ÖZTÜRKÇE ile BİRLEŞİK SÖZCÜKLER ÜZERİNE
Notlar :
1) Hasan Eren “Eski dilci” kavramını öz Türkçe akımı ve Atatürk’ün “Türk Dil Kurumu” yanlıları için; “yeni dilci”leriyse şimdiki “Türk Dil Kurumu” yanlıları anlamında kullanmaktadır.
2) Doğan Aksan, devrimi sonucunda 25.000 kadar yeni sözcüğün benimsenmiş olduğunu, kuruluş biçimi tartışılan sözcük sayısının 50'yi aşmadığını, bu oranın ise % 0,5 olduğunu belirtmektedir.
Türk Dili’yle ilgili birçok şey yazılıyor. Yazılanların çoğu “eski dilciler” ile “yeni dilciler” arasındaki bir tartışı niteliğinde. Örnek olarak Hasan Eren, Mertol Tulum ve İsmail Parlatır’ın “Türk Dili Dergisi’nde çıkan çeşitli yazılarını verebiliriz. Bir dilin gelişmesi, çok iyi araştırılmasına bağlıdır. Türk Dili’yle ilgili araştırı, tartışı ve eleştiriler bu nedenle son derece önemlidir. Türk Dili’ni araştırmak, geliştirmek ve varsıllaştırmak bilimcilerin görevidir. Bu görevin simgesiyse 1932'de kurulan Türk Dil Kurumu’dur.
Bu kurum, kuruluşundan 1980’e kadarki dönemde belli bìr çizgi izlemiştir. Bu çizgi dilimizi yabancı kökenli sözcüklerden arındırmak, dilin kaynağına, halka inerek Türkçenin gerçek sözcük dağarcığını ortaya çıkararak Türkçe sözcük köklerinden sözcükler türeterek Türkçeye yeni bir kimlik kazandırmaktır. Bu çizgiden ara sıra sapıldığı, yabancı sözcüklerin Türkçeden atılmasında pek nesnel davranılmadığı, örneğin Arapça ve Farsça sözcüklerin yerine öz Türkçe sözcükler bulunması için gösterilen çabanın Batı dillerinden gelen sözcüklere karşı gösterilmediği kanısına kimilerince varılmış, dili yabancı ögelerden arındırma çalışmalarının arkasında daha başka amaçların yattığı izlenimi uyanmıştır. (Bkz· Öner 1987: 132-133).
Durum böyle olunca, gerçek amacın dili geliştirmek değil o dili konuşanların dinsel kültürlerine etkiyerek onları bu kültürden uzaklaştırmak olduğu sanılıyor. Bu tür görüşleri ileri sürenler eskiden beri vardı. Örneğin Ebüzziya Tevfik “Mecmua-i Ebuzziya”nın 1898'de çıkan 82. sayısında Türkçe sözcük kullananların dilini kesmekten söz etmiş, “Bugün her kelime-i Arabiyye yerine bir kelime-i Türkiye ikame etmek isteyenler, düşünmüyorlar mı ki böyle bír teşebbüs bizim için din, mezhep, iman, namus hamiyyet, gayret, iffet, ismet gibi sıfatın cümlesinden tecerrüd etmedikçe mümkün değildir.” (Akarsu 1983: 57) diyecek ölçüde ileri gitmiştir. Bu ağır suçlamaların haksızlığını, tutarsızlığını, anlamsızlığını ve dil gerçeklerinden kaçış olduğunu yadsıyabilecek kimse var mıdır acaba?
Getirilen başka bir suçlamaysa türetilen yeni sözcükleri halkın anlamadığı, böylece halkla toplumun aydın kesimi arasında bir kopukluğun ortaya çıkacağıdır. Türetilen sözcüklerin ilk okuyuşta/duyuşta anlamak yalnız okumamış ya da az okumuş kesim için değil aydın kesim için de zor olabilir. Zaten bir sözcük çıkar çıkmaz benimsenmeyebilir. Benimsenmesi dilin yapısına uygun olmasına ve kullanılmasına bağlıdır. Dilin yapısına uygun olmayan sözcük kullanılmaz; kullanılmayan sözcükse tutmaz, kendiliğinden ölür. Pek çok sözcük her ne kadar önerilmiş ve bazılarınca kullanılmışsa da tutmamıştır, bunları anlayabilecek kişilerin sayısı da azdır. Buna karşılık “eski dilcilerce” Atatürkçü anlayışla türetilip tam anlamıyla tutan, herkesçe anlaşılabilen ve “uydurukça” karalaması getirilemeyecek sözcükler onbinlercedir. (Bakınız, Ali Püsküllüoğlu, Öz Türkçe Sözlük)
Kaldı ki, toplumun değişik kesimleri arasında görülebilen kopukluğun nedeni, B. Akarsu'nun da belirttiği gibi, sözcüklerde değil değişik kuşakların kavram dünyasındaki farklılıklarda aranmalıdır. Yükseköğrenim gören bir kişinin kavram dünyasının, öğrenim görmeyen bir kişinin kavram dünyasından daha varsıl olması çok doğaldır. Dolayısıyla öğrenim gör(e)meyenler kültürel, bilimsel ve dilsel gelişmelere ayak uyduramayabilirler. Öyleyse dilimizi varsıllaştırmak (zenginleştirmek) için sözcükler türetilmelidir, sözcük türetmek sakıncalı değil çok yararlıdır. Zararlı olan denendikten ve yıllar geçtikten sonra tutunmadığı kesin olarak görülen sözcükleri inadına kullanarak zorla benimsetmeye çalışmak ya da dilbilimsel kurallara uygun sözcükleri “uydurukça” iftirası vurarak yabana atmaktır. Sözcük türetme çalışmalarını karalamak için “lokanta” yerine “otlangaç”, “otobüs” yerine “oturgaçlı götürgeç” gibi gülünç ve gerçek uydurma sözcükler ortaya atmaktır. Dilimizi yabancı dillerin istilasından kurtarıp “Türkçeyi Türkçeleştirmek” için Atatürk'ün olağanüstü bir çaba harcadığını, yazdığı geometri betiğinde (kitabında) “eşit, artı, eksi, çarpı, bölü, üçgen, dörtgen, uzay, boyut, varsayım…” gibi terimleri türetip kullandığını burada anmadan geçemeyeceğim. Bugün varsayım yerine faraziye, boyut yerine buut, uzay yerine feza sözcüklerinde diretmenin amacı nedir?
“Eski dilciler” ile “yeni dilciler” arasındaki tartışı konularının en önemlilerinden biri de yazımla ilgilidir. Ben burada yazımın her yönüyle ilgilenmek yerine, yalnız birleşik sözcükler konusunu ele alacağım. İlk önce birleşik sözcükten (Almanca : Zusammensetzung, Kompositum) ne anladığımı belirtmek istiyorum : Aralarında anlam birliği olan, yalnız bir kavramı karşılayan, iki ya da daha çok sözcüğün bitişik yazılmasından oluşan ve sözlük maddesi değeri olan sözcüğe birleşik sözcük denir. Buna göre birleşik sözcük ile bitişik sözcük ayrımına gerek yoktur. Çünkü birleşik sözcük, sözcüklerin bitişik yazılmasıyla oluşur. Aralarında anlam ilişkisi olan ve ayrı yazılan sözcüklere söz öbeği (Syntagma) denebilir. Birleşik sözcük konusunda daha değişik ölçütlerden yararlanılabilir. Bunlara aşağıda değineceğim. Ancak birleşik sözcüğün tanımında ve belirlenmesinde, herkesçe anlaşılamaz gerekçesiyle anlambilimden yararlanılmasının sakıncalı olduğu yönündeki Mertol Tulum’un görüşünü paylaşmıyoruz.
Çeşitli dergilerde çıkan yazılarda, eski dilcilerin çıkardığı yazım kılavuzlarıyla “Türkçe Sözlük”teki değişik tutarsızlıklara değinilmiştir. Bu eleştiriler haklı olabilir. Ancak Yazım Kılavuzu'nun değişik baskılarında aynı sözcüğün değişik yazım biçimleriyle ortaya çıkması, sözlük yapımcılarının bu konuda bir arayış içinde olduklarını gösterir, buysa tutarsızlıktır. Çünkü yazım dizgesi (sistemi) daha tümüyle oturmuş değildir. Bir dizgenin tümüyle benimsenmesi yıllarca sürebilir. Oysa yeni dilcilerin 1988'de çıkardığı iki ciltlik “Türkçe Sözlük” de kendi deyimleriyle tutarsızlıklarla doludur. Şimdi bunlara bazı örnekler vermek istiyorum:
a) Belirteni “baş” olan sözcüklerin çoğu bitişik yazılırken (Başbakan, başasistan, başdanışman, başörtü), bazıları ayrı yazılmıştır : (Baş ucu, baş altı, baş örtüsü, baş kaldırma).
b) “Üstçavuş”a karşın “üst geçit”, “üst yapı”, “alt yapı” yazılmış.
c) “Barışsever”, “basınçölçer”in yanında “uyur gezer”i görüyoruz.
ç) “Dört ayak” ile “kırkayak” da birbirleriyle çelişiyor.
d) “Anayasa” ile “ana sav”, “ana okulu”, “ana dil” bir başka çelişki.
e) Doğru yazıldığını kabul ettiğimiz “ayakbastı”, “ayakteri” yazılmasını gerektirirdi. Oysa “ayak teri” yazılmış.
f) Neden “başmakale” ya da “başyazı”ya karşın “ön söz” yazılsın?
g) “Milletlerarası” ile “millet vekili” birbirine ters düşmüyor mu?
h) Peki “Bitpazarı” ile “bit otu”na ne demeli?
ı) “Baldırıkara”, “karagöz”, “karakuş” yazılırsa, “kara baldır”, “kara dul”, “kara baş” gibi yazımlar yanlış sayılmalı.
i) “Akbaş” ile “ak su”, “ak balık” aynı sözlükte yer alıyorsa bir yanlışlık var demektir.
j) “borazancıbaşı” ile “ay başı” bir başka çelişki örneği.
Bu örnekleri daha da çoğaltmak olanaklı. Burada bitişik yazım konusunda belli bir yol izlenmeye çalışılmış gibi. Örneğin belirtileni “-en” ya da “-er” ekiyle yapılan sözcükler, belirtenle bitişik yazılmıştır. “-er” ekiyle yapılan ve bizce bitişik yazılması gereken “uyur gezer”in neden ayrı yazıldığıysa belli değil. Belirtenle belirtilenin eylem kökünden gelmesiyse neden, bu bir gerekçe olamaz bizce.
Yeni dilcilerin çıkardığı “İmlâ Kılavuzu”nun “Gözden geçirilmiş yeni baskı”sında (1988) benzetme yoluyla nesnelere ad olan sözcüklerin bitişik yazılması gerektiği belirtilmiş ve örnek olarak “aslanağzı” (bir çiçek), “danaburnu” (bir kurt), “devetabanı” (bir bitki), “hanımeli” (bir çiçek), “keçiboynuzu” (bir ağaç), “kadıntuzluğu” (bir bitki), “kadıngöbeği” (bir tatlı), “katırtırnağı” (bir bitki), “tekesakalı” (bir bitki) verilmiştir. Oysa yine kendilerinin hazırladığı “Türkçe Sözlük”te (1988) “deve tabanı”, “keçi boynuzu”, “teke sakalı” gibi yazımlar benimsenmiş· Ayrıca “hanımeli”, “kadıngöbeği”, “katırtırnağı” benzetme yoluyla bir nesneye ad olmuşlarsa ayrı yazılmasını yeğledikleri “hanım parmağı” (bir çeşit tatlı), “hanım göbeği” (hamur tatlısı), “keçi memesi” (bir üzüm türü) aynı özelliği taşımıyor mu? İkisi de bir tatlı türünü gösteren “kadıngöbeği” ile “hanım göbeği”nin değişik yazımlan içine düşülen çelişkinin doruk noktasını oluşturmaktadır.
