W.Schelling
    Kierkegaard
    Arthur Schopenhauer
    Friedrich Nietzsche
    Karl Marx
    G.W.Frederich Hegel
    Feuerbach
    Thomas H.Green
    Fichte
    Spencer
    Schleiermacher
    J.S.Mill
    Josiah Royce
    Edward Craid
    Auguste Comte
devamını okuyunuz... >>

17yy FELSEFESİ

Rönesans felsefesi ile karşılaştırıldıkta, 17. yüzyıl felsefesinin ‘başlıca özellikleri olarak şunlar belirtilebilir:

1. Rönesans felsefesi, içinde geliştiği kültür ortamının tümü gibi, daha oturmamış, bir arama, araştırma atılımı içinde bulunan bir felsefedir. 17. yüzyıl felsefesi ise Rönesans’ın sağladığı birikimi derleyip toparlayarak, bundan birliği, bütünlüğü olan bir düşünce bağlantısı geliştirecektir.

2. Antik felsefeyi kendisine örnek olarak alan, onun bir çok ‘bakımdan bir yansısı olan Rönesans felsefesi çok renkli bir düşünce tablosu oluşturmuştu. 17. yüzyıl felsefesi ise ele aldığı sorunlar ile bunların işlenişinde aşağı-yukarı birleşmeler olan az çok birörnek bir düşünce yapısıdır. Ona bu bağdaşıklığı kazandıran da, bilgi örneğini matematik fizikte bulmuş olmasıdır. Renaissance’ın en özgün, en büyük başarısı olan matematik, fizik, matematik kavramlarla doğayı doğru olarak kavrayabileceğimizi göstermişti; dolayısıyla akıl ile doğa arasında bir uygunluğun olduğunu ortaya koymuştu. Öyleyse bu yöntemi varlığın öteki alanlarına da uygulamalı, denmiştir. Doğanın birliği ve matematik yapılı olduğu savları, matematik fiziğin başlıca düşünceleridir. Doğa matematik yapılı olduğuna göre, nesnelerin  ölçülebilir olan niceliksel yönleri asıl gerçekleridir. Bundan dolayı bilgide nesnelerin ölçülebilen yönleri ile bunların arasındaki ilişkiler bulunmalı ve bu temel öğelerden nesne yeniden kurulumu, Açık. seçik, dolayısıyla doğru olan bilgilere böyle varılır (Galilei).

17. Yüzyıl felsefesinin başlatıcısı Descartes ’tır (1596-1650). Bu felsefenin sorunlarını ilkin o ortaya koymuş, çözümlerini ilkin o denemiştir. Kendisinden sonra gelenler, aynı sorunlar üzerine eğilecek, aynı çözüm denemeleri doğrultusunda çalışacaklardır. Bu bakımdan 17. yüzyıl felsefesi bir Descartesçılıktır. Descartes, yaratıcı bir matematikçidir de: aritmetiğin yöntemini geometriye uygulamakla analitik geometrinin kurucusu olmuştur. Descartes’a göre, felsefe ‘bir doğru bilgiler bağlantısı olacaksa, analitik geometri ile matematik fiziğin yöntemini kullanmalıdır.

Felsefenin kendisinden önce ortaya koyduklarını güvenilir bulmayıp, matematik bilgi örneğine göre felsefede köklü bir düzeltim yapmak düşüncesiyle yola çıkan Descartes, yeni bilgi yapısını üzerine oturtmak için aradığı  sağlam temeli “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesinde bulur. Buraya varmak için de uzun bir kuşku yolundan geçer. Ancak, bulduğu dayanak öylesine sağlam, öylesine apaçık ki, bundan önce kuşkusunun ortadan kaldırdığı bütün varlık çeşitleri (kendisi, Tanrı, çevresi, öteki insanlar), yeniden gerçeklik kazanırlar ve güvenilir olurlar. Gerçekliği bütün alanlarıyla yeniden kurma işinde Tanrı kavramı bir kaldıraç gibidir: Bilince bakınca, burada Tanrı kavramının bulunmakta olduğunu görürüz diyor Descartes.

Tanrıya en gerçek varlık dediğimize göre, yokluk ile bağdaşamaz Tanrı; onun yok olduğunu düşünmek çelişki olurdu. Tanrı en yetkin varlık da olduğu için, beni aldatmaz, dolayısıyla cisimler dünyasının varolduğuna da, belleğimizin bizi yanıltmadığına da inanabiliriz.

Tanrı kavramı gibi bilincimizde hazır bulduğumuz düşüncelere “doğuştan düşünceler” der. Bunlar açık ve seçiktirler, onun için bilgi değerleri yüksektir. Buna karşılık bilincimize dışarıdan gelen ya da hayal gücümüzün oluşturduğu düşünceler bulanık ve karışıktırlar; bunların bilgi değerleri de düşüktür.

Yöntem - bilgi konusunda Descartes felsefesinin başlattığı tartışmada Pascal (1623- 1662) ile Bayle (1647-1706) Descartes’ın evrensel diye önerdiği yöntemin her konuyu aydınlatamayacağını, insan için “Tanrı nedir? İnsan yaşamının anlamı nedir?” gibi çok önemli soruların yanıtlarının ancak gönlün bir ışığı ile bulunabileceğini ileri sürmüşlerdir.

Descartes’ın az etkisinde kalan, tutarlı bir doğruculuğu savunan Thomas Hobbes (1588- 1679)a göre her çeşit bilginin kaynağı deneydir; bilginin amacı da, insanın —doğa ve kültür— çevresine egemen olmasıdır. Felsefede yapılacak şey, olaylar, hep asıl gerçekler olan “nedenler”e bağlamaktır. Tek gerçek olan cisimler dünyasında dayanakları olmayan bütün tasarımlar birer kuruntudur; “özgürlük”, “maddi olmayan ruh” gibi. Olayları matematiğin yöntemiyle ele alırsak, bu gibi kuruntulardan kurtuluruz; o zaman işin içine duygular karışmaz. Bu son anlayışta Descartes’ın etkisi açık olarak görülüyor.

Asıl Spinoza (1632 - 1677) Descartes’ın yöntem anlayışının çok etkisinde kalmıştır. Bunu daha işe başlayışında görebiliriz: Spinoza —Descartes’ın “Düşünüyorum öyle  ise varım” önermesi gibi— tek bir bilgiyi, Tanrı bilgisini öğretisinde çıkış noktası olarak alır ve —yine Descartes gibi— geri kalan bütün bilgileri tümdengelimli bir yol olan geometrik yöntem ile bu temelden türetir: tıpkı uzaydan geometrinin şekillerini türetir gibi.

Leibniz (1646-1716) de yöntem ve bilgi anlayışında —ana tutumu bakımından— Descartes’ın izinde sayılabilir. Çünkü ona göre de, doğru bilgiye vardırmada matematiğin yöntemi tek güvenilecek yöntemdir. Matematikte olduğu gibi, felsefede de kavramlarla hesap işlemleri yaptığımız gün, felsefedeki tüm ayrılıklar ortadan kalkacaktır. Leibniz de Descartes’ın tüm sistemini taşıyan “Düşünüyorum, öyle ise varım” önermesi türünden temel doğruları, ilk doğruları arar: Öteki doğruları temellendirmek ve yenilerini bulmak için Leibniz için de önsel bilgiler vardır ve aklın bu doğruları zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Olgunun doğruları ise ancak tesadüfidirler. Bir özelliği uzlaştırıcılık olan Leibniz felsefesi deney bilgisini değersiz saymaz; ama temelde usçudur, akıldan kaynaklanan bilgilerin yüksek değeri vardır.

17. yüzyıl felsefesinin yöntem - bilgi yanında üzerinde durduğu bir konu da, varlık sorunudur ve sorunun ağırlık merkezi töz kavramında toplanmıştır.

Sorunu bu kavramla başlatan yine Descartes olmuştur. Ona göre birbirinden özce, yapıca ayrı olan biri sonsuz (Tanrı), ikisi sonlu (ruh ve cisim) üç töz vardır. Ruh’un özniteliği düşünme, cismin ise yerkaplama, uzamdır. Bu iki nitelik de birbiriyle uzlaşamaz, bağdaşamazlar. Cismin temel niteliğinin uzam olması, doğa anlayışı Descartes’ı tam mekanist bir fiziğe vardırmıştır: asıl gerçek hareketlerdir. Hareket bir yer değiştirmedir, bu da cisimlerin birbirilerine doğrudan doğruya çarpmaları ve basınçlarıyla olur. Bu fizikte “doğa” hareket yasalarına göre işleyen bir makineden başka bir şey değildir ve canlı da bu makinenin içinde yer alan bir otomattır. Ancak ruhsal olaylarda özce maddeden başka bir tözün görünüşleriyle karşılaşırız. İnsanın maddi yönü olan bedeni ile ruhu birbirleriyle nasıl ilişki kurabiliyorlar? Descartes bu ilişkiyi bir birlikte çalışma; bir karşılıklı etkileşme diye açıklıyorsa da, bu çözüm bu iki bağdaşamazın birarada bulunabilmesi anlamak için inandırıcı olamıyor ve kendisinden sonraya bir sorun olarak kalıyor.

Varlık sorununun Descartes’tan sonraki gelişmesinde başlıca görüşler: Çok tutarlı bir materyalist olan Hobbes’a göre, töz olan her şey ancak maddi olabilir. Ruh diye bir töz yoktur; ruhsal olaylar ne denli gerçek olurlarsa olsunlar, yine de dayanakları maddidir.

Aranedenciler (Occasionalist) denilen düşünürlerin başlıca kaygısı da, Descartes’ın inandırıcı olarak çözemediği beden - ruh ilişkisi sorunu olmuştur. Onlara göre bu ilişkiyi kuran Tanrıdır; gerçek neden odur. İnsandaki ruhtan bedene ulaşan bir istenç ya da bedenden ruha iletilen bir uyarım, bunların ikisi de bu ilişkinin kurulmasında ancak birer ara-nedendirler. Bu çığır sonunda Tanrıyı evrende bütün olup - bitenlerin tek nedeni yapmıştır, yalnız beden ile ruh arasında değil, tüm varolanlar arasındaki ilişkiyi kuran Tanrıdır.