Bu tutarsızlıklara sayısız örnekler verilebilir. Aynı “İmlâ Kılavuzu”nda (s. 19) “Birleştirmelerde kullanılan kelimeler yeni bir kavramı karşılarlar ancak birleştirmede yer alan her kelime kendi eski anlamını saklamış olabilir. Bu tür birleşik kelimeler ayrı yazılır.” deniliyor. Şimdi soralım : “tereyağı”, “sigaraböreği”, “taşyağı”, “kuş üzümü” (bir üzüm türü), “kuş otu” (bir bitki), “kuş sütü” (bulunmaz şey), “kuş dili” (sözcüklerin biçimini değiştirerek uydurulan bir tür konuşma; ayrıca bir ağaç türünü de gösterir) vb… yüzlerce örnekte “her iki kelime kendi eski anlamını saklamış” da mı ayrı yazılmış acaba? Bizce bitişik yazılması gereken “tere yağı”nın “tere”yle, “kuş üzümü”, “kuş otu” ve “kuş dili”nin “kuş”la, “taş yağı”nın “taş”la, “sigara böreği”nin “sigara”yla, “kuş sütü”nün “kuş” ya da “süt”le hiçbir ilgisi yok· Bu sözcükler benzetme sonucu gerçek anlamından başka bir anlamda kullanılmıştır. Benzetme söz konusu olunca sözcüklerin bitìşik yazılması gerekmiyor muydu?
Şimdi bu noktayı tersinden ele alalım. “Her iki kelime kendi eski anlamını saklamış"sa ayrı yazılmalıydı hani? Peki, doğru yazıldığını kabul ettiğimiz “basınçölçer” (barometre), “ısıölçer” (kalorimetre), “ısıdenetir” (termostat), “ısıveren” (ekzotermik), “başasistan” ve daha nice sözcük ayrı yazılmamalı mıydı bu kurala göre? “Öçer”, “denetir”, “veren” sözcüklerinin sözlükte birer madde olarak yer almaması neden olarak gösterilecekse o zaman “uyur gezer”, “tüme varım”, “tümden gelim”in de bitişik yazılması gerektiğini, çünkü sözlükte “gezer”, “gelim”, “varım” diye maddeler bulunmadığını anımsatalım.
Yine “İmlâ Kılavuzu”nda (s. 19) “ev”, “ocak” ve “yurt” gibi sözcüklerle kurulan adların ayrı yazılması gerektiği vurgulanmış ve “bakım evi”, “aş evi”, “yayın evi”, “ordu evi”, “aş ocağı”, “sağlık yurdu” gibi örnekler verilmiş. Bizce bunların ayrı yazılmasını gerektiren bir kural yok. Tersine, tek bir nesneye ad oldukları için bitişik yazılmaları gerekir : “Orduevi”, “yayınevi”, “doğumevi”, “aşevi”, “sağlıkyurdu” gibi. “Yurt” ve “ocak” ile yapılan sözcükler birleşince çok uzunmuş gibi göründükleri için başlangıçta yadırganabilir. Ancak zamanla hem gözümüz hem de bilincimiz buna alışacak, bu gelişmeyi benimseyecektir. Çünkü “dilde birleşme süreci, düşüncenin, bilincin gelişme düzeyíne bağlı, zorunluktan doğan” bir gelişmedir.
Özetleyecek olursak eski dilcilere bir tepki olarak yeni dilcilerce hazırlanan “İmlâ Kılavuzu” ile “Türkçe Sözlük”te, açık seçik ve tutarlı kurallara bağlı kalmaksızın sözcüklerin elverdiğince bitişik yazılmamasına özen gösterilmiş, böylece birçok çelişkiye düşülmüştür. Her ne kadar Hasan Eren bitişik yazım kurallarından söz ediyorsa da Mertol Tulum konuyla ilgili yazısında “Birleşik kelimelerin bitişik ya da ayrı yazılması, sınırlayıcı ve kesin olmayan itibari değerlendirmelere dayanmaktadır. Böyle de olsa, bu değerlendirmeler belli ve anlaşılır ölçülere bağlanamamış olduğundan kararsızlık sürüp gitmiştir.” Demektedir. Ancak kesin kurallar yok diye her şeyi olduğu gibi benimsemek zorunda değiliz. Art düşünce olmadıkça eski dilcilerinde yeni dilcilerin de çalışmalarını kınamamalıyız. Çünkü bu tür çalışmalar bizi yeni arayışlara yöneltecek, dilimizin daha tümüyle ortaya çıkmamış varsıllıklarıyla buluşturacaktır.
Bizce Türkçenin yapısı, örneğin Almanca gibi üç ya da daha çok sözcükten oluşan birleşik sözcükler yapmak için uygun olmasa bile iki sözcükten oluşan birleşik sözcükler oluşturmaya oldukça elverişlidir. Türkçenin sözcük dağarcığını bu yolla varsıllaştırmak olanaklıdır. On dokuzuncu yüzyıldan beri nasıl yabancı kökenli sözcüklerin yerine Türkçelerinin konmasına tepki gösterildiyse ve daha gösteriliyorsa birleşik sözcükler de başlangıçta yadırganacak ancak zamanla “yapıt”, “varsayım”, “uzay” ve daha nice Onbinlerce sözcük gibi tutacaktır, benimsenecektir.
Sözcüklerin bitişik yazılması konusunda aşağıdaki ilkeler benimsenebilir:
a) Yer adları bitişik yazılmalıdır. Buna göre “Gazi Antep” değil, “Gaziantep”; “Şanlı Urfa” degil “Şanlıurfa” yazılmalıdır.
b) Rakamlar yazıyla yazıldığı zaman bitişik yazılmalıdır : “On bir” değil “onbir”, “bin dokuz yüz yetmiş beş” değil “bindokuzyüzyetmişbeş” gibi” Çünkü bunlar hem tek birer sayıyı göstermekte hem de bütünü oluşturan parçalar görsel açıdan dağınık bir görüntü vermekte ve sayının nerede bittiğinin belirlenmesinde güçlük çekilmektedir. Böylece kavramak zorlaşmaktadır.
c) Anlambilimsel etkenler bitişik yazım konusunda göz önünde bulundurulması gereken en önemli ölçüttür. Aralarında anlam bütünlüğü olan ve tek bir kavramı gösteren sözcükler bitişik yazılmalıdır. Öyleyse “unutma beni”, “beş parmak otu”, “ön söz” ... bitişik yazılmalıdır. “unutmabeni”, “beşparmakotu”, “imambayıldı”, “atardamar”, “uçaksavar”, “akaryakıt”, “önsöz” yeğlenmelidir.
ç) Anlambilimsel özelliklerden olduğu gibi, biçim bilimsel özelliklerden de bu konuda yararlanılabilir. Örneğin tek seslemli (heceli) belirtenler, ek almış olsalar bile belirtilenle bitişik yazılabilir: “tümbaşkalaşma”, “tümbaşlılar”, “tümevarım”. Buna tek seslemli belirtilenlerle ek almış biçimleri de dahil edilebilir: “yabancıdıl”, “diliçi”, “dildışı”, “bilinçaltı” gibi.
d) Bilindiği üzere, Türkçede önek yoktur ancak önek özelliği taşıyan (Praefixoid) ve genellikle tek seslemli olan sözcükler vardır. Tarihsel açıdan incelendiğinde, öneklerin bağımsız biçimbirimlerden oluştuğu görülür. Bunlar zamanla daha genel bir anlam kazanır ve soyutlaşır. Türkçeden örnek vermek gerekirse “Koşullar elvermiyor.” ile “Ayşe elini vermiyor.” tümcelerindeki “el” çok farklıdır. Birinci tümcedeki “el” düz anlamını yitirmiş, soyutlanmış, öneke dönüşmüştür. İkinci tümcenin “el”iyse “vermek” eyleminin bir tamlamasıdır (Aktant). İşte önek niteliği taşıyan bu tür sözcükler, seslem (hece) sayılarına bakılmaksızın bitişik yazılmalıdır : “önsöz”, “önkoşul”, “önkoşmak”, “önyıkamak”, “önsezmek”, “önsezi”, “varolmak”, “varsayım”, “varsaymak”, “ilkokul”, “ilköğretim”, “altyapı”, “üst-geçit”, “yananlam”, “özeleştiri”, “özgeçmiş”, “özsaygı”, “çokeşlilik”, "sözdizimsel", "soykırım”, “soyadı”, “sonbahar”, “sonses”, “ortaöğretim”, “ortadirek”, “0rtadoğu”, “yüksekokul”, “yükseköğretim”, “aratümce”, “eşdeğer”, “eşgüdüm” gibi. Buna göre bu ulamın zamanla Türkçede de çok gelişeceğini ve Türkçeye bu yolla sayısız sözcük kazandırılabileceğini düşünmek aşırı bir iyimserlik olmasa gerek.
e) Birleşik yazımın anlam ayırıcı özelliği de olabilir: “Dil bilgisi” (Sprachkerıntnis, Sprachwissen), “dilbilgisi” (Grammatik), “çok anlamlı” (vielsagend), “çokanlamlı” (polysem), “açık göz” (offenes Auge), “açıkgöz” (schlau, klug), “hasta bakıcı” (kranker Pfleger), “hastabakıcı” (Krankenpfleger).
Bunlar kesin kural değil tartışıya açık önerilerdir.
Sonuç olarak Türkçeyi varsıllaştırmak ve ona bilimsellik kazandırmak zorundayız. Bu, ancak yeri kavramları, yeni düşünceleri, ya da karşılığı olmadığını sandığımız yabancı sözcükleri karşılayacak yeni sözcüklerin türetilmesiyle olanaklıdır. Türkçe kesinlikle yoksul bir dil değildir. Herhangi bir dilde sözlü ya da yazılı olarak anlatılan her şey, Türkçede de anlatılabilir. Türkçenin anlatım gücünü yetersiz bulanlar, bilerek ya da bilmeyerek Türkçenin gelişimine çeşitli yollarla engel olmuş kişilerdir. Dilde tutucu olmamak gerekir. Çünkü dilde tutuculuk, dili havasızlıktan boğmak demektir. Dilin gelişmesine yapay yollarla ve tutarsız gerekçelerle engel olunmamalıdır. Dile politik açıdan değil bilimsel açıdan bakılmalıdır. Dilin gelişmesine engel olunmak istense bile, başarılamaz; gelişme ancak geciktirilebilir. En açık örnek Ebuzziya Tevfik'tir. Bugün Türkçenin Türkçeleştirilmesine karşı çıkanlar Ebuzziya Tevfik döneminde yaşasalardı, büyük olasılıkla onun gibi düşüneceklerdi. Sanırım Arapça sözcüklerin yerine Türkçelerini koyanların dilini kesmekten söz eden Tevfik günümüzde yaşasaydı, herkesten önce kendi dilini kesmek zorunda kalacaktı.
Birleşik sözcükler konusuna gelince; bitişik yazımın Türkçenin yapısına aykırı olduğunu savunarak bu sözcük yapım yolunu tıkamaya çalışmak doğru değildir. Türkçede önek ulamının gelişip gerçek anlamda oluşması, bitişik yazım yolunun açık tutulmasına bağlıdır. Bitişik yazım konusunda yararlanılacak temel etken “anlam” olmalıdır. Anlambilimsel ölçütlerin herkesçe anlaşılmaması doğaldır. Bunu dille ilgilenenlerin bilmesi yeterlidir. Kaldı ki bir kişiye “ön” ile “söz” sözcüklerinin anlam bütünlüğü taşıdıkları ve yalnız bir kavramı karşıladıkları için bitişik yazılmaları gerektiğini açıklamak, Türkçenin yapısına ya da kişiliğine aykırı olduğu için ayrı yazılmaları gerektiğini savunarak açıklamaya çalışmaktan daha zordur. Çünkü “anlam bütünlüğü” ile “yalnız bir kavramı karşılamak”, “dilin yapısı” ya da “dilin kişiliği” kadar buyrultusal değerlendirmelere açık değildir. Nitekim yeni dilcilere göre Türkçenin yapısı sözcüklerin bitişik yazılmasına pek uygun değildir, eski dilcilere göreyse uydundur.
Kaynakça :
1) Akarsu, Felsefe Dili Olarak Türkçe, Macit Gökberk Armağanı, TDK Yayınları : 502, Ankara 1983, s. 49-72.
2) Doğan Aksan, “Sözcükbilim Açısından Dil Devriminden Çıkarılabilecek Sonuçlar Üzerine, Atatürk’ün Yolunda Türk Dili, TDK Yayınları : 479. Ankara 1981, s. 112-123.
3) Hasan Eren, “Eski Dilciler”, Türk Dili Dergisi, Sayı: 435, 1988, s, 115-122.
4) Hasan Eren, “Mısır tavuğu”mu, yoksa “mısırtavuğu” mu? Türk Dili Dergisi, Sayı: 438, 1988, s. 316-320.