Spinoza töz anlayışında tekçi: Tek töz vardır; buna da Spinoza Tanrı der; doğa da der. Bütün varolanlar Tanrının özünden matematiksel - mantıksal bir zorunlulukla türemişlerdir; dolayısıyla Tanrı ile yapıtı özdeştirler (tümtanrıcılık) Töz (Tanrı) kendisini birtakım öznitelikleriyle, birtakım gerçekleşme doğrultularıyla açar, gösterir. Bunlardan insana ancak cisim ile ruh, tözün bu iki gelişme yönü açıktır. Birbirinden yapıca yrı ayrı olan bu iki öznitelikleri içinde sayısız olaylar vardır ve bunlar birbirlerine zorunlu bağlarla bağlıdırlar. Bu anlayışı ile de Spinoza, içinde erekselliğin, istenç özgürlüğünün bulunmadığı mekanist; bir dünya görüşüne varmıştır. Bu görüşte evren, sıkı bir matematiksel - mantıksal bağlılıklar dizgesidir. Beden - ruh ilişkisini Spinoza, bunların koşut çalıştıkları savıyla açıklamayı denemiştir: Bu iki öznitelikte olup - biten şeyler aslında tek bir tözde geçtikleri için, burada birbirine bağlanırlar, aralarındaki ayrılık burada ortadan kalkar.

Leibniz, sayıca bir sonsuz çokluk olan töze monad adını verir. Monadlar, bu kendi içlerine kapalı. “birlikler”, tinsel niteliktedirler; kendilerinde tasarım yeteneği bulunan etkin “güç merkezleri”dir. Bütün monadlar aynı bir konuyu, evrenin tümünü tasarımladıkları için, bir bağlantı içinde birleşmiş, kendi başlarına olmaktan çıkmış olurlar. Ancak, her monadın tasarımı açıklık ve seçiklik bakımından başka türlü olduğundan, kendisi de öteki bütün monadlardan başka olur. Bundan dolayı bu dünya da birbirine tıpatıp eşit olan iki şey yoktur. Monadlar tasarımlarındaki açıklığa, belirginliğe göre aralarında sıralanırlar: En yukarda her an evrenin tümünü açık olarak tasarımlayan Tanrı, en aşağıda da tasarım bilincinden yoksun madde vardır. Geri kalan varlıklar bu ikisi arasında dizilirler. Etkinlik de tasarım aydınlığı ile orantılıdır; tasarımı en aydınlık olan Tanrı, dolayısıyla en etkin varlıktır. “Birbirilerine açılmış pencereleri olmayan”, bu yüzden birbirilerine etkide bulunamayan monadlar arasındaki ilişkiyi, Tanrının bir düzeni olan “önceden kurulmuş uyum” Sağlar. Beden ile ruh ilişkisi de bu uyum içinde gerçekleşir. Beden ile ruh baştan birbirine koşut olarak kurulmuş iki saat gibi işlerler.

Böyle bir metafizikten Leibniz organik nitelikte bir fizik geliştirmiştir. Kendi deyişiyle: “Doğa, içi balıklarla dolu bir havuz gibidir.” Gidişi hiç kopmayan bir süreklilik olan doğadaki zorunlu mekanik bağlantı, Tanrının ereği emrinde bir araçtır. Oysa Galilei ile Descartes, doğayı içinde hiç ereksellik bulunmayan zorunlu bir mekanizma diye anlamışlardı.

Descartes felsefesinin ağırlık merkezi bilgi, varlık gibi kuramsal sorunlar üzerinde toplanmıştır. Ahlâk, devlet, din vb. eylemle ilgili (pratik) sorunları Descartes, kuramsal sorunları gibi sistemli olarak işlememiştir. Örneğin ahlâk konusundaki düşüncelerini mektuplarından öğreniyoruz. Bu düşünceler Stoa ahlâkının izinde yürürler; onun gibi usçudurlar. Erdem, Descartes’a göre, ruhun bedeni yenmesidir. Bunun için de gerçekten değerli olanı açık ve seçik olabilmek ve bunu iyice istemek de gerekir. Kötü, istencin duygulanımlara, başka bir deyişle maddi yönümüze kölece bağlanmasın ileri gelir. (Nitekim yanılma  da duyuların getirdiklerini istencin körü körüne doğru saymasından doğar). Öyle ise, gerek kötüden, gerekse yanılmadan ancak aklın açık ve seçik tasarımlarıyla kurtulunabilir; “doğru” ya olduğu gibi, “iyi”ye de aklın bilgisi vardırabilir. Böylece Descartes için ahlâkın da temeli, sistemin çıkış - noktası olan “düşünme” oluyor.

Descartes’daki durumun tam tersine olarak, Hobbes’un felsefesinin baş konusu devlet öğretisidir, bu eylemle ilgili olan (pratik) sorundur. Hobbes, felsefesinin doğalcı  materyalist tutumuna uygun olarak devleti yapma bir cisim sayar. Çünkü, ona göre gerçek olan, doğal olan ancak bireydir. Devlet sonradan oluşturulmuş yapma bir kurumdur. Hobbes, devletin (toplumun) kuruluşunu, bu sorunu, belli bir insan anlayışına dayanarak ele alır: İnsan bencil bir yaratıktır: varlığını sürdürme ve geliştirme isteği onun temel güdüsüdür. Bu yüzden de insan dünya nimetleri hep kendisinin olsun ister. Ama bunu herkes istediği için, “herkesin herkesle savaşı” durumu meydana gelir, bu durumda “insan insanın kurdudur”.

Bu “doğal hal”dir. İşte, insanın varolmayı ve gelişmeyi isteyen temel güdüsüne aykırı olan bu duruma bir son vermek; yani genel güvenliği sağlamak kaygısıyla, kendi başına “güç kullanma hakkı”nı herkes bir otoriteye aktarır: devlet de böylece kurulmuş olur. Bu da “yurttaşlık hali”dir. Hobbes, hukuk ve ahlâk kavramlarını böylece kurulan devletten türetir: Devletin kuruluş nedeni olan genel güvenliğe yarayan şey “iyi” “haklı”; yaramayan ise “kötü” ve “haksız”dır. Dolayısıyla ahlâk ile hukuk devlet yüzünden var olmuşlardır. Din de belli bir anlamı ancak devlet çerçevesinde kazanır: Yalnız devletin yasal saydığı inanç doğrudur. Devletin ödevini gerektiği gibi yerine getirebilmesi (genel güvenliği sağlaması) için otoritesi eksiksiz ve koşulsuz olacaktır. “Devlet bir dev gibi olmalıdır” diyen Hobbes devlet konusunu işleyen bir yapıtına, Tevrat’ta geçen bir devin adını, ‘Leviathan” adını vermiştir.

Spinoza’nın ahlâk öğretisi de, Hobbes’unki gibi, “kendimizi ‘koruma” içgüdüsünü çıkış noktası olarak alır. İnsanın duygu yaşamını doğalcı - mekanikçi bir anlayışla çözümleyen Spinoza. temel duygu olarak “kendimizi koruma ve geliştirme” duygusunu bulur. Geri kalan bütün duygular bundan çıkarlar. Ahlâkın da temeli bu içgüdüdür, bu duygudur: “İyi” kendimizi koruma ve geliştirme duygusuna uygun olan, “kötü” bu duyguya aykırı olan şeydir. Bağımsız olan, kendinden iyi ya da kötü diye bir şey yoktur.

Spinoza’ya göre, vücut —beden— güçlü olursa gelişir. Ruhun gelişmesi ise düşünme bakımından yetkin olmasına bağlıdır. :Başka bir deyişle: Erdemli ruh, yetkin olan, yani açık ve seçik düşünebilen ruhtur. Açık ve seçik düşünebilme, neyin elde edil meye değer olduğunu gösteren bilgiyi sağlar.

Descartes’ta olduğu gibi Spinoza’da da “etkin” olmak ile “erdemli” olmak arasında sıkı bir ilgi var: Duygulanımlara, tutkulara kendini kaptırmış bir ruh edilgindir; bulanık ve karışık bir durumdadır, sürüklenmektedir; dolayısıyla erdemsizdir. Açık ve seçik bilgiler ise ruhu etkin de, mutlu da kılarlar, özgür de yaparlar; Özgürlük, kendimizi kendimizin belirlemesi olduğuna göre, bu da etkinlik durumunda ve bunu sağlayan düşünce ile, gerçek bilgi ile gerçekleşir. Bundan dolayı insanın ahlak bakımından ödevi, tutkuları düşünce ile yenmektir. İnsanı erdemli yapan, güçlü kılan, özgür eden o gerçek bilgi de, Spinoza için, Tanrı bilgisidir. Bu bilgiye ulaşmış kimse, yalnız Tanrıya bağlanıp onu sevecek, geri kalanları gelip - geçici görünüşler sayacaktır. Tanrıyı birtakım hesaplarla, korkularla değil, körükörüne değil, bilerek, akıl ile sevmek, erdemin doruğudur. Çünkü insanın kendisini geliştirmesi bir doğa yasasıdır. Bu çeşit Tanrı sevgisinde insan tam yetkinliğine ulaşmıştır; böylece de özündeki doğa yasası en yüksek aşamasında gerçekleşmiştir.

Devletin kuruluş nedenini Spinoza, Hobbes’unkine benzeyen bir yaklaşım ile açıklar: İnsanlar tek başlarına, dağınık yaşarlarken, “kendilerini koruma ve geliştirme” isteklerinin, bu temel güdülerinin tehlikelerine karşılaştığını gördüklerinden, aralarında güven ve esenliği sağlamak için anlaşarak, sözleşerek devleti kurmuşlardır. “Yapma” bir kurum olan devletin değeri, kuruluş ereğine uygun olup olmamasıyla ölçülür. Devletin görevi, bireylerin hak ve güç alanlarını, bunların birbirlerini tedirgin etmeyecekleri gibi düzenlemektedir. Bu da en iyi demokraside olur. Bu son düşüncelerinde Hobbes’un karşısında yer alan Spinoza, devlet barışı sağlamak için kurulmuştur diye insanı bir köle durumuna getirmemelidir; tersine, insanın hem bedenini hem de ruhsal yetilerini geliştirebileceği özgür bir ortam oluşturmalıdır, der. Gününde “hoşgörürlük” düşüncesi için savaşanlardan biri olan Spinoza Yeniçağ liberalizminin öncülerindendir.

Leibniz’in de ahlâk öğretisi usçu. Ahlâk bakımından doğru olan ile doğru olmayanın ölçüsü, ona göre de, doğru ve yanlış bilgisidir. Tasarımları bulanık ve karışık olan monad edilgin durumdadır; içgüdülerin kölesidir, özgür değildir. Açık ve seçik bilgileri olan monad ise etkindir, onu güden istençtir; bu durumunda bu monad kendi kendisini belirliyordur, dolayısıyla özgürdür, Ahlakın ereği, ruhun olgunlaşmasıdır, aydınlanmasıdır.

Bir ruh açık- seçik bilgilerle ne kadar aydınlığa kavuşmuşsa, başkalarının iyiliğini de o kadar sevgi ile benimser. Çünkü bu aydınlık ona öteki insanların tasarımlarını iyice kavratır; onlarla birlikte, “Önceden kurulmuş uyum” ilkesine göre, içinde yer almış olduğu bağlantıyı öğretir. Bu öğrenme ne kadar aydınlık ise, monadın bencilliği o kadar azalır; başkalarının iyiliğini istemesi, başkalarına sevgi duyması da o kadar çoğalır.

Leibniz’in hukuk öğretisi de bu ahlâk anlayışının içinde yer alır. Hukuk yalnız insanların dış ilişkilerini düzenleyen bir kurum değildir. Hukukun kökleri ahlâktadır, ahlâksal sevgidedir. Bu sevgi yüzünden insan başkalarının mutluluğunu kendi öz mutluluğu gibi duyar; bu duygu ile başkalarının haklarına el uzatmaz, bunları -çiğnemez. Böyle bir sevgiye de yol gösteren bilgeliktir, eylemlere aklı kılavuz yapmaktır.

Din felsefesinde Leibniz’in dünya görüşü en derli toplu anlatımına varmıştır. Leibniz de “akıl dini” ve “pozitif din” ayrımını yapar. Usçu Leibniz’e göre elbette akıl dini değerce yüksek olanıdır, asıl dindir. Tarihsel olan pozitif dinin dogmaları akıl dinine rasgele eklenmiş olan şeylerdir. Bu yüzden bu dinin örneğin türlü ibadet biçimleri zorunlu değildirler. Oysa akıl dininin inançları “aklın doğruları” içinde yer alırlar, zorunludurlar, karşıtlarını düşünmek çelişkiye götürür. Leibniz’e göre dinde esas olan yalnız Tanrı bilgisi ve sevgisidir.

Leibniz’in Tanrısı monadların sıra düzeninin en üstünde bulunan, dolayısıyla en bilgili, en etkin, en güçlü olan, bütün. evrenin “merkezi monadı”dır, Böyle bir Tanrı anlayışı karşısında: “Bu yetkin Tanrı ile onun bir yaratısı olan şu evrendeki bozukluk, çürümüşlük, suçluluk vb. nasıl uzlaşabilir? Böylesine güçlü bir Tanrı neden bütün bunların içinde bulunmadığı yetkin bir dünya yaratmamıştır” diye sorulabilir. Nitekim daha önce Bayle bu çelişkiye dikkati çekmişti; Leibniz ona karşı, sözü geçen çelişkiyi gidermek, Tanrıyı haklı  çıkarmak için yazdığı bir yapıtında, özetle, şöyle düşünür:  Eksik olan tek tek monadlara değil de, Tanrının yansısı olan evrenin tümüne bakarsak, bu bütünün yetkisi olduğunu görürüz. Monadların suç ve günahla yüklü olmaları, acı çekmeleri hep eksik olmalarından, yetkin olmayışlarındadır. Bu da da aklın doğruları içinde yer alan “metafizik eksiklik” yüzündendir: Yetkin olmayış evren kavramında zorunlulukla bulunan bir öğedir. İçinde sonlu varlıkların bulunmayacağı bir dünya düşünülemez. Dolayısıyla Tanrı bir evren yaratacaktıysa, bunun sordu, eksik varlıklardan oluşması bir zorunluluktu. Öyle ise, Tanrı evreni yaratırken büsbütün özgür değildi, aklının kurallarına bağlıydı. Ama Tanrı yine de olabilecek en iyi dünyayı yaratmıştır. Kısaca: Tanrı “iyi”yi istemiştir, ama dünyanın böyle eksik ve bozuk olması mantıksal bir zorunluluktu. Tanrıda da akıl istençten daha ağır basmıştır.

17 yy filozofları

devamını okuyunuz... >>

Felsefe dünyası

Beynin Gizemi Nedir?

Ortalama ağırlığı 1,4 kg olan ve insanı diğer türlerden farklı yapan insan beyni, kelimenin tam anlamıyla gizemli bir organ. İnsan beyni çok gelişmiş bir telefon santrali ya da bilgisayara benzetiliyor. Bunun da ötesinde, en gelişmiş bilgisayardan çok daha karmaşık bir yapıya sahip olduğu ve daha hızlı çalıştığı düşünülüyor. Diğer organlardan çok farklı bir yapıya sahip olan insan beyninin çalışmasına ilişkin bilgiler halen yetersiz. Beynin nasıl çalıştığı, duyguların nasıl oluştuğu, hafıza ve öğrenmenin mekanizmaları tam olarak bilinmiyor.

Beyin vücuttaki tüm organları kontrol etmekle kalmayıp duygularımızı, düşüncelerimizi ve hayallerimizi yönlendiriyor. Kısacası insanı insan yapıyor. Beynin önemi eski çağlarda bilinmiyordu. İnsan bilinci üzerindeki ilk söylemler M.Ö. 4000'li yıllara dayanıyor. Eski Sümer yazıtlarında, haşhaş bitkisinin özünü içen insanlardaki bilinç değişikliklerinden bahsediliyor. Ancak, eski zamanlarda insan bilinci ya da duyguların kaynağının kalp olduğu düşünülüyordu. Eski Mısırlılar kalbin hayatın özü, iyilik ve kötülüklerin kaynağı olduğunu düşünüyordu. Buna karşın beynin anatomisiyle ilgili ilk çizimler MÖ 2500 yılına ait Mısır papirüslerinde bulunuyor. MÖ 2000'li yıllardan kalma kafataslarındaki deliklerse, ilk beyin ameliyatlarının bu çağlarda yapıldığını gösteriyor. Düşünce ve duyguların kaynağının kalp değil de beyin olduğunu, ilk olarak Alkmaeon adında bir bilim adamı MÖ 450 yılında gösterdi. Göz sinirlerini beynin içerisine kadar takip eden Alkmaeon, gözlerin ışığın kaynağı olduğuna inanıyordu.

On sekizinci yüzyıla kadar bu inanış devam etti. Romalı gladyatörlerin hekimi olan Galen, beynin dört farklı sıvıyı salgılayan bir organ olduğunu ve tüm vücut işlevlerinin bu salgıların arasındaki dengelere bağlı olduğunu düşünüyordu. Ortaçağda kilisenin insan vücudu üzerindeki çalışmaları yasaklaması nedeniyle, beyinle ilgili hiçbir ilerleme kaydedilemedi. On yedinci yüzyılda Fransız filozof Descartes beynin çalışma prensibini hidrolik bir motorunkine benzetiyordu. Beynin anatomisiyle ilgili ilk kitapsa 1664 yılında yazıldı. Galvani adındaki bir bilimadamı 18. yüzyılda insan hareketlerinin elektrik akımı sayesinde olduğunu gösterdi. Bu buluş, sinir hücrelerinin işlevlerini araştıran modern nörofizyoloji bilminin temelini oluşturdu. 1800'lü yıllarda beyin ve sinir hücrelerinin yapısı daha iyi anlaşıldı. Beyinden çıkan sinir hücrelerinin omuriliğe, oradan da organlara gittiği gösterildi. James Parkinson'un 1817 yılında "Parkinson hastalığı"nı tanımlamasıyla beynin çalışma mekanizmaları üzerindeki araştırmalar hız kazandı.

Beynin gizeminin aydınlatılması açısından, bu hastalık halen en önemli araştırma konularından birisi. Gage adlı bir demiryolu işçisinin kafasının ön tarafına 1848 yılında saplanan bir kazık, beynin işlevlerinin anlaşılmasında çığır açtı. Beynin "frontal lob" olarak adlandırılan ön tarafına saplanan demir kazık, işçinin ölümüne yol açmamış ancak kişilik değişimine yol açmıştı.

Bu gözlem, beyin cerrahisinde önemli bir gelişmeye neden oldu. Çeşitli davranış bozuklukları gösteren kişilerin frontal lobları çıkartılarak saldırgan ya da hastalıklı kişilik özellikleri tedavi edilmeye çalışılıyordu. Bunu izleyen yıllarda beyindeki çeşitli merkezlerin işlevleri daha iyi anlaşılmaya başlandı. Örneğin beyindeki konuşma merkezi, kasları yöneten hareket merkezi bulundu.

19. yüzyılın sonlarında şizofreni, depresyon gibi ruhsal hastalıklar tanımlanarak bunların beyinle ilgisi araştırıldı.

http://www.felesefe.gen.tr/



ZAMANSIZLIK VE KADER GERÇEĞİ

Bugüne kadar, gelmiş geçmiş bütün din aleyhtarı kişilere ve akımlara bakıldığında hemen hepsinin felsefi temelinde materyalist (maddeci) düşüncenin yattığı görülür. Bilindiği gibi materyalistler yaratılış gerçeğini reddederler. Bunun yerine maddenin sonsuzdan beri var olduğunu ve sonsuza kadar da mutlak bir varlık olarak kalacağını iddia ederler. Diğer bir deyişle maddeyi ilahlaştırırlar. Materyalistlerin kendi kaynaklarında materyalizm (maddecilik) şöyle tarif edilir:

Materyalizm dünyanın ezeli ve ebediliğini (öncesiz ve sonrasızlığını), Tanrı tarafından yaratılmış olmadığını ve de zaman ve mekanda sonsuzluğunu kabul eder.
Materyalizmin maddeyi bu derece ilahlaştırmasının nedeni, her ne olursa olsun bir Yaratıcı'nın varlığını kabul etmemektir. Çünkü madde mutlak değilse bir başlangıcı var demektir; bir başlangıcı varsa da yoktan var edilmiş, yani yaratılmış demektir.Nitekim 20. yüzyılın sonunda tüm bilim dünyasının vardığı ortak sonuç, maddenin mutlak olmadığı, bir başlangıcı olduğu gerçeğini doğrulamaktadır: Tüm evren yaklaşık 15 milyar yıl önce "sıfır" hacimdeki bir noktanın patlamasıyla yokluktan meydana gelmiş ve genişleyerek günümüzdeki şeklini almıştır. Büyük Patlama (Big Bang) adı verilen bu olayın doğruluğu, pek çok somut delil ve gözlemle, aynı zamanda da teorik fizikçilerin hesaplamalarıyla da kanıtlanmıştır.