5) Hasan Eren, Eski Dilcilikten Yeni Yazım Uzmanlığına, Türk Dili Dergisi, Sayı: 451, 1989, s. 42-46.
6) Hasan Eren, Dil Tartışmalarında Gerçekler, TDK Yayınlan: 558, Ankara 1990, s. 71.79.
7) “Çağdaş Türk Dili’nde Birleşik Sözcükler Sorunu”, 1. Türk Dil Kurultayı’na Sunulan Bildiriler, TDK Yayınları : 413, Ankara, 1975, s. 511-517.
TAHİR BALCI
Söylentilerden gerçeğe Dede Korkut (1)
Dede Korkut’un 570-632 yılları arasında, Peygamberimizin hayatta olduğu
dönemde yaşadığı, bir başka anlatıma göre 250 yıl hayat sürdüğü, gelecekten haberler
verdiği benzeri bilgiler birer söylenti, bir başka anlatımla rivayettir.
Yine, Oğuzların Kayı veya Bayat boylarından geldiği, Kara Hoca’nın oğlu olduğu,
İsak Peygamber’in soyundan geldiği, "kerem sahibi bir evliya" sayıldığı,
Peygamberimizin hayır duasını aldığı ve Oğuzlara İslâm dinini öğrettiği de günümüze
kadar ulaşan söylenti nitelikli bilgilerdir..
GÜNÜMÜZ GERÇEĞİ
"Ozanların Piri" veya "Ozanların Başı" olarak
da nitelenen Dede Korkut’la ilgili gerçek olan; nerede Türk varsa, orada Dede Korkut’un
olduğudur. Türklüğün ve Türk kültürünün sevdalısı Namık Kemal Zeybek’in iki yıl
önce Bayburt’ta söylediği gibi, Korkut Ata’nın, Oğuz ve Kıpçakların bir
arada yaşadığı dönemde yaşadığı, Bayburt çevresinin O’nun yaşadığı veya "yeniden
yaşadığı" bir bölge olduğudur. Yine gerçek o ki, Dede Korkut, hayattayken Bayburt’ta
yaşamasa bile, yüzyıllardan beri Bayburt’un maneviyat bahçesinde var olmasıdır.
Yunus Emre’nin, Sarı Saltuk’un, Nasrettin Hoca’nın, Karacaoğlan’ın birçok yerde
mezarının olduğu gibi, Dede Korkut’un da mezarı, hem Kazakistan’da, hem Bayburt’un
Masat köyündedir.
Çünkü, atalar atası Korkut Ata, bütünüyle Türk atlasında doğmuş, Türklerin
gönüllerinde yaşamış ve ve orada yatmaktadır.
Bayburt, Türklerin Anadolu’da en eski yerleşim bölgesidir. Selçuklular
ve Osmanlılar döneminde önemli bir kültür merkezidir. Bir çok bilim ve sanat adamı
yetiştirmiştir. Bayburtlu, bunların arasında Dede Korkut’u da saymaktadır.
Dede Korkut, dün olduğu gibi bugün de bütün canlılığıyla Bayburt’ta yaşamaktadır.
En yaygın öykülerden biri olan halk dilinde Beğ Böğrek’in (Bamsi Beyrek)
birçok varyantı Bayburt’ ta dilden dile günümüze ulaşmıştır. Hikayelerde Bayburt
, “Parasarın Bayburt Hisarı” adıyla geçmektedir. Beğ Böyrek’ in
mezarı Bayburt Kalesi’ndeki “Zindan”ın karşısında Duduzar Tepesi’ndedir.
DEDE KORKUT ÖYKÜLERİ VE MESAJI
Bugün için, yazıya geçirilirken konulan adıyla, Dede
Korkut ala Lisan-i Taife-i Oğuz Han, yani Oğuzların Diliyle Dede Korkut
Kitabı’nda yer alan on iki destan özellikli öyküde anlatılan olayların
birer söylenti olduğunu öne sürebilirler. Ancak, bu öykülerde,
İslâm öncesi ve sonrasında Türklerin yaşayışından, dilinden, tarihinden, edebiyatından
ve kültüründen yansımaların getirildiği, günümüze ayna tutulduğu gerçektir. Bir
başka gerçek, Dede Korkut öykülerinin, herkesin anlayabileceği arılıkta, durulukta
ve akıcılıkta bir Türkçe ile söylenmiş olmasıdır.
Dede Korkut’un Türk dünyasının bilge atası olduğuna söylenti diyebilirsiniz,
ama onun Türk toplumunun aile düzenini, eğitim yapısını, davranış biçimlerini, niteliklerini,
huylarını hasılı üstün ahlâk ve karakter sağlamlığını anlattığı gerçektir.
Ulusumuzla özdeşleşmiş olan doğruluk, sözünde durmak, başta namus olmak üzere
kutsal bildiği değerler uğruna ölmek öykülerin ana temalarındandır. Bu öykülerin
verdiği mesajlar arasında, gençlerin ailesine, milletine ve devletine bağlı, cesur,
çalışkan, saygılı, sevgili, hoşgörülu ve mert olmaları yönündedir.
ÜSTÜNLÜK YİĞİTLİKLE OLUR
Dede Korkut’un şahsına yönelik yazılanlar ve söylenenler, elimizdeki
verilere göre birer söylentidir. Ancak, her hikayede ortaya çıkan ve on iki hikâyeyi
birbirine bağlayan, öğüt veren, eğiten, tenkit eden, sorunları çözen, hanlardan
çobanlara kadar herkesin saydığı, güvendiği, inandığı, bilge kişi
olduğu gerçektir.
Hikayelerde destanlaşmış tarihi olaylar anlatılmıştır. Halkın ekonomik
durumuna, hayvancılıkla geçindiğine ilişkin bilgiler vardır. Kadından ve
kadın haklarından söz edilir. Kadın da hanlık edebilmekte, evlenirken güçlü
ve yiğit birini aramaktadır. Anlatılan olaylardan çıkarılacak paylar vardır. Bunlara
göre, Oğuzlarda üstünlük yiğitlikle olur. Gençlerin ad alabilmesi için yiğitlik
göstermesi gerekir. Yiğitlik gösteren delikanlıya Dede Korkut, “Boğaç”ta
olduğu gibi, ad verir. Oğuzlar işlerini kendileri yapamazsa küçük düşerler. Üstünlüklerini
kaybetmemek için yardım kabul etmezler. Bir örneği, Kazan Han’ın kendisine yardımını
engellemek için, çobanı ağaca bağlamasında görebiliriz.
Çıkarılacak paylar söylenti değil, her dönem geçerli olan gerçeğin anlatımıdır.
Yarınlar için de geçerlidir: Nedir bunlar? Ülkeye sahip çıkmanın, Ekonomik gücün,
eli açık olmanın, aç doyurmanın, yoksul donatmanın, dürüst olmanın, konukseverliğin,
iyi eş olmanın, iyi evlat yetiştirmenin, hüner ve erdemin gereğidir. Dede Korkut
destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin,
her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk
milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin ederler
YURDUN HER KÖŞESİNDE DEDE KORKUT YAŞIYOR
Günümüzde de Dede Korkut hikâyeleri çeşitli adlarla ve varyant farklılıkları
ile yaşamaktadır. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’un tespitine
göre, bunlardan en yaygını Bamsı Beyrek boyunun Bey Böyrek adıyla söylenen masallaşmış
biçimidir. Bu masalın Azerbaycan’dan; Anadolu’nun Trabzon, Bayburt, Erzurum, Erzincan,
Urfa, Kilis, Kahraman Maraş, Sivas, Yozgat, Amasya, Sinop, Bartın, Zonguldak, Kırşehir,
Kayseri, Konya, Osmaniye, Afyon, Eskişehir, Kütahya, İstanbul şehirlerinden derlenmiş
varyantları vardır. Masalın 1791’de yazıya geçirilmiş eksik bir varyantı ise Türk
Dil Kurumu Kütüphanesinde saklanmaktadır. Aynı masalın 1730-31 tarihli tam bir nüshası
ise Mısır’da bulunmuştur.
Masallaşmış olan ikinci boy Tepegöz boyudur. Bu masalın da Azerbaycan’dan;
Iğdır, Posof, Bayburt, Erzurum, Siirt, Yozgat, Kastamonu, Çorum, Çankırı, Ankara,
Konya, Aydın, İstanbul, Kırklareli şehirlerinden ve Dobruca’dan derlenmiş varyantları
bulunmaktadır. Deli Dumrul boyunun masallaşmış varyantları ise Tokat, Konya, Antalya,
Bolvadin ve Üsküp’ten derlenmiştir.
Ferruh Arsunar’ın 1962’de Gaziantep’ten yaptığı bir derlemede, Salur Kazan’ın
evinin yağmalandığı boyun bir özeti gibi olan masalda, kahramanlar birbirine karışmış
olmakla beraber, Türkmenistan’daki rivayetlerde olduğu gibi temel konu aynıdır.
Ahmet ÖZDEMİR
14.07.2003
Türkçe Hakkında İlginç Notlar
-Türkiye'den yayınlanan Radyo Televizyon yayınları etkisiyle Azerbaycanlı gençler artık Farsça "evet" anlamına gelen "beli" yerine "evet" demeye başlamışlar. Vaktiyle biz "vazife" diyorduk, onlar da "vazife" diyorlardı. "Görev" kelimesi kullanım alanına girmemiş olsa bile en azından duydukları zaman yadırgamıyorlar. Türkiye'deki alelade insan da Azerbaycanlı bir konuşucuyu on yıl öncesine göre daha rahat anlayabiliyor. Hatta Türkmenistanlı, Özbekistanlı konukları da daha rahat anlayabiliyor.
-Birleşmiş Milletler ve dünya İstatistik kuruluşlarının verdiği verilere göre dünyada yaygın kullanılan dilleri kullanış alanı ve amacına göre üç kategoride sınıflayabiliriz: 1) Dünyada en çok nüfus tarafından ana dil olarak kullanılan diller, 2) dünyada en geniş coğrafi alanda kullanılan diller, 3) Dünyada bilimsel ve teknoloji alanda ticaret, haberleşme ve bilgi alışverişinde yaygın kullanılan diller. Birinci gruptaki diller açısından sıralama Çince, Hinduca, İngilizce, İspanyolca, Rusça, Arapça ve diğerleri; ikinci kategoriye göre sıralama İngilizce, Çince, İspanyolca, Arapça, Türkçe, Hinduca; üçüncü kategoriye göre ise sıralamada başlıca Batı Avrupa Dilleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca ve Rusça yer almaktadır. Pasifik devletlerinden Japonya'nın hızla gelişen Çin'in dili de yakın bir geecekte bu kategoride yer alacaktır.
-Yabancı dil öğretimi için eğitim-öğretim dilinin mutlaka yabancı dilde olmasının gerekmediğini çarpıcı bir örnekle sunmak istiyorum. Skale dergisi 1993 yılı 1. sayısında yayınlanan "Sayılarla Avrupa Topluluğu" yazısında verilen bilgiye göre Avrupa topluluğunda 20-24 yaş arası gençlerin % 83'ü en az bir yabancı dile hakim, bu daha yaşlılarda % 50 civarında. Belçika, Hollanda, İsviçre gibi ülkelerde oran çok daha yüksek. Buna karşın Avrupa'da bütün orta öğrenim ve üniversite öğretimi kendi ana dillerinde yapılıyor. Diğer bir örnek, nüfusu sadece 10 milyon olan Macaristan'da bütün okullar Macarca, tek bir üniversite 1991 sonrası İngilizce açıldı, ama öğrencileri yabancı. Macarca ülke dışında hiçbir ülkede kullanılmadığı halde her konuda bizden çok daha fazla Macarca kitap basıyorlar ve her Macar da bir yabancı dil biliyor. SCI ce taranan dergilerde yayınlanan makalelerin ülkelere göre sıralamasında ilk 20 sırada yer alan ülkelerden yalnız Hindistan yabancı dilde öğretim yapıyor. Yani her ülke kendi dilinde öğretim yaparak bilim üretebiliyor, diller bilim üretimine engel değil.