Bugün bilimin ulaştığı son nokta, Kuran'ın ve tüm ilahi dinlerin bildirdiği "evrenin yoktan var edildiği" gerçeğini doğrulamaktadır. Yine bununla birlikte çağdaş bilim, materyalizmi ve bunu esas alan ideolojileri her alanda yalanlamakta, materyalist görüşe sahip olanların maddeye dayalı dünyalarını yıkmakta, yaratılışa karşı açtıkları savaşta onları yenik düşürmektedir.

Buna rağmen materyalistler, maddenin mutlak değil, yaratılmış olduğu gerçeğini bilimle çatışmak pahasına da olsa kabul edemezler. Çünkü bu gerçeği kabul etmek Allah'ın varlığını kabul etmelerini, Allah'a iman etmeleri ise dini kabul etmelerini ve yaşamalarını gerektirecektir. Din ise herşeyden önce Allah'a kesin bir boyun eğmeyi ve teslimiyeti gerektirdiğinden, elbette ki böyle bir tutum, kibirlerine yenik düşmüş bu insanlara ağır gelecektir. Kuran'da, gerçekleri gördükleri halde, kibirleri yüzünden gerçeklerden kaçanların durumu şöyle tarif edilmektedir:

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)

Materyalistler, maddenin yanı sıra zamanında mutlak olduğunu, yani sonsuzdan gelip sonsuza gittiğini savunurlar. Bu çarpık anlayışa dayanarak da kaderi, ahiret gününü, cenneti ve cehennemi reddetmeye çalışırlar. Oysa bugün modern bilim, maddenin olduğu gibi, maddenin bir türevi olan zamanın da maddeyle birlikte yokluktan var edildiğini ve zamanın da bir başlangıcı olduğunu ispatlamıştır. Aynı zamanda, zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir algı biçimi olduğu da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur.

Zaman Algısı

Zaman dediğimiz algı, aslında bir anı bir başka anla kıyaslama yöntemidir. Bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Bir cisme vurduğumuzda bundan belirli bir ses çıkar. Aynı cisme beş dakika sonra vurduğumuzda yine bir ses çıkar. Kişi, birinci ses ile ikinci ses arasında bir süre olduğunu düşünür ve bu süreye "zaman" der. Oysa ikinci sesi duyduğu anda, birinci ses sadece zihnindeki bir hayalden ibarettir. Sadece hafızasında var olan bir bilgidir. Kişi, hafızasında olanı, yaşamakta olduğu anla kıyaslayarak zaman algısını elde eder. Eğer bu kıyas olmasa, zaman algısı da olmayacaktır.

Aynı şekilde kişi, bir odaya kapısından girip sonra da odanın ortasındaki bir koltuğa oturan bir insanı gördüğünde, kıyas yapar. Gördüğü insan koltuğa oturduğu anda, onun kapıyı açması, odanın ortasına doğru yürümesi ile ilgili görüntüler, sadece beyinde yer alan bir bilgidir. Zaman algısı, koltuğa oturmakta olan insan ile bu bilgiler arasında kıyas yapılarak ortaya çıkar.

Ünlü fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır:

Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka birşey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler.
Kısacası zaman, beyinde saklanan birtakım hayaller arasında kıyas yapılmasıyla var olmaktadır. Eğer bir insanın hafızası olmasa, beyni bu tür yorumlar yapmaz ve dolayısıyla zaman algısı da oluşmaz. Bir insanın "ben otuz yaşındayım" demesinin nedeni, beyninde söz konusu otuz yıla ait bazı bilgilerin biriktirilmiş olmasıdır. Eğer hafızası olmasa, ardında böyle bir zaman dilimi olduğunu düşünmeyecek, sadece yaşadığı tek bir "an" ile muhatap olacaktır

Kader Gerçeği

Yukarıda da anlatıldığı gibi, zaman algıya değişkenlik gösteren, sabit olmayan bir kavramdır. Örneğin bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman dilimi, Allah katında bir andır. Bizim için 50 bin yıllık bir süre melekler ve Cebrail için bir gündür.

Bu gerçeğin bilinmesi, kader konusunun kavranması için çok önemlidir. Çünkü kader, Allah'ın geçmiş ve gelecek tüm olayları "tek bir an" içinde yaratmış olmasıdır. Bu da, Allah katında evrenin yaratılış anından kıyamete kadar olan her olayın yaşanmış ve bitmiş olması demektir. İnsanların önemli bir bölümü, Allah'ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini, Allah katında geçmiş ve gelecek tüm olayların nasıl yaşanıp bittiğini ve kaderin gerçekliğini bir türlü kavrayamazlar. Oysa "yaşanmamış olaylar" bizim açımızdan yaşanmamış olaylardır. Çünkü biz Allah'ın yarattığı zamana bağlı olarak yaşamımızı sürdürürüz ve hafızamıza verilen bilgiler olmadan hiçbir şey bilemeyiz. Allah, dünyadaki imtihan ortamı gereği "gelecek" olarak isimlendirdiğimiz olayları hafızamıza vermediği için, gelecekte ne olacağını da bilemeyiz. Allah ise zamana ve mekana bağlı değildir, zaten bunların tümünü yoktan yaratan Kendisidir. Bu nedenle Allah için geçmiş, gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir. Allah bir olayın sonunu görmek için beklemez. Zaten bir olayın başı da sonu da O'nun katında tek bir anda yaşanır. Örneğin Firavun'un nasıl bir sona uğradığını Allah daha Hz. Musa'yı Firavun'a göndermeden. Hz. Musa daha doğmadan, hatta Mısır devleti daha kurulmadan önce bilir ve tüm bu olaylar Firavun'un sonu ile birlikte Allah katında tek bir an olarak yaşanmıştır. Ayrıca Allah için geçmişi hatırlama diye bir şey de yoktur. Geçmiş ve gelecek hazır olarak Allah'ın daima karşısındadır., hepsi aynı anda mevcuttur.

Bir insan tüm hayatını bir film şeridi olarak düşünürse, biz bu şeridi video kasetten seyreder gibi seyrederiz ve kasedi ileri almak gibi bir imkanımız yoktur. Allah ise, bu film şeridinin tamamını aynı anda görür ve bilir. Zaten bu filmi tüm detaylarıyla tespit etmiş ve yaratmış olan O'dur. Biz nasıl bir cetvelin başını, ortasını ve sonunu bir kerede görebiliyorsak, Allah bizim bağlı olduğumuz zamanı başından sonuna kadar tek bir an olarak sarıp kuşatmıştır. İnsanlar ise sadece zamanı gelince bu olayları yaşayıp, Allah'ın onlar için yarattığı kadere tanık olurlar. Bu, dünya üzerindeki bütün insanların kaderleri için bu şekildedir. Bugüne kadar yaratılmış ve bugünden sonra da yaratılacak olan bütün insanların dünya ve ahiretteki hayatları, her anları ile Allah'ın katında hazır ve yaşanmış olarak bulunmaktadır. Allah'ın sonsuz "hıfzı"nda, milyarlarca insanla birlikte tüm canlıların, gezegenlerin, bitkilerin, eşyaların kaderinde yazılı olaylar da hiç eksilmeden veya kaybolmadan durmaktadır. Kader gerçeği, Allah'ın Hafız (Muhafaza eden, Koruyan) sıfatının, sonsuz gücünün, kudretinin ve büyüklüğünün tecellilerinden biridir.

http://www.felsefetasi.com/


BU GERÇEĞİN BİZİ ULAŞTIRDIĞI OLAĞAN ÜSTÜ SONUÇ

Bu konunun önemi, insanların dünyaya bakış açılarına kazandırdığı derinlik, ruh halleri üzerinde bıraktığı olumlu etkiden ileri gelmektedir. Bize, dışarıdaki fiziksel dünyanın aslına ulaşamadan yaşadığımız, kimseyle kıyas edemediğimiz ve bir film şeridi gibi izlediğimiz bir hayatımız olduğunu gösteren bu gerçekler, aynı zamanda bu filmin hem oyuncusu hem de seyircisi olduğumuzu da ispatlamaktadır.

Madde -biz görsek de görmesek de- dışarıda vardır. Ancak biz maddenin aslına hiçbir zaman ulaşamayız. Dolayısıyla bizim için madde hayal olarak vardır. Apaçık delillere rağmen maddenin dışarıdaki aslıyla muhatap olduğuna inanmak ise, bir filmde veya bir bilgisayar oyunundaki sanal karakterlerin, aslında fiziksel bir dünyada yaşadıklarına inanmalarına benzer bir durumdur. Ya da rüyalarımızda yaşadığımız dünyanın, insanların, cisimlerin maddi karşılıkları bulunduğunu düşünmemiz gibi bir yaklaşımdır.

Peki buraya kadar maddenin aslına ilişkin anlattığımız bu gerçekler bize neyi göstermektedir? Tüm bunlar bize öncelikle şu soruların cevabını düşündürmelidir:

Kapkaranlık bir mekanda, bir göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine, göz bebeğine ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini rengarenk bir bahçe olarak gören, bu gördüğü manzaradan zevk alan kimdir?

Hiçbir sesin giremediği beyinde, bir kulağa ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini hoşuna giden bir melodi olarak duyan, bundan zevk alan kimdir?

Beynin içinde bir ele, parmaklara, kaslara ihtiyaç duymadan kadifenin yumuşaklığını hisseden kimdir?