-Sırf İstanbul'da İngilizce, Fransızca, Almanca İtalyanca eğitim yapan orta dereceli okulların sayısı 150'nin üzerende. Bütün ülkede ise özel okulların sayısı 1995 yılı itibariyle 871'dir. Eğer önlem alınmaz ve sınırlamaya gidilmezse üniversitelerimiz de bu yola girer. Eğitim çağında 15 milyon nüfusun tamamını böyle özel okullara göndermemiz mümkün olmadığından (14.300.000. toplam öğrencinin sadece 200.000'i özel okullara gidebilmektedir.) talep de devamlı kamçılandığından maalesef en seçme başarılı öğrenciler "Robert Kolej, Galatasaray Lisesi" başta olmak üzere yabancı dilde eğitim yapan okullara gönderiliyor ya da bu okulları tercihe zorlanıyor. Yabancı dilde öğretim yapan üniversiteler için de aynı durum sözkonusu. Böyle olunca bütün bu üstün yetenekli çalışkan, seçme öğrencileri alan okullar hem yabancı dilde hem de diğer sosyal ve fen derslerinde daha başarılı oluyorlar. Bu sonuç da biraz önce değindiğimiz genel kanaati oluşturuyor. Yani malzeme kaliteli olduğu için ürün de kaliteli oluyor. Önemli olan bir öğretim kurumunun öğrenci alırken hangi yüzde diliminden öğrenci aldığına bakılarak bu öğrencileri hangi yüzde diliminden mezun ettikleridir. Mezunlar ilk yüzde diliminden daha başarılı yüzdeye yerleştirilebiliyorsa o kurum başarılıdır.
-Tarihçi Jean-Paul Roux, ''Türklerin Tarihi'' adlı yapıtında [ 1] ''Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek biricik tanım dilbilgisel olandır. … Türklerin dili çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğundan ilişkide bulundukları birçok insan topluluğu tarafından benimsenmiştir.'' diyor. Ünlü dilbilimciler, Türkçenin yetkinliğini ve kurallı oluş bakımından öteki dillerden üstünlüğünü övmüşlerdir:
-Max Müller, Türkçe hakkındaki görüşlerini şöyle açıklıyor: ''Türkçenin bir dilbilgisi kitabını okumak, bu dili öğrenmek niyetinde olanlar için bir zevktir.Türlü dilbilgisi kurallarının belirlenmesindeki ustalık, eylem çekimlerindeki düzenlilik, bütün dil yapısındaki saydamlık, kolayca anlaşılabilme niteliği, insan zekasının dil aracılığı ile beliren üstün gücünü kavrayabilenlerde hayranlık uyandırır…. Türk dilinde her şey saydamdır, apaçıktır.
-Jean Deny, ''Türk dili, seçkin bir bilginler kurulunun danışma ve tartışmaları sonucunda oluştuğu kanısını uyandırıyor. Fakat böyle bir kurul, Türkistan bozkırında kendi başına kalmış olarak ve kendi yasaları ya da kendi içgüdüleri itişiyle, insan beyninin yarattığı bu sonucu sağlayamazdı !'' demektedir
-XIII. yüzyılda Cengiz Hanın Moğol İmparatorluğu, yaklaşık olarak, tüm Türk Dünyasını egemenliği altında toplamıştır. Moğol İmparatorluğunun, devlet dili olarak Uygur Türkçesini ve Uygur yazısını kullanmıştır.
-Osmanlı'da, Zaloğlu Rüstem bizim ulusal kahramanımız gibi tanıtılmış, buna karşılık Türk kahramanı Alp Er Tunga(Tonga) unutulmuştur. Zaloğlu Rüstem'in Alp Er Tunga'yı hile ile yakalatmasının anısı olarak dilimizde ''Tongaya düşmek'' deyimi kalmıştır.
-Bütün bu olumsuz oluşumlara karşın, Türk dilinin büyüleyici etkisi kendini göstererek, Türkçe, Anadoluda hızla yaygınlaşan halk dili olur. Moğol işbirlikçisi Anadolu Selçuklusu sultanlarının egemenliğine başkaldıran Türkmen beyi Karamanoğlu Mehmet Bey'in Konyayı ele geçirip Siyavuş'u Selçuklu sultanı yapması, Türk dili için mutlu bir olay olur: Karamanoğlu Mehmet Bey, 19 Mayıs 1277'de ünlü fermanını yayınlar: ''Bugünden sonra divanda, dergahta, mecliste ve meydanda Türkçeden gayrı dil konuşulmayacaktır! ''. Türkçenin bu bağımsızlık bildirgesiyle, Moğolların ilerlemesini durdurmuş olan '' külahlı, ayağı çarıklı ve kara kilimli Türkmenler'', Farsçayı benimsetmeye çalışan ''Rumi'' adı takınmış Selçuklulara karşı bir dil yengisi kazanmışlardır
-Yunus Mevlana'nın Mesnevisini okuduğunda çok uzun ve belki biraz da Farsça yazılmış olmasını beğenmeyerek, bu Mesnevinin yerine ''Ete kemiğe büründüm / Yunus deyi göründüm.'' beytini önermesi, Türkçeyi sevenler için etkileyicidir. Yunus'un şiirleri yüzyılardan beri Türklerin belleğinde yaşamaktadır. Günümüzde Birleşmiş Milletler yapısının girişinde duvara yazılan ''Gelin kardeş olalım / İşi kolay kılalım / Sevelim sevilelim / Dünya kimseye kalmaz'' dörtlüsü ile Yunus Emre güzel Türkçe ve insancıllık dersi vermektedir.
-Karacaoğlan, Dadaloğlu, Köroğlu, Kaygusuz Abdal ve daha nice Türk halk ozanları koşmalar, koçaklamalar söyleyerek Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Osmanlı şairlerinden daha özgün, daha kalıcı olmuşlardır. Örneğin en ünlü Osmanlı şairleri, Karacaoğlan'ın ''Çukurova bayramlığın giyerken / Çıplaklığın üzerinden soyarken / Şubat ayı kış yelini kovarken / Cennet demek sana yakışır dağlar'' dörtlüsü ile başlayıp ''Karacaoğlan size bakar sevinir / Sevinirken kalbi yanar göğünür / Kımıldanır hep dertleri devinir / Yas ile sevinci yıkışır dağlar'' dörtlüsü ile biten koşmasındaki özgün doğa betimlemesinin düzeyine ulaşamamışlardır[ 19] . Bu koşmadaki anlatım akıcılığı ve sözcük zenginliği, Türkçenin gücünü ortaya koymaktadır.
-II: Abdülhamit'in tahta geçmesi sonrasında Anayasanın (Kanun-u Esasi) hazırlanmasında dil sorunu ortaya çıktı: Geniş Osmanlı topraklarından Meclise gelecek temsilciler hangi dil ile konuşacaktı? Batı, yüzyıllar önce tek bir ulusal dili egemen kılıp geliştirerek böyle bir sorunla karşılaşmamıştı. Uzun tartışmalardan sonra -azınlıkların tepkileri de yatıştırılarak- Anayasanın 18. Maddesine Osmanlı Devletinin resmi dilinin Türkçe olduğuna ve devlet hizmetlerine gireceklerin bu dili bilmesinin gerektiğine ilişkin hüküm konuldu. II.Abdülhamit'in Meclisi kapattıktan sonra uyguladığı ağır sansür, dili kapsamadığından, aydınların Türkçeyi geliştirme çabaları kesintiye uğramamıştır. II: Abdülhamit, sadrazamlığa atadığı Türkçe bilmeyen Çerkez Hayrettin Paşanın telkini ile devletin resmi dilinin Arapça olmasını istemiş ise de, Sait Paşa'nın ''Devlet dili Arapça olursa Türklük ortadan kalkar'' diyerek karşı çıkması üzerine, bu isteğinden vazgeçmiştir.
-Osmanlı döneminde, tıp, mühendislik ve askerlik terimlerinin Batı dillerinden Osmanlıcaya çevrilmesi görüşü egemendi. Ancak terim türetmede Türkçe sözcüklerden değil de Arapça ve Farsça sözcüklerden yararlanılmakta idi. Bu "takıntıyla" kimi zaman gülünçlüklere düşülürdü.Örneğin Osmanlının İtalyadan satın aldığı topların üzerinde ''Balliemez'' damgası bulunduğu için, bu toplar Türkler arasında ''Balyemez Topu'' diye adlandırılmıştı. Ancak Osmanlının bilgiç okumuşları, bu toplara Türkçe bir ad konulduğunu sanarak, Türkçe sözcükleri aşağılık sayıp Türkçeyi bilimsel ürünleri adlandırmaya yakıştıramadıklarından, Türkçe ''Balyemez'' sözcüğünü, yarısı Arapça yarısı Farsçaya çevirerek ''Asalnemihored'' yapmıştı. ''Asal'', Arapça "bal", ''Nemi-hored'' ise Farsça "yemez" anlamına geliyordu
-Abece sorununu, Atatürk ''Bizim ahenkli zengin dilimiz Yeni Türk Harfleriyle kendini gösterecektir.'' diyerek, 3 Kasım 1928 tarihinde Mecliste kabulünü sağladığı yasayla, Latin harflerine dayanan Türk abecesini dilimize kazandırmıştır
-Hint-Avrupa ve Sami dillerine göre Türkçenin sözcük ve bu arada bilim terimleri türetmede önemli bir üstünlüğü vardır. Prof. Doğan Aksan'ın ''Türkçenin Gücü'' yapıtında[ 29] açıklandığı üzere, Türkçemiz bu özelliği ile benzersiz üstünlüğe sahiptir. Bu yapıtta ''sür-'' kökünden, yalnızca Türkiye Türkçesinde 100 kadar türetilmiş sözcük örneği verilmiştir.
-1936 yılında Kahire'de toplanan Arap dil kurultayı, Türkçe kökenli 3600 kadar sözcüğü Arapça sözlükten çıkarmıştır. Çıkarılan bu sözcükler arasında ''sarık'' örneği Türkçe din sözcükleri de vardır.
-12 Eylül Darbesi sonrası, dilde geriye dönüş zorlamalarına girilmiş, kimi öz Türkçe sözcüklerin kullanılması Yönetim Buyruğuyla yasaklanmıştır. Bu sözcükler arasında ''devrim'' ve dönemin devlet başkanı Kenan Evren'in soyadı olan ''evren'' sözcüğü bile bulunmakta idi
-Mustâbey adı da tek başına bir armudun adıdır. Ancak burada ne armud ne de Mustâbey, bir hakaret mânâsında değildir. Çünkü bu Mustâ Bey, rivayete göre herhangi bir şahıs değil, büyük hürmet gören bir insandır: "Bizim öz mûsıkîmizin pîri" bilinen Büyük Itrî, o engin mûsıkîsinden başka, İstanbul surları dışında bir çiçek ve meyva bahçesi sâhibiydi. Itrî'nin asıl adı Mustafa olduğu için, merakla işleyerek elde ettiği bir çeşit armuda halk Mustâbey armudu demiş fakat bunu söylerken Itrî'ye olan derin sevgi ve hürmetinden bie zerre eksilmemişti.
TÜRK DİLİNİN KÖKLERİ NELERDİR?
Dilbilimcilerinin yaptıkları dil atlaslarına göre Türk dili Ural-Altay dilleri grubuna bağlıdır.
Türk-Moğol-Tunguz dillerini kapsayan Altay grubu Türkçe’yi iki dalda toplamıştır:
1- Avrupa Türkçe’si
2- Asya Türkçe’si
Bilindiği gibi Türk tarihinin bilinen yazılı aşamasında Türkler, Anayurt olan Orta Asya’dan, Batıya iki koldan yürümüşlerdir:
Hazar’ın ve Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya geçen Türkler orada Avrupalı toplumlar arasında erimişler, dilleri Batıda özel biçimler almıştır. Avrupa Türkçe’si dediğimiz Türkçe işte budur ki, zamanla tamamen değişmiştir.
İkinci kol Türk göçleri Hindistan, İran, Mezopotamya üzerinden Afrika’ya ve Anadolu üzerinden tekrar Avrupa’ya yönelmiştir.
Orta Asya’da kalanlarla birlikte bu ikinci grup Türk lehçelerini de iki ana kola ayırıyoruz:
a) Gök Türkçe,
b) Uygurca.
Bunlardan Gök Türkçe, Oğuz Türkçe’si olarak Anadolu ve Azeri lehçelerine, Uygurca ise Hakaniye Türkçe’si olarak Çağatay lehçesine ayrılır.
Bunlarla birlikte, Orta Asya’dan ayrılmayan Türklerin de Çuvaş, Yakut, Özbek, Kırgız, Kazak vb. lehçeleri konuştuklarını görüyoruz.