Sıcaklık, soğukluk, kıvam, biçim, derinlik, uzaklık gibi dokunma duyularını aslının aynısı olarak beyinde kim yaşamaktadır?

Hiçbir kokunun giremediği beynin içinde, çeşit çeşit çiçeklerin kokusunu kim ayırt etmektedir ya da sevdiği yemeğin kokusunu duyunca iştahı açılan kimdir?

Beynin içinde oluşan bu görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi izleyen, izledikleri ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan, telaşlanan, merak eden kimdir? Tüm gördüklerini ve hissettiklerini yorumlayacak bilinç kime aittir? Ve bu görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç çıkaran, karar veren bilinç sahibi varlık kimdir?

Bütün bunları algılayan, bilinci meydana getiren varlığın, şuursuz atomların oluşturduğu, su, yağ protein gibi maddelerden meydana gelen beyin olamayacağı açıktır. Akıl ve vicdan sahibi her insan, hayatı boyunca yaşadığı her olayı beyninin içindeki ekranda izleyen varlığın, "ruhu" olduğunu hemen anlayacaktır. Her insan göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen bir ruha sahiptir.

Ruhun muhatap olduğu algılar evrenini yaratan ve her an yaratmaya devam eden ise, Yüce Allah'tır.

Herkes Zihnindeki Kopya Görüntülerle Muhatap Olduğunu Bilirse Nasıl Bir Ortam Olur?

Maddenin aslı ile muhatap olmadıklarını, yalnızca Allah'ın kendilerine izlettirdiği görüntüler ile iç içe olduklarını bilen insanların tüm yaşamları, hayata bakış açıları ve değer yargıları değişecektir. Bu, hem kişisel hem de toplumsal anlamda faydalı bir değişim olacaktır. Çünkü bu gerçeği gören insan, Allah'ın Kuran'da bildirdiği üstün mümin ahlakını hiç zorlanmadan yaşayacaktır.

Dünyaya önem vermeyen, maddenin hayal olduğunu anlayan insanlar için önem verilmesi gereken şey maneviyat olacaktır. Allah'ın her an kendisini işittiğini ve gördüğünü bilen, yaptığı her hareket nedeniyle ahirette hesap vereceğini idrak eden bir kişi doğal olarak güzel ahlaklı olacak, Allah'ın emir ve yasaklarına titizlik gösterecektir. Böylece toplumda herkes birbirine karşı sevgi ve saygı dolu olacak, iyi ve güzel davranışlarda herkes birbiriyle yarışacaktır. İnsanlar arasındaki değer yargıları değişecek, madde değerini yitirecek böylece insanlar arasında üstünlük, mevki ve makama göre değil, ahlaka ve takvaya göre olacaktır. Kimse, aslı hayal olan şeylerin peşinden koşmayacak, herkes gerçeğin peşinden gidecektir. İnsanlar "kim ne düşünür?" zihniyetiyle değil "Allah'ın hoşnut olacağı tavır hangisidir?" düşüncesiyle hareket edeceklerdir. Mal, mülk, makam ve mevkiden kaynaklanan gurur, kibir, kendini beğenmişlik hislerinin yerini tevazu ve aczini çok iyi anlama hissi alacaktır. Dolayısıyla insanlar Kuran'da bahsedilen bütün güzel ahlak örneklerini severek ve isteyerek yaşayacaklardır. Bu sayılan değişimler ise günümüz toplumlarının pek çok sorununu doğal olarak ortadan kaldıracaktır.


Küçük çıkarları için bile sinirlenen, öfkelenen, saldırganlaşan insanların yerini, her gördüğünün hayal olduğunu bilen, bu nedenle öfke, kızgınlık, bağırıp çağırma gibi tepkilerin kendisini küçük düşüreceğini bilen insanlar alacaktır. Bu sayede insanlara ve toplumlara huzur ve güven hakim olacak, herkes yaşamından ve sahip olduklarından hoşnut olacaktır. İşte insanlardan gizlenen bu gerçeğin, insanlara ve toplumlara kazandıracağı nimetlerin bir kısmı bunlardır. Bu gerçeğin bilinmesi, düşünülmesi ve yaşanmasıyla beraber insanlar daha pek çok güzelliklere kavuşacaklardır. Bu güzelliklere kavuşmak isteyen kişilerin yapması gereken şey ise bu büyük gerçeği iyice düşünmek ve anlamaya gayret etmektir. Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir:

Gerçek şu ki size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir... (En'am Suresi, 104)

http://www.felsefetasi.com/


Secret'in Sırrı

Bir süredir “Secret” rüzgarı esiyor. Anlamı: SIR. Sırların en büyüğü deniyor. Bu sırrı bilenlerin büyük ve ünlü tarihi kişilikler olduğu anlatılıyor. Zengin insanların, başarılı insanların, bu “Sırrı” bildiği ama söylemediği, bu nedenle sahip oldukları herşeyi kendilerine çektikleri anlatılıyor. Buna “Çekim Yasası” diyor kitap.

Fikir başta çok tanıdık geliyor. Bizim gibi doğu ve batı arasında neredeyse her çeşit dini görmüş, felsefe akışlarıyla ve ruhsal öğretileriyle yoğrulmuş bir toplum, temelde İslam hakim olsa da Fas’tan ya da Libya’dan ya da Fransa’dan daha farklı bir şekilde hayata daha zengin bakma şansı yakalar.

Toplumsal adetlerimizde dua vardır, kişi inandığı Yaratıcısına dönüp talepte bulunur. Bu talep kişisel olabilir ya da sevdiklerinin, insanlığın yararına olabilir. Yine ananelerimize göre dua kabul edilirse kişi memnun olur, ancak edilmezse isyan etmeyi, yakışıksız ve çirkin bulur. Çünkü bu duanın kabul edilmemesinin de büyük bir hikmeti olduğunu kabul eder.

İş, “Secret / Sır” kitabına gelince, kitap bir manyetik çekim alanı gibi düşüncenin olay ve enerjiyi toparlayıp somut dünya verilerine çevirdiğini anlatıyor. Kısacası “Sen konsantre ol, sadece olumlu düşün, olsun” diyor. Ancak bir farkla ki bu isteğin evrene yapıldığını ve evrenin cevap verdiğini anlatıyor.

İşin neresinden tutsam diye baktığımda, gerçek işleyişten anlaşılan kısmın, çok az olduğunu üzülerek görüyorum. Mevlana’nın büyük Mesnevisi’nden bir satır alıp, bir felsefe kurmaya çalışmak kadar hatalı bir taktik.

Ya da Aerodinamik yasasını bulanların kanadın üstünden ve altından geçen rüzgarın hızının farklılığı nedeniyle, uçağın uçtuğunu anlamadan, uçmak için sadece hızın yeterli olduğunu sanmaları ve yeni uçaklar tasarlamaları gibi.

Gelin, doğru bildiklerimize bakalım. Evrenden talep edip her şeyi çektiklerini düşünenenler, ilk önce şunu anlamalıdırlar. İnsan evrende bir zerredir. Evrenin hizmetinde bulunan parçalardan biridir. Evren madem böylesine zeki bir yaşam formunu meydana getirmiştir. Öyleyse evren, insandan daha zeki bir organizmadır. Bu organizma ölçüye sığmaz bir büyüklükte bir beden ve zihin ağından oluşmaktadır. Makroda da, mikroda da evren vardır.

Çekim yasası evrensel bir yasadır. Bakın Newton tarafından formülüze edilen kütle çekim yasası insan olaylarına uygulanırsa

Çekim=

insanın zihinsel çekim enerjisi x çekmek istediği şeyin kütlesel enerjisi
———————————————————————–
ikisi arasındaki mesafenin karesi

Formülü iyice inceleyin. Daha önce gelmeyen herhangi bir arzu nesnesi, bir araba, ev, sevgili vb. denklemde insanın çekim enerjisi arttırılarak çekilebilir mi?

Evren, elbette sahipsiz ve başıbozuk olaylar zincirinden oluşmaz. Aramızdan yüz milyon kişi ölürcesine bir tutkuyla, Ayın yörüngesinden çıkıp Mars’ın uydusu olmasını istese de bu olmaz. Çünkü talep ve arz, isteyen ve verenin bütünleşmesi ile gerçekleşir. Sevgi ve saygı ile birleşen mikro ve makroyla. Gözü dönmüş bir “ben tutkusuyla”, “benliği doyurma telaşıyla” bunun arasında büyük bir fark vardır.

“Evren istemedikçe sen isteyemezsin, senin istemen de onun desteğiyledir. Çünkü senin kontrolünde olmayan milyarlarca hücrenin düzgün yaşaması çevrendeki faktörlerin hep yaşayabileceğin seviyede tutulması evrenin işidir.”

İnsan, kibrinin ve bencil taleplerinin elinde esir olmadan durup bakmalıdır. “Yaşamın bu büyük akışında ben neden bunu istiyorum? Gerçekten bu hırsımın, sahip olma hırsımın, bu sonsuz arzu batağının beni çektiği yer neresi? Neden mutlu olmak için buna ihtiyaç duyuyorum?”

Bilgelik her istediğini talep eden ve onun peşinde koşan insanlara değil, isteğin ne olduğunu anlayanlara gelir. Onlar da çekim yasasını kendi keyiflerinin merkezinde ve sınırsızca değil, bir başka insana, ihtiyaç sahibine, yaralı bir canlıya ve dünyaya hizmet etmek için kullanır. Kendileri için istemezler demiyorum. Bu da uç bir yönelim olur. Fakat istedikleri gerçek ihtiyaçlardır. Çünkü bir doğa olayı gibi kendiliğinden en güzel olana yönelirler. Büyük çarktaki yerlerini alır. “BİZ”deki yerlerini alırlar. Bütün bu muhteşem varoluşu varedeni de bilirler…

Kitap şu haliyle başına felaket gelenleri, bebekken hastalanıp sakatlanıp ölenleri dahi suçluyor ve zan altında bırakıyor. Bu yönüyle bence okuyan hassas kişilerde klinik sorunlar yaratabilecek şaşılacak bir eser. Düşünün, kişinin kronik bir hastalığı varsa veya depremde yakınlarını kaybetmişse, çekim yasası’nın bu yanlış anlaşılması sonucu kitaptan anlamamız gereken kişinin kendisinin kaşınıp (!) bu sonuca neden olduğudur. Tabiii belirsiz kaygı ve korkularıyla. Şimdi bu insanı iç çatışmaya ve kendini suçlamaya ve içinden çıkılmaz bir mücadeleye itecektir.

Kitaptaki yeterli ve doğru bir açıklama değildir. Bir ışık tanesinin, hem dalga olarak, diğer fotonlarla, hem tanecik gibi tek başına yol aldığını biliyoruz. Bunun gibi sadece tekil bireysel bir iradeden bahsetmek, kitabı yazan ve ısrarla bu hataları düzeltmeyenler için bahtsızlıktır. Genetik faktörler, kazalar, evrensel büyük planlar, yaşamda alınması gereken dersler, binlerce faktörle oluşan bir ANdan ibarettir hayat.

Hayatın sadece pozitif kutbunu yaşamaya çalışan bir insan, negatif saydığı herşeyden nefretle kaçan insan, bir cam saraydaki sahte yaşamda yaşayacak ve asla olgunlaşmadan, iyice kendisine odaklanarak, kendisi kadar başarılı olmayan ve sırrı anlamayan aptal ve zavallıları da (!) uzaktan hüzünle seyredecektir.

Son sözde ne demeli? Eğer hayatınızda harika bir değişiklik yapacaksanız, sessizce dünyayı izleyin. Bu büyük muhteşem yaşam alanının nasıl olup da böylesine dengede ve coşkuyla aktığını sezene dek kıpırdamayın yerinizden. Sonra bu huzur size az geliyorsa dönün ve sırları çağırın. Ancak bilin ki alınan herşeyin bir bedeli vardır. Oysa yaşamın ve yaşamın sahibinin hediyeleri her çeşit çekimden daha güzeldir.

http://www.gizliilimler.tr.gg/


Kozmik Bilinç

Prof. Dr. Ahmet Maranki
Kozmik bilim, akıl sahiplerine yeni aklını kullananlara ve düşünenlere hitap ediyor. "Kozmik Bilinç", kainat kitabını ilim ve fen noktasında okumaktır. "Kozmik Bilim" ise "Kozmik Bilinç" gözüyle bu gezegenleri Güneş'e, cazibe kuvvetiyle bağlayan ve onları yüzyıllardır belli bir plan, nizam, intizam içinde döndüreni, "İdare Edeni" hatırlatmak ve O'nu dikkate veren bir "Bilinç" ortaya koymaktır.

Asrımızın, hem insanımız hem dünyamız için çözülemeyecek hiç bir problemi yoktur.

"Kozmik bilinç" ve "felsefik görüş"ün birbirinden farkı: "Felsefeciler" kâinata bakarken hedefleri; güneşi ve ona bağlı cazibe kuvvetiyle dönen gezegenleri en ince detayına kadar incelemek, araştırmak ve yazmaktır. "Kozmik bilim" ise "kozmik bilinç" gözüyle bu gezegenleri güneşe cazibe kuvvetiyle bağlayanı ve onları yüzyıllardır belli bir plan, nizam ve intizam içinde döndüreni, "İdare Edeni" hatırlatmak, O'nu dikkate ve nazarlara veren bir "bilinç" ortaya koymaktır. O'da tektir, Vahit'tir. Her şey, O'nun gücü sınırları içindedir.

Bugün birtakım aletler ve teknik uygulamalarla, Yaratıcı'nın ilmî sıfatlarının merhalelerini görme imkanı mevcuttur. İlim adamları, kozmosun sırlarından çoğuna ulaştıklarında gördüler ki, İlahi kitaplar kozmik evrenle uyum halinde ve içinde yazılanlar ölçülerek, deneyler yapılarak ispatlanabilmektedir. Bilim adamları, dünyadaki ilahi kitaplarda bildirilen emir ve yasakları makine ile ölçmüşler ve bir seviyeye gelmişler. Bütün burada anlatılanlar uzun araştırmalar sonucunda, 30-40 bin kişinin çalıştığı, 1960'lı yıllarda kurulan kozmik araştırma merkezlerinde yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkarılmıştır.

Cihan hakimiyetine sahip olabilmek için dünya devletlerinin gizli teşkilatlarındaki -CIA, FBI, Mossad, MI6, FSB, NSA, KGB vb.- araştırmaya yönelik örgütler ve Bilimler Akademilerine bağlı olarak çalışan dünyanın pek çok yerindeki ve özellikle Kafkasya'daki, şahsımın da bizatihi bulunduğu Kozmik ve Stratejik Araştırma Merkezleri ve "think tank" düşünce kulüpleri-beyin fırtınaları kuruluşları mevcuttur.

Azerbaycan'daki Petrol Üniversitesi'nde bile 21 adet araştırma enstitüsü bulunmaktadır. Bizim de içinde bulunduğumuz kozmik araştırma merkezinin 11 tane bölümü vardır. Örnek olarak, nöron bölümünde nöronun 3 ayrı bilim dalı vardır. Bunlardan sadece biri olan davranış bilimleri dalında onlarca bilim adamı çalışır. Ne yazık ki bu ilimler Türkiye'de planlı ve amaçlı olarak anlatılmamış, bu gibi bilimlerden ve araştırmalardan her ne sebepse insanlar ve üniversitelerimiz uzak tutulmuşlardır.

İnsanın yaradılış amacına uygun ulvî ve manevî bir hayat yaşamasını sağlamak ve insanları malayani, boş şeylerden kurtarıp ciddi olanı gözle görülemeyeni mana gözüyle görebilmesini sağlamak gerekmektedir.

Bizim bu "ilmî gelişme ve keşifleri" dünya insanlığıyla paylaşmamız, proje sahibi yetkili hocamızın dünya insanlığının bu bilime ve bilgiye ihtiyacının vaktinin geldiğini bizce de karanlıkların ardından güneşin doğmasının zorunluluğunun hissedilmesini bildirmesi ile olmuştur.

16 adet teknoloji patenti, halen proje başkanı hocamızın elindedir. Bunlar "know-how" teknolojisi olup bu karanlık asrımızın yüzünü maddî ve manevî aydınlılığa çıkarabilecek ve belki de kıyamete kadar insanlık; reçeteleri elimizde olan bu "know-how" teknolojisi ile gerçek insanlığına kavuşacaktır.

Bu konuda yazılan ilk eserimiz YAŞAM ENERJİSİ'nde yazılanlar bu know-how teknolojilerden sadece bir kaçının dünya insanlığı ile paylaşılmasıdır. Zamanı geldikçe de bu paylaşım artacaktır.

Bu konuda yazılmış olan kitapların bazıları insanları çok olumsuz sonuçlara; reenkarnasyon, vahye ters ilişki, dinsizlik vs. gibi çıkmazlara götürüyor. Çünkü, menfi güçler kainat kitabının tanınmamasına çalışmakta, böylece ekolojik denge bozulması ve hastalıklar ortaya çıkmaktadır.

"Kozmik bilinç" kainat kitabını ilim ve fen noktasında okumaktır.

O'nu anlamak, O'nu anlatmak çok zor. Yaratıcı'nın bugüne kadar fazla anlatılmayan ve anlatılamayan yönlerini ilim ve fen noktasında akılları gözlerine inmiş insanlığa anlatmaya çalışıyor.

İlahi anlamda emirlere, emredildiği için inanmak gerekli ama nedenlerini ve niçinlerini ilmî açıdan bilmenin mahzuru olmasa gerek.

Bu ilmin manevî yönü de var. O'nunla, zerrelerin sahibi ile bağlantıyı koparmamak gerekir. O'na yaklaştıkça, O'nun sırları, tecelliyatları insana açılmaya başlar. Bu da bir ilimdir.

Havas ilmini incelemek ve bilmek gerekir.

Bu bilimde virüs, bakteri, cin, şeytan gibi tanımlar yerine enerji boyutları ile müspet-menfi enerji tanımları kullanılır. Kozmostaki her şeyde ikilik, yani müspet - menfi yönler vardır. İnsanların da her şey gibi bir enerji boyutu vardır. Her canlı enerji boyutunda, dalga boyunda farklı işleve sahiptir. Örneğin, yağmuru getiren ile güneş ışığını bize getiren de canlıdır ama bunların cisimleri, cinsleri, boyutları ve enerjileri farklıdır.

Kozmosu, arşı -semaların dışındadır-, âlemi kaplayan "esir maddesi" başlı başına araştırılması gereken bir ilimdir. Esir maddesi ile seyyaratın, denizlerin, uzayın ve diğer ilimlerin izah edilebilme imkanı var. Hatta, diyebiliriz ki, Amerika'yla yapılan telefon konuşması ve canlı yayınlar esir maddesi üzerinden bir canlının "sesler"in ve "ışık"ın taşıması ile yapılabildiği gibi uzayda yürüyen kozmonotlar ve gök taşları da onun taşıyıcılığındaki ve akıcılığındaki özelliği ve diğer özellikleri ile hareket edebilir.

Yıldızları, gezegenleri ve diğer bütün yaratılanları hareket ettiren, bir merkezdir. Güneş, Ay, tek hücreliler, bütün görülebilenler, belli uzaklıkta gibi görünse de aslında onlar çok ama çok yakınımızdadır, hatta bize şah damarımızdan daha yakındadır.

Göz görmez, beyindeki göz merkezi de göremez, çünkü protein, fosfor ve karbonhidrat vs.'nin görme yeteneği olamaz. Demek ki gören, onun ötesinde bir şeydir. O da Yaratıcı ile bağlantılıdır. Göz ve beyin aslında bir aracıdır. İnsanlık bunun farkına vardığı zaman, insan olduğunu anlayacak, belki de işte o zaman ölçü ve boyutlar değişecek, bir anda arşta veya arzda olunabilecektir.

Aslında görünenler, beyin ve gözün ötesinde bir şey olup gören de öte bir şeydir veya ötenin O'nunla bağlantısı sonucunda görülenlerdir derken zaten mevcut olan bir şeyden bahsederiz. Çünkü her şey O'nunla bağlı olarak planlı bir programın parçasının o anki tecellisinin ortaya çıkışıdır.