Türk Dil Ve Edebiyatının Belli Başlı Aşamalarını Nasıl Sınıflandırabiliriz?
Türk tarihinin geniş akışı içinde Türk dil ve edebiyat tarihini şu dönemlere ayırmak mümkündür:
1- En eski Türk dili ve edebiyatı
2- İslâmlıktan önceki Türk dili ve edebiyatı
3- Geçiş dönemi Türk dili ve edebiyatı
4- İslâmlık etkisindeki Türk dili ve edebiyatı
5- Batı etkisindeki Türk dili ve edebiyatı
6- Bağımsız Türk dili ve edebiyatı.
En Eski Türk Dili ve Sözlü Edebiyatını Nasıl Öğrenebiliyoruz?
Türk yazı diline ait en eski eserlerin tarihi MS. V-VI. yüzyıllara rastlamaktadır. Bunlar Yenisey Kırgızlarının mezar taşlarıdır.
Bu mezar taşlarından ve 725 yılında dikildiği sanılan Orkun yazıtlarından önceki Türk dil ve edebiyatını, yabancı eski kaynaklara yansıyan, ya da sonradan Türkler tarafından derlenerek yazılan eski sözlü edebiyat olarak tanımlıyoruz.
Bu sözlü edebiyatı bize nakleden yabancı kaynaklar şunlardır:
a) Çin kaynakları
b) Moğol kaynakları
c) İran kaynakları
d) Rus kaynakları
e) Batı kaynakları
f) Göktürk, Uygur, Oğuz kaynakları
g) Kaşgarlı Mahmut’un (Divan-ü Lügât-it Türk ile Yusuf Has Hacib’in (Kutadgu Bilig)i.
En Eski Sözlü Edebiyatımızın Örnekleri Nelerdir?
Bunlar, orijinal yazılı metinleri ele geçmeyen, yabancı kaynaklarca ve sonradan Türkler tarafından derlenen (sözlü metinler)dir. Belli başlı olanları şunlardır:
1) Destanlar, savaş ve kahramanlık olayları, mitoloji
2) Koşmalar, güzelleme niteliğindeki doğa övgüleri, aşk şiirleri
3) Ağıtlar
4) Ata sözleri
Bunlardan Göktürk-Çin savaşlarına ait bilgilerle, Oğuz Kağan Türeyiş ve Göç destanlarını Çin kaynaklarında bazı Oğuznameleri, Cengiznameleri ve destanların bir kısmını Moğol kaynaklarında (Revidüddin-Cami-ül Tevarih, Ebül Gâzi Bahadır Han – Şecere-i Terakime vb) Türk-İran savaşlarını ve Alp Er Tunga destanını (Afrasiyab) İran kaynaklarında (Firdevsi-Şehname) buluyoruz.
Kaşgarlı Mahmut’un bir dil sözlüğü, antoloji niteliğindeki Divan-ı Lügat-it Türk’ü atasözleri, şiir ve destan derlemeleri ile doludur ve sözlü edebiyatımızın güzel örneklerini saklamaktadır. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i bir siyasetname niteliğinde olup en eski yönetim biçimlerinden ve sözlü, siyasal, askeri Türk edebiyatından metinler aktarmakta, öğütler derlenmekte, şiirler sunmaktadır.
Eski Türk dilinin inceliği, olgunluğu her iki eserde de yaşatılmıştır.
Bunlardan başka Rus ve Batı bilginleri, Türkologlar en eski Türkçe üzerinde cidden ilginç araştırmalar ve incelemeler yapmışlardır. Bu çalışmalara ısrarla devam ediliyor.
En Eski Edebiyatımızın Belli Başlı Konuları Ve Bilinen Destanları Hangileridir?
Yaradılış, Alp Er Tunga (Saka), Oğuz Kağan (Hun), Bozkurt, Ergenekon (Göktürk), Türeyiş, Göç (Uygur) destanlarıdır. Ayrıca bir yığın masal, şiir, atasözleri...
En Eski Sözlü Edebiyatın Günümüze Kadar Yaşamasının Sırrı Nedir? Sözlü Eski Edebiyatın Bu Gerçeği Bize Ne Öğretir?
Halka dayanan, halka sinmiş, halkın derdiyle dertlenmiş, haliyle hallenmiş bir edebiyatın yüzyıllar boyunca yaşadığını görüyoruz. Halk, sanatın ve edebiyatın da derin kaynağı, engin denizidir.
Halktan kopmuş akımların ne kadar “yapma” oldukları beş on yıl içinde eriyip gittikleri düşünülürse, yazılı metinlere sahip olmadığı halde sözlü en eski edebiyatın yaşama sırrı anlaşılır.
Bu bize edebiyatın halka dönük olması zorunluluğunu öğreten ilginç gerçeklerden biridir.
Dil-Kültür Münasebeti
KÜLTÜR
Sözlük anlamıyla “1. Tarihî, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve manevî değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin, 2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü, 3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi, 4. Bireyin kazandığı bilgi, 5. Uygun biyolojik şartlarda bir mikrop türünü üretme, 6. Tarım”[1][1] şeklinde tanımlanan kültürün farklı alanlar için değişik tanımları ve yorumları da vardır. Atatürk’ün ifadesiyle kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekayı terbiye etmektir.
Prof. Dr. Zeynep Korkmaz kültür konusunda şunları söyler: “Kültür, insanı öteki yaratıklardan ayıran, dolayısıyla da yalnızca insana vergi olan bir özelliktir. En ilkel topluluklardan başlayarak en gelişmiş insan topluluklarına varıncaya kadar, bütün toplumların kendilerine göre birer kültürlerinin bulunduğu inkâr kabul etmez bir gerçektir. Ne var ki, toplumların hayat karşısındaki tutum ve davranışları biribirinden farklı olduğu, yaşayışlarında, eğitim ve düşünce tarzlarında, yaratıcılıklarında biribirini tutmayan başkalıklar bulunduğu için bu başkalıklar, kültürleri toplumdan topluma değişik ve çeşitli yapılarda karşımıza çıkarmıştır. Bir kültür için vazgeçilmez önem taşıyan unsurlar, başka bir kültür için önemsiz sayılabilir. Toplumların ve dünyadaki milletlerin mozayik hâlindeki farklı görünümleri de genellikle kültür yapılarındaki bu farklılıktan kaynaklanmaktadır.”[2][2]
Kültür, milletin fertleri arasında sosyal akrabalık bağını oluşturan (başta dil olmak üzere, tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlâk anlayışı ve dünya görüşü... gibi) maddî ve manevî değerlerin tümüdür ve bu değerler kültürün başlıca unsurlarını oluşturur. Bunlar o milletin fertlerini birbirine bağlarken, diğer milletlerden ayırır; içeride birleştirici, dışarıya karşı ayırıcı rol üstlenir.
Bu açıklamalardan sonra kültürün özellikleri şöyle özetlenebilir:
Kültürün özellikleri
Kültür;
1. Millîdir,
2. Tarihîdir,
3. Özgündür,
4. Milletin ortak malıdır,
5. Canlı ve tabiî bir varlıktır,
6. Ahenkli bir bütündür,
7. Özü değiştirilemez.
Devletler; milletlerin kendilerini korumak, yaşatmak ve yükseltmek için kurdukları sosyal organizasyonlardır. Devletin varlığı milletle mümkündür. Milleti ayakta tutan, ona dinamizm ve ruh veren temel güç ise millî kültürdür. Bu tarihî ve sosyal gerçek, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” özdeyişinde veciz ifadesini bulmuştur.
DİL-KÜLTÜR İLGİSİ
Dil, millî kültürün temel unsuru ve taşıyıcısıdır. Maddî-manevî kültürel değerlerin oluşmasında ve aktarılmasında dilin inkar kabul etmez bir rolü vardır. Edipler, kendi dönemlerindeki olayların, anlayışların, geleneklerin... izlerini ister istemez, yazılı veya sözlü olarak ortaya koydukları eserlerine yansıtırlar. Bu eserleri okuyan yeni nesil, kendi kültürünü, kendi değerlerini öğrenir ve sosyal bir miras olarak kendinden sonra gelenlere aktarır. Bütün bunlar dil sayesinde gerçekleştiği için dil ve kültür birbirini tamamlayan birbirinden ayrılmayan unsurlardır.
Yeryüzündeki Diller
Her milletin, her kavmin kendine göre bir anlaşma sistemi olduğu gerçeğinden yola çıkarak, dünyada ne kadar kavim varsa o kadar dil vardır diyebiliriz. Nitekim, bugün ölü olan dillerle birlikte yeryüzünde yaklaşık olarak üç bin civarında dilin varlığından bahsedilmektedir. Ancak nüfus itibariyle yüz milyondan fazla kişi tarafından konuşulan dilleri saymak istersek bu sayının parmakla sayılabilecek kadar azalacağı görülecektir.
Dilin nasıl doğduğu ve konuşmanın nasıl ortaya çıktığı konusunda dil bilimciler tarafından birtakım teoriler ortaya atılmıştır. Bunlardan bazılarına göre konuşma, insanın tabiattaki sesleri taklidinden ortaya çıkmıştır. Bazılarına göre ise bütün dünya dilleri tek kaynaktan doğmuştur. Bu ve bunun gibi teorilerin her birinin kendine göre bazı mantıklı gerekçeleri olmakla birlikte dil araştırmaları için gerekli olan metinlerden en eski yazılı belgelerin günümüzden ancak 5500 yıl kadar öncesine ait olması, ilk insanların ise bundan binlerce, belki de milyonlarca yıl önce yaşamış olmaları, dillerin doğuşu hakkında kesin bir yargıya varılamayacağını gösteriyor.
Yeryüzündeki diller söz dizimi, zaman, yapı, canlı olma – ölü olma, kaynak olma ve türeme , edebî dil, konuşma dili gibi çeşitli prensiplere göre sınıflandırılmaktadır. Biz burada dilleri yapı ve köken akrabalığına göre sınıflandırma geleneğine uyarak iki başlık altında inceleyeceğiz:
A. YAPILARINA GÖRE DİLLER
Dünya dilleri, dili oluşturan kelimelerin, eklerin, bu eklerin kuruluş ve işleyişleri gibi yapı bakımından gösterdikleri benzerliklerine göre üç gruba ayrılır:
1. Tek heceli diller
Bu gruptaki dillerde, kelimeler, bir heceden oluşmaktadır. Cümleyi meydana getiren kelimeler, ek almazlar ve şekil değişikliğine uğramazlar. Bu dillerde kelimenin görevi cümle içindeki sırasından ve vurgusundan anlaşıldığı için çok zengin bir vurgu ve tonlama sistemi vardır. Kelime çeşitleri özel seslerle ayırt edilmediği için aynı kelime yerine göre hem isim , hem sıfat, hem fiil, hem edat,... olabilmektedir. Çince ve Tibetçe bu grubun tipik dillerindendir. Bazı Himalaya ve Afrika dilleriyle Endenozya dilleri ve Vietnam dili de bu gruba dahil edilir.
Bu dillerde “birleşik kelimeleri oluşturan kelimeler bile biri birinden ayrı yazılır: Vo yav kan şu. Çince bu cümle kelime kelime şöyle çevrilebilir: Ben istemek bakmak kitap. Bu cümleyi Türkçe olarak söyleyecek olursak şöyle düzenleriz: Ben kitap okumak istiyorum. Dien sı ci: Elektrik görme cihaz. Bu üç kelimeden kurulmuş söz televizyon anlamındadır.”[3][1]
2. Eklemeli diller
Bu gruptaki dillerde tek veya çok heceli kelime kökleriyle ekler vardır. Bu dillerde, kelime köklerinden yeni kelimeler türetilirken veya kelimelerin geçici durumları yapılırken kelime köklerine ekler getirilir. Türetme veya çekim sırasında kökte bir değişme olmaz. Köklerle ekler birbirinden kolaylıkla ayrılabilir. Anlam ve görev değişikliği yapan ekler kelime sonuna getirildiği gibi kelime başına getirilen ekler de vardır. Türkçemiz bu grubun en belirgin örneğidir. Dilimizde ön ekler olmadığı hâlde kelime sonuna getirilen eklerde bir zenginlik ve çeşitlilik vardır. Bu özelliğiyle dilimiz, sondan eklemeli bir dildir. Moğolca, Mançuca, Tunguzca, Macarca, Fince ve Samoyetçe bu grupta yer alan diğer dillerdendir.
3. Çekimli diller
Çekimli dillerde de kelime kökleriyle ekler vardır. Fakat yeni kelimeler türetilirken veya çekim yapılırken kelime kökünde değişiklikler olur. Hint-Avrupa dillerinde kelime kökünde görülen değişiklik kökü tanınmayacak bir şekle sokar, ortaya çıkan yeni kelimede kökü hatırlatacak bir ses, bir işaret bulunmaz. İngilizce’deki uzanmak fiilinin lie / lay / lain, yapmak fiilinin do / did / done, gitmek fiilinin go / went / gone; Almanca’daki atmak, fırlatmak fiilinin werfen / warf / geworfen; sein yardımcı fiilinin bin, ist, sind, war, waren... şekillerine girmesi gibi.
Arapça gibi çekimli dillerin bazılarında ise kökteki ünlüler değişirken türetilen yeni kelimeyle kök arasındaki ilgiyi koruyan bir bağ, kendisini hissettirir. Çekimli dillerin tipik bir örneği olan Arapçada, kelimenin çekirdeğini oluşturan ünsüzler değişmezken belli kalıplarla yeni kelimeler türetilir. Aynı kökten olan ders, medrese, müderris, tedrisat kelimelerinde d, r, s ünsüzleri sabit kalırken ünlüler ve bazı gramer unsurları değişmektedir.
B. KÖKENLERİNE GÖRE DİLLER
Köken bakımından birbirine yakın, aynı kaynaktan çıkan akraba diller dil ailelerini oluşturlar. Dillerin birbirleriyle bir dil ailesi oluşturacak şekilde akrabalıklarının saptanmasında o dillerin ses yapısı, şekil yapısı, cümle yapısı, köken bilgisi ve ortak kelimeleri bakımlarından benzerlikleri araştırılır. Bir dil ailesindeki dillerin kökenini oluşturan ana dile ait metinler pek bulunmasa da gruptaki diller arasında yukarıda sayılan noktalar bakımından benzerliklerin bulunması, zamanla birbirinden uzaklaşan dillerin, bilinmeyen bir yerde ve zamanda konuşulan ana dilden ortaya çıktığını göstermektedir. Bir ana dile ait metinler olmasa bile, bu ana dilin bir çok özelliğini, kendisinden türeyen, ailedeki dilleri birbirleriyle karşılaştırarak tespit etmek mümkündür.
Dil ailesi ifadesi, dillerin köken akrabalığını belirtmeye yarar. Bu terim, akraba dilleri konuşan milletlerin aynı soydan geldikleri anlamını taşımaz. “Aynı soydan gelen ve dilleri akraba olan milletler bulunduğu gibi, ırk bakımından birbirleri ile hiçbir ilişkisi bulunmayan fakat aralarında kültür ilişkisi ve kültür bağı görülen milletler de vardır. Nitekim, Hint – Avrupa dil ailesi içinde yer alan diller, birbirleri ile soy bağı bulunmayan birçok millet tarafından konuşulmaktadır. Bu diller herhangi bir soy ve ırk birliğine bağlı olmaksızın, temelde ortak bir ana dile dayanan, birbirinden türemiş; fakat zaman içinde değişip başkalaşmış olan dillerdir. Fransız ve Rumen dillerinin Lâtinceden türemiş olmaları gibi.
Aynı dil ailesinden gelen diller arasındaki akrabalık da derece derecedir. Bir ana dilin ayrı ayrı kollarından gelen diller, İngilizce ile Farsçada olduğu gibi uzak akrabalardır. Aynı ana dilin aynı dalından gelen kollar ise Almanca ve İngilizcede olduğu gibi yakın akrabalardır.”[4][2]
Köken akrabalığına dayanan belli başlı dil aileleri şunlardır:
Hint – Avrupa Dilleri Ailesi:
Avrupa Kolu:
Germen dilleri: İngilizce, Almanca, Felemenkçe, İskandinav dilleri.
Roman dilleri: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce, Rumence. Bu kolun ana dili, Lâtincedir.
İslâv dilleri: Rusça, Sırpça, Lehçe, Bulgarca.
Yunanca, Litvanca, Arnavutça ve Keltçe, Hint- Avrupa dil ailesinin Avrupa kolundaki diğer dillerdendir.
Asya Kolu: Bu kolda Hint – İran dilleri yer almaktadır: Tarihî Sanskritçe ile başlıca Hint dilleri; eski, orta ve yeni Farsça.
Bu grupta yer alan diğer bir dil de Ermenicedir.
Hami - Sami Dilleri Ailesi:
Sami dilleri: Arapça, İbranice, Aramca, eski Suriye, eski Tunus dilleri, Habeş – Zenci dilleri ve ölü bir dil olan Akadca.
Mısır dilleri: Eski Mısır dili, Kıptî dili.
Libya ve Berber dilleri: Libya’da konuşulan dil, çağdaş Berber lehçesi.
Çin – Tibet Dilleri Ailesi:
Çin ve Tibet dilleri bu dil ailesini oluşturur.
Bantu Dil Ailesi:
Orta ve Güney Afrika’da konuşulan Bantu dilleri.
Kafkas Dilleri:
Abaza, Çerkez, Çeçen, Lezgi, Gürcü, Lâz dilleri. Bu dillerde ses sistemleri ve iç yapıları bakımından öteki dil ailelerine göre büyük farklılıklar vardır.
Ural Dil Ailesi:
Ural – Altay dil grubunun Ural kolunu oluşturan bu dil ailesi kendi içinde iki kola ayrılır:
Fin – Ugur kolu: Fince, Lapça, Macarca, Ugurca.
Samoyet kolu: Samoyet dilleri.
Altay Dil Ailesi:
Bu dil ailesinde Türkçe, Moğolca, Mançuca ve Tunguzca, vardır. Altayistik çerçevesindeki çalışmalarda Korece ve Japoncanın da bu dil ailesinden olduğu düşünülmektedir. Korecenin Altay dilleriyle akrabalığına kesinleşmiş gözüyle bakılmakla birlikte Japoncanın akrabalığı henüz kesinleşmemiştir
EVLİYA ÇELEBİ ve ANADOLU AĞIZLARI
HASAN EREN
Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si, abartmalı yanlarına karşın coğrafya, tarih, etnografya, folklor... bakımlarından üzerinde durulmaya değer büyük bir eserdir.
Sağlam bir gözlem yeteneğine sahip olan Seyahatname yazarı, yalnız coğrafya, tarih, etnografya bilgileri vermekle kalmayarak, eserinin birçok yerlerinde yerli diller üzerine topladığı bilgi ve verilere de yer verilmiştir. Örneğin Seyahatnamemde yazar, Abaza dili, Kaytak dili, Gürcü dili, Mingrel dili, Arap dili, Türkmen dili, Dob-ruca Tatarlarının dili, Tiflis Kürt dili, Rus dili, Sırp dili, Boşnak dili, Hırvat dili, Venedik İtalyancası, Macar dili, Alman dili, Kırım Tatarlarının dili, Nogay dili, Kalmak dili ... üzerinde durmuştur.
Evliya Çelebi'nin bu diller üzerine vermiş olduğu bilgi ve verilerin büyük bir bölümü işlenmiş, değerlendirilmiştir. Özellikle onun Kafkas dilleri üzerine verdiği bilgiler önemle ele alınmıştır. Çünkü Seyahatnamemde Kafkas dilleri üzerine verilen bilgiler, bu dillerin en eski yazılı belgeleri arasında yer alıyordu.
Yalnız, Kafkas dilleriyle ilgili olarak Evliya Çelebi'nin işlediği bir "suç" üzerinde durmak gerekir.
Evliya Çelebi'nin eserinde Dağıstanlı Kaytakların dili üzerine küçük bir liste vardır. Daha çok hayvan adlarını kapsayan bu liste, Kaytak dili ve Kaytak tarihi ile uğraşanlar için her bakımdan ilginçtir. Bu bakımdan bilginler Evliya Çelebi'nin Kaytakça listesi üzerinde sık sık durmuşlardır.
Evliya Çelebi'nin verdiği Kaytakça söz listesi ilk kez W. Barthold'un gözüne çarpmıştır. Barthold, K voprosu o proisxojdenii kaytakov (Etnografiçeskoe Oboz-renie LXXXIV - LXXXV, 1910, 37 - 45) adlı yazısında, Evliya Çelebi'nin verdiği bilgileri B. Ya. Vladimircov'un yardımıyle çözmüştü. Bu çözümlere dayanan bilgin, Kaytak dilinin bir Moğol diyalekti olduğu inancına varmıştı.
G. J. Ramstedt'in 1911'de çıkan küçük yazısı (K voprosu o kaytakax. Etnografiçeskoe Obozrenie LXXXVIII - LXXXIX, 1911, 239 - 240), bu konuda yeni bir şey getirmemiştir. Buna karşılık, Hamdullah Kazvinî'nin Nüzhetü'l-kulûb adlı eserindeki Moğolca sözleri yayan N. Poppe (Mongol'skie uazvaniya jivotnix v trude Xamdallaxa Kazvini. Zapiski Kollegii Vostokovedov I, 1925, 195 - 208) Moğol dili uzmanlarına Evliya Çelebi'nin Kaytakça listesi için yeni olanaklar vermişti. Bir yandan Poppe'nin verilerine, bir yandan da kendi birleştirmelerine dayanan P. Pelliot (La pretendu vocabulaire deş Kaitak du Daghestan. Journal Asiatique 1927, I, 279 - 294), Kazvinî'nin Moğolca verileriyle Evliya Çelebi'nin Kaytakça sözleri arasında köklü bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Kaytakça verilerle Kazvinî'nin verdiği Moğolca biçimler arasında kuşkulu benzerlikler (ressemblances inguietantes) bulunduğunu belirtmiştir (294. s.).
Bundan sonra J. Stephenson, Kazvinî'nin eseri üzerine yeni bir çalışma yaymıştı (The Zoological Section of the Nuzhat-ul-Qulüb of Hamdullah al-Mustaufî al-Qazwînî. London, 1928). Pelliot, Poppe'nin eski yazışma ve Stephenson'un ortaya koyduğu yeni gereçlere dayanarak, NüzhetÜ'l-kulûtfAaki Türkçe ve Moğolca sözleri uzuıı açıklamalarla tekrar yaydı (Leş Formes turques et mongoles dans la nomen-clature zoologique du Nuzhatu'l-kulûb. Bulletin of the School of Oriental Studies VI, 1931, 555 - 580). Pelliot'nun yeni araştırmaları sonunda Evliya Çelebi'nin Kaytakça listesiyle bu eserdeki Moğolca biçimler arasında varlığından söz açtığımız benzerlikler de arttı. Bu benzerlikleri göz önüne alan yazar, Evliya Çelebi'yi Kaz-vinî'yi "yağma etmek"le suçladı: "Deş â present je considere qu'Evliyâ Celebi a froidement pillt; Kazwînî." (580. s.)
Büyük Fransız bilgininin haklı eleştirmeleri karşısında, eski eserlerden aldığı bilgileri kendi gözlemi gibi göstermekten çekinmeyen Evliya Çelebi'yi savunacak değilim. Yalnız, onun Abaza, Gürcü, Mingrel, Arap, Kürt, Tatar, Rus, Sırp, Boşnak, Hırvat, Macar... dilleri üzerine Verdiği bilgilerin her bakımdan sağlam olduğunu belirtelim. Bu diller üzerinde duran gezginin doğrudan doğruya kendi gözlemlerine dayandığı anlaşılıyor. Bu bakımdan sağlam bilgiler veren bu küçük sözlüklerin bir bölümü uzmanlarca işlenmiş, değerlendirilmiştir. Örneğin R. Bleich-steiner, Evliya Çelebi'nin Seyaftatraame'sinde Kafkas dilleri üzerine verilen dil örnekleri üzerinde durmuştur (Die kaukasischen Sprachproben in Evliya Ğelebi's Seya-hetname. Caucasica XI, 1934, 84 - 126). S. S. Djikiya, Evliya Çelebi'nin Mingre) ve Gürcü dilleriyle ilgili verilerini toplamıştır (Evliya Çelebi o mingrelskom i gruzin-skonı yazıkax. Sovetskoe yazıkoznanie II, 1936, 109-128). Bundan sonra Djikiya, Evliya Çelebi'nin Lazlar ve dilleri üzerine verdiği bilgileri de gözden geçirmişti (Evliya Çelebi o lazax i lazskom yazıke. İberiyskokavkazskoe yazıkoznanie VI, 1954, 243 - 256). H. J. Kissling, Evliya Çelebi'nin Almanca örnekleri üzerinde durduğu gibi (Einige deutsche Sprachproben bei Evliya Celebi. Leipziger Vierteljahrschrift für Südosteuropa II, 1938, 212 - 220), L. Ligeti de onun Macarca veri ve örneklerini değerlendirmiştir (Evliya Cselebi magyar szöjegyzeke. Magyar Nyelv LXVII, 1971, 394 - 409).