Onlar ruh dünyamızda, bizimle iç içedirler. Semavat denen şeyler bizim ruh dünyamızdadır. Madde asıl değil, belki manadır. Fakat bize hakim değildir. Belki bize mahkum edilmiş bir ruhtur, şuurdur. Uzaklık, yakınlık izafidir. Uzaktaki yıldızlarla bile ruhsal noktada beraber olabiliriz, rüyalarımızdaki gibi…

Gerçekte, Levhi Mahfuz'da kader noktasında her şey yazılmış. Bizler yaşamış ve ölmüşüz ama bilmiyor olabilir miyiz? Kaderi iyi anlamak lazım. Verilen cüzi irade ve istidatla, emirler ve yasaklar doğrultusunda hayat çizgimiz devam eder.

Hz. İsa'nın başında müspet enerji hâleleri görüntülenmiş ve hâle olarak resmedilmiştir. Aynı hâle günümüzde bazı kişilerde de vardır ve görünebilir. Bakmak ve görmek ayrı bir sanattır. İstidat ister.

Gösterilen nimetler için "Rabbim bunların asıllarını ve membalarını göster." diye dua ederiz. Nimetler gölge veya numune olabilir mi? Yoksa, hepsi birer enerji boyutu mu? Kainata ibret nazariyle bakmak, yani tefekkür büyük bir ibadettir. İnsana istidat kazandırır. Enerji boyutlarını müspetleştirir, güçlendirir ve derece kazandırır.

Yaratıcı güç, "İlmi isteyene, malı istediğime veririm." derken acaba ne demek istiyordu? İşte bunun için bu asrın ve dünya insanlığının kurtuluşunu ilim ve fen noktasında terakkide görüyoruz.



alıntıdır..
devamını okuyunuz... >>

kuram kuram felsefe..))

Rasyonalizm (Akılcılık) : Rasyonalizme göre zorunlu kesin ve genel geçer bilgilere ancak akılla ulaşılır. O halde doğru bilginin kaynağı akıldır. Duyu organlarının verileri geçici ve doğruluğu kesin olmayan bilgilerdir ve bu verilere güvenilemez. Felsefe evreni ve insanı kavrarken aklı kullanarak doğru bilgilere ulaşabilir.
Temsilcileri: Sokrates Platon Aristoteles Farabi Descartes Spinoza Leibniz Hegel

Empirizm (Deneycilik) :
Doğru bilgiye duyu verileri ve deneyle ulaşılabileceğini savunan akımdır. İnsan aklında doğuştan bilgi olmadığını ve bilgiye dış dünyadan gelen deney verileri ile ulaşılabileceğini ileri sürer. Bilginin kaynağı deneydir. Empirizm deneye dayanan fiziği temel alır. Empirizmin ilk örnekleri ilkçağda Epiküros’ta görülür. Ona gör bütün bilgilerin ilk kaynağı duyudur.
Temsilcileri: John Locke David Hume

Sensüalizm (Duyumculuk):
beş duyu verisinin verilerini doğru kabul eden görüş. Empirizmi doğrudan duyu algısı olarak kabul eder. Duyu algılarının dışındaki bilgi kaynaklarını reddeden görüş zihnin soyutlama gücüyle elde ettiği kavramların bilgi olduğunu da reddeder.
Temsilcileri: George Berkeley Condillac

Kritisizm (Eleştiricilik) :
Kristizm bilgi teorisine aklı inceleyerek yaklaşmaya çalışır. Bunun için de bilgiyi sağlamada aklın rolünü ve deneyin rolünü ayrı ayrı ele alarak rasyonalizmle empirizmi uzlaştırmak ister.
Temsilcisi: Immanuel Kant

Pozitivizm (Olguculuk) :
Pozitivizm de 19. yüzyıla damgasını vuran doğa bilimlerinden etkilenerek doğmuştur. Pozitivizm ancak duyu verilerine ve deneye dayanan olgusal dünyanın bilinebileceğini ve bu bilgiye de bilim aracılığı ile ulaşılabileceğini savunur. Deneyle denetlenemeyen her türlü felsefi soru anlamsızdır. Bu yüzden olguların arkasında yatan nedenler değil olguların arasındaki ilişkilerin bilgisine ulaşmayı amaçlamak gerekir.
Temsilcisi: Auguste Comte

Neopozitivizm (Analitik Felsefe) (Mantıkçı Empirizm):
Analitik felsefe felsefeye bilimlerin dilini analiz etmek işlevi yükler. Böylece felsefe düşünsel bir etkinlik alanı olmaktan çıkarılır yalnızca dil analizleri yapan bir alan haline getirilir. Felsefe bilimlerin dilini çözümleyecek onların kavram yapılarını araştıracaktır. Bunu yaparken de sembolik mantığı kullanacaktır.
Temsilcisi :
Ludwig Wittgenstein Schlick Rudolf Carnap ve Reichenbach’dır.

Entüisyonizm (Sezgicilik) :

Kesin ve değişmez bilgilere sezgi aracılığı ile ulaşılabileceğini savunan akım enstüisyonizmdir.
Temsilcileri: Henri Bergson Gazali

Pragmatizm (Faydacılık) :
Bilgiye fayda açısından yaklaşan pragmatizm bir yaşam felsefesidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde doğan bu akım felsefi bir akım olmanın ötesinde geniş halk kitlelerinin yaşam biçimine dönüşmüştür. Temeli İlkçağ filozoflarından sofistlere kadar inen pragmatizm bilgiyi faydaya dayandırır. Pragmatizme göre ne ki faydalıdır o bilgidir ne ki bilgidir o faydalıdır.
Temsilcileri: William James John Dewey

Fenomenoloji (öz-görüngübilim) :
Fenomenoloji pozitivizmin duyusal verileri yani olguları ön plana çıkaran anlayışına karşı “genel objeler” in ruhsal (tinsel) olarak kavranabileceği anlayışını ortaya koyar. Görünenler (fenomenler) içinde bulunan “öz” doğru bilgidir ve bu “öz” ancak bilinçle kavranır.
Temsilcisi: Edmund Husserl

Sofizm (Kuşkuculuk):
Sofist felsefe İ.Ö. 5. yüzyılda doğa filozoflarına tepki olarak doğar. Sofistlere göre duyu verileri insanlara göre değiştiğinden kesin bilgilere ulaşmak olanaksızdır. Bu yüzden bilgi görelidir (relatiftir).
Temsilcisi: Protagoras Gorgias

Septisizm (sistematik kuşkuculuk şüphecilik) :
Kuşkucu Pyrhon (Piron) ve Timon verilen her yargının çelişiği için de güçlü nedenler olduğunu söyleyerek hiçbir konuda kesin yargıya varılamayacağını ileri sürer.

Sensüalist Septisizm (Duyumcu kuşkuculuk):
Sextus Empricus’a göre doğru bilgi olanaksızdır. Çünkü;
Aynı şeyler farklı insanlarda farklı etkiler yapar.
Her insan duyu bakımından farklı yaratılmıştır.
Algılar içinde bulunduğumuz duruma göre değişir.

Nihilizm (Hiççilik) :

Nihilizme göre hiçbir varlık gerçekten var değildir ve varlığı var olan olarak kabul eden görüşlere karşı çıkar. Ancak daha genel bakıldığında nihilizm hiçbir değer ve kural tanımayan bir görüştür ve toplumda düzeni sağlayan tüm otoriteleri reddeder. Nihilizm bu biçimiyle siyasal anlamda anarşizme temel oluşturur.
Temsilcileri: Gorgias W.F. Nietzsche

İmmoralizm (Ahlak anlayılarını reddetme):
Ahlakın dışlandığı bu felsefi anlayışın en önemli temsilcisi Friedrich Nietzsche’dir. Nietzsche kendi çağına kadarki ahlak anlayışlarını reddederken immoralisttir. Ancak “üst insanın” ahlakının egemen olması gerektiğini söylerken de moralisttir.

Taoizm (Hiççilik):
Nihilizmin bir başka biçimi de İlk Çağda Çin’de görülen taoizm’dir. Lao-Tse’nin kurduğu taoculuk gerçeğin tüm çeşitliliğine karşın “bir” (Tao) olduğunu ve bunun adının biçiminin maddesinin görüntüsünün olmadığını savunur. Aldatıcı olan dünya varlıktan yoksundur.

Realizm (Gerçekçilik) :
Varlık vardır anlayışı realizmdir. Realizm varlığın insan bilincinin dışında insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu savunur. Realizmle ilgili bir başka tartışma konusu da varlığın ne olduğu problemidir.

Oluşçuluk (Süreç Felsefesi):
Bu görüşün ilk temsilcisi İlk Çağ doğa filozoflarından Herakletios’tur. Herakleitos’a göre evrenin ana maddesi (arkhe) ateştir ve her şey ateşe dönüşecektir. Bu süreçte evrende her şey değişir. Değişimin temeli karşıtların çatışmasından doğan uzlaşma oluştur. “Değişmeyen tek şey varsa o da değişmenin kendisidir.” Herakletios değişmenin düzenine logos (akıl) adını verir.
Temsilcileri: E. Mach H. Bergson ve N. Whitehead

Düalizm (ikicilik):
Materyalizmle idealizm arasında bir uzlaşma çabasıdır. Descartes’a göre varlık madde ve ruh olmak üzere iki cevherden oluşur. Ruhun işlevi düşünmek maddenin işlevi uzayda yer kaplamaktır. Evrendeki nesne dünyasındaki varlıklar salt madde Tanrı ise salt ruhtur. İnsanda madde ve ruh bir aradadır.

Hedonizm (Hazcılık):
İnsanın haz duyduğu şeylerle mutlu olabileceğini savunur. Haz duyulan şeyler öznel olduğundan evrensel bir ahlak yasasından söz edilemez. Bu görüş ilkçağ düşünürlerinden Aristippos’a göre “iyi” nin ve “kötü” nün ölçütü hazdır. Haz veren şeyler “iyi” acı veren şeyler ise “kötü” dür. Epiküros’a göre ise insan acıdan kaçarak ve hazza yönelerek mutlu olur.