Evliya Çelebi'nin eserinde Dobruca ve Kırım Tatarlarının dili, Nogay dili, Türkmen dili gibi Türk dilleri üzerine bilgi verdiğini yukarıda belirtmiştim. Bu küçük
örnekler yanında gezginimiz Anadolu ağızlarına da değinmiş, yerli halk arasında kullanılan birtakım sözleri yazmıştır. Benim bildiğime göre, Evliya Çelebi'nin "Tosya, Bolu, Dörtdivan Türklerinin lisan ve lehçeleri" konusunda sıraladığı örnekler, onun Anadolu ağızları için verdiği en zengin sözlüktür. Seyahatname yazarının dağınık olarak verdiği sözler gibi, bu sözlük de şimdiye değin Türk dili ve Türk diyalektolojisi bakımından değerlendirilmemiştir. Seyahatname'de dağınık olarak verilen yerli sözlerin toplanması, işlenmesi uzun sürer. Ancak, Tosya, Bolu ve Dörtdivan Türklerinin dilleri üzerine verilen örnekler, Anadolu diyalektolojisi bakımından kolaylıkla değerlendirilebilir.
Seyahatname1 mu Ahmet Cevdet baskısında Tosya, Bolu, Dörtdivan ağzı sözlüğü olduğu gibi verilmiştir (II, 175-176. s). Zuhuri Danışman baskısında ise bu sözlük yeni yazıya çevrilmiştir (3. kitap 174 - 157. s.) Danışman, Evliya Çelebi'nin verdiği sözlerin okunmasında büyük güçlüklerle karşılaşmıştır. Bu bakımdan küçük bir notta, bu sözlerin doğru olarak yeni yazıya çevrildiğini iddia edemeyeceğini belirtmiştir.
Bu sözlükteki verileri değerlendirirken Evliya Çelebi Seyahatname'sinin bütün yazmalarını göz önünde tutmak gerekir. Bu büyük eserin birkaç yazması vardır. Ahmet Cevdet baskısı Millet Kütüphanesindeki Pertev Paşa yazmasına dayanmaktadır. Danışman, Topkapı Sarayında Bağdad Köşkü kütüphanesinde bulunan yazmayı kullanmıştır. Bunlardan başka, Süleymaniye Kütüphanesinde Beşir Ağa kitapları arasında da Seyahatname'nin güzel bir yazması vardır. Bu yazmalar arasında bugüne değin sağlam bir karşılaştırma yapılmamıştır. Evliya Çelebi ve eseri üzerine güzel bir araştırma yapmış olan Prof. Cavit Baysun da bu konu üzerinde pek durmamıştır. Bu duruma göre Seyahatname'nin sağlam yazmasının hangisi olduğunu bilmiyoruz. Bu koşullar altında Evliya Çelebi'nin Tosya, Bolu, Dörtdivan Türklerinin dilleri üzerine verdiği örnekleri değerlendirirken Seyahatname'nin bütün yazmalarını göz önünde bulundurmaktan başka çıkar yol yoktur. Biraz sonra sunacağım örneklerden de anlaşılacağı gibi, gezginimizin Tosya, Bolu, Dörtdivan ağzı üzerine verdiği örneklerin bir bölümü, bütün yazmaların göz önünde tutulması halinde bile çözülememektedir.
Seyahatname'râ.n "Tosya, Bolu, Dörtdivan Türklerinin lisan ve lehçeleri" adlı bölümü, bu eserde yer alan dil örneklerinin en büyüklerinden biridir. Yukarıda adlarını andığımız yabancı diller için örnek olarak 40 - 50 söz vermekle yetinmiş, olan yazar, bu listede 100'den çok biçim sıralamıştır.
Bu bildirinin dar çerçevesi içinde bütün bu örnekler üzerinde birer birer duru-lamayacağı açıktır. Bu bakımdan Evliya Çelebi'ye borçlu olduğumuz bu sözlüğün kapsam ve değerini belirtirken ancak birkaç örnek vermekle yetineceğiz.
Evliya Çelebi'nin yabancı dilleri tanıtırken tuttuğu belirli bir yol vardır. Yazar, önce l'den başlayarak 15'e, 20'ye değin sayı adlarının yabancı dildeki karşılıklarını verir, sonra ekmek, su, şarap gibi yiyecek ve içeceklerin adlarını sayar. Yabancı diller üzerine verilen bilgiler, birtakım sorularla sona erer. Sırpça, Hırvatça, Gürcüce, Mingrelce gibi diller konusunda verilen örnekler bu plana göre düzenlenmiştir. (Bildirimin başında sözünü ettiğim Kaytakça sözlüğün yapısı bu plandan farklıdır. Bu sözlükteki örneklerin Hamdullah Kazvinî'nin eserinden olduğu gibi alınmış olması, yazarın, dillerin tanıtılmasında uyduğu plandan ayrılmasına yol açmıştır, sanıyorum.)
Evliya Çelebi'nin Tosya, Bolu, Dörtdivan ağızlarının özelliklerini belirtirken de yabancı diller için kullandığı plandan ayrıldığı göze çarpıyor. Yazarın Anadolu ağızlarını tanıtırken bu yoldan uzaklaşması doğaldır. Türk ağızlarında s ayı adlarında bir başkalık söz konusu değildir. Bu bakımdan yazar, Türk ağızlarının özelliklerini belirtmeye çalışırken sayı adlarını saymaktan çekinmiştir. Nitekim Güney-doğu Anadolu Türkmenlerinin dilinde kullanılan özel biçimleri verirken sayı adlarını anmamış, bunun sebebini de açık açık söylemiştir: "Türkman dilinde hesaplar bildiğimiz gibi "bir", "iki", "üç" vesairedir, ama "diğer kelimat ve tabirleri" "bir nebze" verilmiştir.
Evliya Çelebi'nin "Tosya, Bolu, Dörtdivan Türklerinin lisan ve lehçeleri" adı altında verdiği sözlükle ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli sorun, verilen örneklerin gerçekten bu ağızlarda kullanılıp kullanılmadığı sorunudur. Bu soruna olumlu bir karşılık vermek gerekir. Sözlükte verilen biçimlerin büyük bir bölümü bugün de Tosya, Bolu ve Dörtdivan çevrelerinde kullanılmaktadır. Evliya Çelebi'nin listesinde bugün yalnız bu ağızlarda kaldığı anlaşılan birkaç örnek de vardır. Örneğin Evliya Çelebi, Tosya, Bolu ve Dörtdivan ağızlarında kullanılan yemiş adlarını sıralarken "kiraz", "kiraz kurusu", "incir" anlamına gelen adlar yanında kişne (veya gişne) biçimini veriyor ve bunun "vişne" anlamına geldiğini belirtiyor. Vişne biçiminin Anadolu ve Rumeli ağızlarında kullanıldığını biliyoruz. Öbür Türk diyalektlerinde kullanılmayan bu sözün komşu dillerden alındığı açıktır. Bizim için ilginç olan, yazarın verdiği kişne biçimidir. Dialectologique sözlüklerimizde kişne (veya gişne) biçimi verilmemiştir. Ancak, Evliya Çelebi'nin vermiş olduğu bu biçimin varlığından şüphe edilemez. Öğrencilerim, bu biçimin Bolu köylerinde bugün de kullanıldığını bildirdiler. Böylelikle Evliya Çelebi'ye borçlu olduğumuz bu verinin Bolu ağzında kullanıldığı anlaşılmış oldu.
Evliya Çelebi'nin listesinde "ağaç bardak" anlamına gelen boduç biçimi de geçer. Bu, Anadolu ağızlarında yaygın olarak kullanılan bir biçimdir. Bu sözün Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Zonguldak, Çankırı, Kastamonu, Çorum, Tokat, Yozgat, Amasya, Bolu, Bursa, Afyon, Bilecik, Denizli, Aydın, İsparta, Muğla, Kütahya, Konya, Niğde, Ankara, Sivas, Kayseri, îçel, Antalya... illerinde kullanıldığını biliyoruz. Bilecik, Kütahya, Balıkesir, İsparta, Konya, Niğde, îçel, Adana illerinde boduç yanında melalhetique bocut biçimi de vardır. Buna göre, Evliya Çelebi'nin verdiği boduç da Tosya, Bolu, Dörtdivan ağzında kullanılan sağlam bir veridir.
Evliya Çelebi, Tosya, Bolu, Dörtdivan Türkleri arasında "güneş" anlamına gelen çoğaç biçimini de vermiştir. Dialectologique sözlüklerimize göre çoğaç, Bolu, Konya, Denizli, îçel illerimizde kullanılan bir biçimdir. Bunlardan başka, bu sözün Anadolu'da çuvaş biçiminde kullanıldığını da biliyoruz. Bu Türkçe sözün eski kaynaklarda kullanıldığına da tanık oluyoruz. Bu duruma göre, Evliya Çelebi'nin verdiği çoğaç da bu bölge ağızlarının malıdır. (Evliya Çelebi, Seyahatnameydin başka bir yerinde Kastamonu bölgesi Türkleri arasında "bardak" anlamına gelen seyek biçiminin kullanıldığını da bildirmiştir. Boduç gibi, bu söz de Anadolu ağızlarında kalmış eski bir biçimdir.)
Seyahatname yazarının verdiği başka bir söz de apıştı sözüdür. "Sacayak" anlamına gelen bu biçimin Konya ve Eskişehir illerinde kullanıldığını biliyoruz.
Bunun yanında yazar, Tosya, Bolu, Dörtdivan çevresinde "sacayak"a üçbastı adının verildiğini haber veriyor. Bu adın Anadolu ağızlarında ve özellikle Tosya, Bolu, Dörtdivan çevresinde kullanıldığı açıktır. Ancak, öğrencilerim arasında bu biçimi bilenler çıkmadığı gibi, Bolu köylerinde yaptığım araştırmalarda da bu ada rastlamadım. Dialectologique sözlüklerimizde de bu ad verilmemiştir. Yalnız, Söz Derleme Dergisinde apıştı maddesinde "üçbastı" karşılığı da kullanılmıştır. (Anadolu ağızlarında sacayak yanında üçayak adı da kullandır.) İşte Evliya Çelebi'nin apıştı biçimi yanında saydığı üçbastı adı da anlam bakımından üçayak'tan farksızdır.
Evliya Çelebi'nin "araba' anlamıyle verdiği gaŋlı biçimi de ilginçtir. Bu sözü bugün kağnı olarak kullanıyoruz. Ancak, Seyahatnamemde verilen biçim, bu sözün eski biçimine daha yakındır.
Evliya Çelebi'nin listesinde üzerinde durulmaya değer birtakım meyve ve sebze adları da vardır. "Muşmula" anlamına gelen döngel, "kestane" anlamına gelen dombak, "lahana" anlamına gelen kelem gibi.
Döngerin. Bolu, Denizli, İsparta, Ankara illerinde kullanıldığını biliyoruz. Samsun, Sinop, Bolu, Giresun... illerinde ise töngel olarak kullandır. (Anadolu'nun birçok yerlerinde döngel'e beşbıyık ve ezgil gibi birtakım adlar da verilir. Ancak, Evliya Çelebi Tosya, Bolu, Dörtdivan çevresi için yalnız döngefi vermekle yetinmiştir.)
Evliya Çelebi'nin verdiği dombak da sağlam bir veridir. Yalnız, dialectologique sözcüklerimizde bu biçim daha çok "şeftali", "zerdali" veya "kayısı" olarak verilmiştir. Anadolu ağızlarında tombak (> dombak) yanında tüylü tombak, tüylü tombalak biçimleri de kullandır. Bunlardan başka, tombalak biçimi "domates" anlamına da gelir.