Egoizm (Bencillik):
İnsan eylemlerinin kökeninde “ben sevgisi” vardır. Ahlak ise insanın kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasından başka bir şey değildir. Bu görüşü savunan T. Hobbes’a göre insanda hayvanlarda olduğu gibi “kendini sevme” ve ”kendini koruma” içgüdüleri vardır. Dolayısı ile insan doğası gereği “bencil” dir. Bencil olan insan her şeyden önce kendi “çıkar” ını düşüneceğinden evrensel bir ahlak yasası yoktur.

Anarşizm (Baştanımazcılık):
Toplumsal yaşamı düzenleyen tüm kurum ve kuralları reddeden anarşizm doğal olarak ahlak kurallarının egemenliğini de reddeder. Bireysel iradenin her şeyin üstünde olduğunu savunulur.
Temsilcileri: Proudhon Bakunin Kropotkin ve Stirner

Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk):
insanın yaşamını kendisinin kurması açısından özgür olduğunu savunur. Kierkegaard Heiddegger Jaspers ve Sartre’a göre insan kendi varoluşunu kendisi yaratır. Bir bıçak önce zihinde tasarlanır sonra yapılır. Bıçak için özgür seçim yoktur. Sadece insan değerlerini kendisi yaratır ve özgür iradesi ile yolunu seçer. O halde insanın “varlık” ı “öz” ünden önce gelir. İnsan ahlaki olarak “varlık” ı “öz” ünden önce gelir. İnsan ahlaki olarak “iyi” ve “kötü” nün ölçütünü topluma göre değil kendi öz iradesi ile belirlemelidir. Bu nedenle evrensel bir ahlak yasasından söz edilemez.

Teizm (Tanrıcılık):
Evreni ve insanı yaratan öncesiz ve sonsuz bir Tanrı’nın varlığını kabul edip Tanrı’nın aynı zamanda dünya ile sürekli ilişki içinde olduğunu kabul eden görüş Teizm’dir. Teizme göre Tanrı dünya ile ilişkisini dinler aracılığı ile kurar. Bu görüşte olanlar Tanrı’nın varlığını açıklamak üzere şu kanıtları ileri sürerler

Deizm (Yaratanclık):
Deizm Tanrı’nın evreni kendi yasalarına göre işleyen bir düzen olarak yarattığını savunur. Ancak yaratan ve düzeni kuran Tanrı’nın evreni kendi başına bıraktığını kabul eder. Bu yüzden deizm dinsel dogma ve ilkelerin varlığını kabul etmez. Deizm’e göre Tanrı’nın vahiy mucize gibi kanıtlara gereksinimi yoktur.

Panteizm (Tüm tanrıcılık) :

Panteizm Tanrı ve evreni bir gören özdeş gören anlayıştır. Bu görüş Tanrı’yı doğanın dışında düşünmez.

Politeizm (Çoktanrıcılık):
Tanrının birden fazla olduğunu savunan inanış eski yunan inanışında olduğu gibi.

Monotezim (Tektanrıcılık):
bir yaratıcı olduğunu kabul eden inanış sistemidir müslümanlık hristiyanlık yahudilik gibi.

Ateizmdir (Tanrı tanımazlık):
Ateizm tanrı’nın varlığını reddederek evreni evrene dayanarak açıklamaya çalışır. Bu nedenle ateizmi savunan düşünürler genelde materyalisttir. Ateizm tanrı’nın varlığını şu nedenlerle reddeder

Agnostisizm (Bilinemezcilik):
Tanrı’nın var olup – olmadığının bilinemeyeceğini savunan görüştür. Örneğin sofist düşünürlerden Protagoras “Tanrılar üzerine bilgi edinmekte çaresizim; ne var oldukları ne de olmadıkları ne de ne şekilde oldukları üzerine …” Agnostisizm adını ilk kullanan Thomas Huxley’e göre duyularımızla kavrayamadığımız şeyler konusunda kesin bir şey söyleyemeyiz. Tanrı da duyularla kavranamadığı için var olup-olmadığını söylenemez.

Stoacılık (Kadercilik):
Dünya bir amaca göre düzenlenmiş sistemdir. Varlıklarda bu sistemde ahenkli bir bütündür. Bu bütünün bir parçası olan insan bütünün amacına uygun davranmalıdır. İnsanın amacı olan mutluluk Mutluluk erdemdir. Erdem doğaya uygun yaşamaktır. Hepsi insan iradesinin Tanrı iradesine uygun düşmesinden ileri gelir. İnsan kendini dünyanın gidişinden kendini ayıramayacağına göre yapılacak iş dünyanın gidişini olduğu gibi benimsemektir. Bu nedenle insan gereksiz sıkıntı ve tasalardan uzaklaşmalıdır.
Temsilcileri: Epiktetos ve Kıbrıslı Zenon

Hümanizm (İnsancıllık):
Rönesnas’ın işlediği ilk konu insandır
İnsanı arayan insanın özü ile bu dünyadaki yerini sorgulayan çalışmalara denir.

Neoplatonizm (Yeni Eflatunculuk):
Aristocu skolastiğe karşı Platon sevilmiştir.
Platon akademisi kurulmuştur. Platon’un güzeli baş idea arasına alması Rönesans felsefesinin platonu benimsemesine sebep olmuştur. Ayrıca platonun mistik yapısı da Rönesans ’ın din yapısına uygundu. Bu sebepler Platonizmi doğurmuştur.

Aristotelizm (Aristoculuk):
Aristo’yu ortaçağın yanlış yorumladığına inanan bir takım düşünürler Aristo’nun fikirlerine yeniden yöneldiler. Aristoculuk skolastisizmden uzak bir şekilde yeniden yorumlanmıştır.

Atomizm (Yeni maddeclik):

Rönesans atomculuğu Epiküros’a dayanır. Epiküros skolastik felsefenin etkilerinden ayıklanarak yeniden anlanmaya çalışılmıştır. Böylece yeniden canlanan atomcu felsefe skolastiğe karşı çıkmıştır.

Patristik Felsefe (Kilise babaları felsefesi):
Hristiyanlık dinine antik felsefe ile şekil verme görüşlerinin ilkidir.
Kilise babalarının felsefesidir. Hristiyan öğretilerinin temellendirilmesine çalışmışlardır.
2-6.yy larda yaşamışlardır. Kilise babaları aynı zamanda din adamıdır.
Temsilcisi: Augustinus

Skolastisizm (Kilise okulları felsefesi):
Patristik felsefenin sistematik halidir. Skolastik felsefede Aristotales felsefesinin ağırlığı vardır. Skolastik felsefe okul felsefesidir. Din adamı yetiştiren manastır ve katedraller de geliştiği için schola felsefesi ortaya çıkmıştır. Bu dönem felsefeyi dinin doğrularına uygulayıp inanç konularını kavranılır kılmayı amaçlar. Skolastik kiliseye bağlılık ve her türlü eleştiriye kapalılıktır. (dogmatizm)
Temsilcileri: Aquinalı Thomas Anselmus Ockhamlı William

Nominalizm (Adcılık):
Skolastiğin önceki dönemlerinde belirlenen ideaların zihnin ürünü olan ad’tan ibaret olduğunu savunan görüştür. Kurucusu Ockhamlı Williamdır. Felsefe ile bilimlerin dinden bağımsızlığına yol açmıştır. Rönesans felsefesine zemin hazırlamıştır.

Voluntarizm (İstenççilik):
İradenin aklı karşısındaki üstünlüğünü ileri süren görüştür. Duns Scotus’a göre insanı bilgiye ***üren iradesidir. İnsanın kilise karşısında özgür olmasına yol açmıştır. Rönesans felsefesine zemin hazırlamıştır.

İşrakizm (Işıkçılık):
İslam felsefesinin eski doğu din ve felsefesinden etkilenmesiyle oluşmuştur.
Mistik bir yapısı vardır. Yeni eflatunculuktan etkilenilmiştir. Akla karşıdır. Kurucusu Sühreverdi’ dir. İşrak aydınlanma manasındadır. İşrak insanın içine doğan ışık (sezgidir) Doğruya akıl sezgi ve benliğin arınması ile ulaşılır.

Meşşaiye (Yürüyenler):
İslam düşüncesi ve Aristo felsefesini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Aristo felsefesini kendilerine rehber edinmişlerdir. Akıl ile İslam inançlarını açıklamaya çalışmışlardır. En önemli temsilcileri Farabi İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’tür. Aristo’nun izinde yürüdükleri için bu felsefeye Meşşai (yürüyen) felsefesi denir.

Materyalizm (Maddecilik):
Varlığın insan zihninden bağımsız olarak var olduğunu kabul ederler ve maddi cinsten bir şeyt olduğunu savunurlar. Materyalizm çatısı altında toplanırlar. Materyalizme göre gerçekten var olan “madde”dir. Demokritos Hobbes Lametrie Marx

İdealizm (Fikircilik):
Varlığın ilk ve en önemli ögesinin idea olduğunu öne felsefi öğretiye idealizm denir. Varlığı idea kabul eden filozoflardan Platon Aristoteles Farabi ve Hegel'dir.

Kartezyenler (Descartesciler):
Descartes’in öğrencilerine denir aklı ön plana çıkarmışlardır.

Monizm (Bircilik):
Beden ve ruh gibi iki cevher değil bir cevher var diyen görüş

Spiritüalizm (Ruhçuluk):
Var olanların özü ruhtur diyen görüş.

Romantizm (duygusalcılık):

Kant’ın insan zihni ve ruhunda kabul ettiği her şeyin dış dünyada da var olduğunu kabul edenlere denir. A.de Musset

Relativizm (Görecelilik):

her şeyin kişiden kişiye değiştiğini mutlak ve değişmezin olamayacağını savunan görüş.

Metafizik (Fizikötesi):
Duyusal olanın üstünde olanı araştıran ve ruh cin peri vs varlıklarla uğraşan daldır.

Mistisizm (Gizemcilik):
Doğaüstü güçlerin var olduğu ve bunlarla ilişki kurulabileceği temelini savunan görüş.

Paradigma (Görüş açısı):
olguları açıklamaya yönelik kanılar inançlar ve değer yargılarından oluşmuş bir çerçevedir. Bilim adamının dış dünyaya bakışını belirleyen bir kuramdır.
devamını okuyunuz... >>