"Lahana" anlamına gelen kelem'e gelince: Kelemdin Bolu çevresinde kullanıldığını biliyoruz. Bundan başka, bu söz Safranbolu, İsparta, Kütahya, Denizli ve Kara-ağaç'ta da kelem olarak kullanılır. (Anadolu'nun kuzeybatı illerinde "lahana"ya dürme adı da verilir. Ancak, Seyahatname yazarının bu adı Tosya, Bolu, Dörtdivan Türkleri arasında duymadığı anlaşılıyor.)
Evliya Çelebi, "havuç" için kızıl ağaç, pürçüklü ve yer sapı adlarını sayıyor. Anadolu ağızlarında "havuç"un türlü adları vardır: badul (Konya), deber otu (Denizli, Bilecik), deper otu (Afyon, İsparta, Kütahya), teber otu (Afyon, Kütahya), teper otu (Ankara, Eskişehir, Uşak, Kütahya, İsparta, Bursa, Eskişehir, Aydın, Bilecik, Afyon, Antalya, Konya, Denizli, Çankırı, Bolu, Muğla, içel...), kızıl ot (Muğla, İsparta, Denizli), sarı ot (Denizli)... gibi. Yazarımızın vermiş olduğu kızıl ağaç biçimi bakımından kızıl ot ve son ot adları üzerinde durulmaya değer.
Pürçüklü biçimine gelince: Bu, Anadolu ağızlarında "havuç"a verilen en yaygın addır: Dialectologique sözcüklerimizde bu adın Bolu ilinde kullanıldığı belirtilmemişse de, bu ad Niğde, İzmir, Ankara, Çorum, Afyon, Sivas... illerinde pürçüklü, Kastamonu, Amasya, Bilecik, Tokat illerinde ise pürçekli biçiminde kullanılır.
Son olarak Evliya Çelebi "havuç"a bu çevrede yer sapı adının verildiğini bildiriyor. Sözlüklerimizde onun verdiği bu ada da rastlanmıyor. Ancak, yurdumuzda buna benzer birtakım adlar vardır. Örneğin yer otu (Kayseri, Konya, Çorum, Yozgat, Adana) adı her bakımdan yer sapı'na benzer bir addır. Kerkük'te kullanılan yer kökü adı ise yer sapı adına büsbütün yakındır. Anadolu'da "havuç"a yerebatan (Bile-cik>, yeregeçen (İsparta, Afyon), yerekaçan (İsparta) gibi adlar da verilir.
Evliya Çelebi "kereviz" için hanza veya hınza diye bir biçim de veriyor. Anadolu ağızlarında "kereviz", çorduk (Kayseri, Konya), gelin parmağı (Amasya), kokar ot (Aydın) gibi adlarla anılır. Anadolu'da çorduk biçimi daha çok "ahlat" anlamında kullanılır. Gelin parmağı ise "kereviz" yanında "havuç" anlamına da gelir. Kokar ot'un da "kereviz"den başka "bir çeşit yaban otu" anlamında kullanıldığım biliyoruz. Ancak, Anadolu ağızlarında "kereviz" (veya "havuç") anlamına gelen ve Evliya Çelebi'nin yazdığı veriye benzer bir biçime rastlayamadık.
Bunun gibi, "turp" anlamına geldiği bildirilen sepüger (veya sepüker) sözüne benzer bir söz de bulamadık. Yurdumuzda turp yanında acurga "yaban turpu" (Manisa), baştankara "kara turp" (istanbul) gibi birtakım sözler kullanılır. Ancak, bu sözlerle Evliya Çelebi'nin verdiği veri arasında bir bağ kurmak olanaksızdır.
Seyahatnamemde Evliya Çelebi Tosya, Bolu, Dörtdivan •çevresinde rastladığı köpek türlerini de sırahyor: göblez "yavru köpek", çomar "koyun köpeği", mastı "fino köpeği", tula "zağar". Bu veriler arasında yazar, "tazı" anlamına gelen ilginç bir biçim de veriyor. Yazmalarda bu veri yetken (veya yitken) biçiminde yazılmıştır. Topkapı Sarayı yazmasında ise bu veri yetekez ( veya yetkez) olarak verilmiştir. Evliya Çelebi, Seyahatnamemin başka bir yerinde, Sarıkeçili dağında yaylayan Türkmenlerin dilini tanıtırken de bu sözü tekrarlamıştır. Atsız (Evliya Çelebi Seyahat-nâmesi'nden Seçmeler. II, istanbul, 1972) bu veriyi tigen diye okumuştur (239. s.). Ancak, bunun bizim üzerinde durduğumuz yetken veya yetfcez'den başka bir şey
Kaynak: Bilimsel Bildiriler, TDK Yayınları, 1972
Türkçe'nin Üstünlükleri
Türkçe diğer dillerden üstün bir dil olduğu tarışılmaz bir gerçekken nedense bunu kendimize dahi inandırmanın güçlüklerini yaşıyoruz. Yüzyıllardır bu kadar hor görülmesine rağmen hala ayakta durabiliyorsa bu durum en başta dilimizin ne kadar güçlü olduğunu göstermez mi? Bir gün Türkçenin üstünlüklerini arkadaşlarımla konuşurken içlerinden biri "Türkçe bizim kendi dilimiz onu savunmak ve korumak için üstün olması gerekmez" demişti. Evet çok haklı üstün olmasa da sahip çıkmamız gerekirdi çünkü bizim dilimiz. İşte size tesbit edebildiğimiz kadarıyla Türkçenin üstünlüklerini anlatan bir kaç madde..
1-Önce insan: Dünyadaki yaygın dillerin bir çoğunda insan ile eşya arasında fark yoktur, cinsiyet ayırımı vardır. Oysa Türkçemizde bütün insanlar eşittir ve diğer doğa varlıklarından farklıdır. Örnek olarak şu cumleye bakın "İnek ve yavrusu otluyor." Benzeri bir cümlede özne insan olduğunda şu şekil oluşacaktır "Anne ve çocuğu yemek yiyorlar." Bu iki cümle birbirlerine çok benziyor fakat dikkat ederseniz yüklemin sonunda lar takısı sadece insanlar sözkonusu olduğunda ekleniyor. Bir dilin insana önem vermesi ve cinsiyet ayrımı yapmadan her insanı eşit kabul etmesi üstün bir özellik değil de nedir. En azından bu özellik sayesinde sözlerinde üçüncü tekil şahıs geçen bütün şarkılar ve türküler hem kadınlar hem de erkekler tarafından rahatlıkla söylenebilmektedir.
2-Kelime türetme yeteneği: Eklemeli dillerin en güzel özelliklerinden biri kelime üretme imkanlarının çok geniş olmasıdır. Kökten kelime türetildiği gibi türetilmiş kelimelere yeniden ekleme yapma imkanı bulunmaktadır.
3-Türkçede kelimelere vurgu sayesinde anlatım gücü çeşitliliği sağlanabilir. Örneğin "Onu buradan atmalıyım". Cümlesinde her kelimeye ayrı ayrı vurgu yapalım, göreceğiz ki hangi kelimeyi vurgularsak o unsura daha fazla dikkat çekmiş oluyoruz. Kimi buradan atmalısın? Sorusuna yanıt "Onu buradan atmalyım". Onu nereden atmalısın sorusuna yanıt; Onu buradan atmalıyım. Onu ne yapmalısın sorusuna yanıt; Onu buradan atmalıyım.
4- Gizli sözcük zenginliği: Türkçede genelde kullanılmayan bir çok gizli kelime vardır. Genelde kullanılmayan kelimeler dilin parçası sayılır mı hiç diyeceksiniz. Başka dillerde sayılmayabilir ama Türkçede sayılmalıdır. Eğer bir kişi bu gizli kelimeyi kullanacak olursa karşıdaki de bunu anlayacak olursa nede sayılmasın. Sözcük köklerini ve isim yapan ekleri terketmediğimiz sürece gizli kelimeler de bizi terketmez, her an kullanılmayı beklerler. Türkçenin binlerce yıl ayakta kalabilmesinin sırrı da belki burda yatmaktadır. Türkçede atıl bekleyen kelimeler o kadar çoktur ki bazı dillerin kelime sayısından bile fazladır. Gizli olan ve olmayan kelimelere örnek verelim; Ver kökünden vergi türetilmiştir günümüzde kullanılmaktadır yani gizli bir kelime değildir, oysa al kökünden algı kullanılmamaktadır, "dilenci insanlardan algı topluyordu" cümlesi sizce ne manaya geldiği az çok anlaşılmıyor mu algı= sadaka değil mi?. Duy kökünden duygu, gör kökünden görgü kullanılmaktadır, dur kökünden durgu ise kullanılmamaktadır. "Trafik durgusuna yakalandım" gibi bir cümle kurduğumuzda (ilk defa kullanıldığı için tuhaf gelebilir) bu cümlenin de ne manaya geldiğini anlayabiliriz. Gizli kelimelerim sayısı sadece köklerle sınırlı değil, bir ekle yetinmeyip ikinci ve üçüncü eklemeler yaparak aynı kelime üzerinde kelime türetme olasılık sayısını arttırmak mümkündür. Durguluk, durguç, durgucuk vs.
5- Kelime haznesi konusunda gizli kelimelerin katkısından yukarıda bahsetmiştik. Bir de kelime haznesini artıran fakat bir çoğu sözlüklerimizde yer almayan Türkçenin cümle içindeki geçici kelimeleri vardır. "Sigarasında bir kaç içimlik yer kalmıştı" cümlesindeki içimlik kelimesinde olduğu gibi.
6- Türkçede kelimeler cümle içinde çok değişik yerde kullanılabilir. Cümledeki yerine bağlı olarak farklı bir anlam kazanan cümle aynı kelimelerle değişik ifadeler sağlamaktadır . "Gökteki yıldız parlıyordu" ile "Yıldız gökte parlıyordu" aynı anlamı taşımaz. Bu şekilde kullanımlar Türkçede çok yaygındır. Bir çok dilde ise kelimelerin yerini değiştirmek hem kolay değildir hem de değiştirilse bile anlamda farklılık meydana gelmez.
7-Türkçe kendini ispat etmiş en eski diller arasındadır. Doğal şartlara uyum gösteremeyen canlı türleri yok olmaktadır. Türkçe terkedilmeye çalışılmış (osmanlıcada olduğu gibi) fakat kendini toparlayıp yeniden canlanmıştır. Günümüzde Türkçe kadar köklerine bağlı bir dil çok azdır. Avrupa dillerinin geçmişi 400-500 yıllıktır. Belki 200 yıl sonraki dünya yüzeyinde birbirini anlamayan fakat ingilizce konuşan değişik halklar olacaktır çünkü bu gün dahi ingilizce çok yerde farklılaşmaktadır. Zaten latince aynı akibete uğrayarak çatallaşmış fransızca, almanca, ingilzce dilleri meydana gelmişti. Türkçe yine köklerine bağlı olarak ayakta durabilecetir ( yeter ki terkedilmesin). Binlerce yıl geçmesine rağmen dünyadaki Türkçe konuşan insanların dilleri latin dillerindeki örnekteki gibi ayrı diller olarak değil farklı lehçeler olarak kabul edilmektedir.
8- Türkçe olduğu gibi yazılan-yazılabilen bir dildir. Bir sesi ifade ederken tek bir harf kullanılmaktadır. Bu açılardan okuma yazma öğrenimi, proğramlama dili (henüz ciddi bir çalışma yok), bilimsel isimlendirmelerde (çok az kullanılsa da) üstünlük taşımaktadır.
9-Ses uyumu: Ünlü ünsüz uyumu, kelime sonlarına gelen eklerden sonra bazı harflerin yumuşaması gibi özellikler Türkçenin ses olarak kulağa hoş gelen bir dil olmasına sebep olmaktadır. Üstelik insan doğasına en uygun sesleri barındırmaktadır. Bazı kasıtlı yanlış dayatmaların aksine Türkçe şarkı, şiir ve edebiyat için en uygun dildir.
Yazan Ayhan Ayvaz
ŞEYH SADî-İ ŞİRAZİ 'NİN ÜNLÜ ESERİ GÜLİSTAN ÜZERİNE BİR İNCELEME
(ÖZET)
Şirazlı Şeyh Sadi'nin Gülistan adlı eseri, nesir ve nazımdan oluşan, didaktik- ahlaki hikayeler içeren bir özelliğe sahip kitaptır. Kitap, önsöz haricinde 8 bölümden oluşur. Kitabın önsözünde; münacat ve na't olarak nitelendirilebilecek bölümlerin yanı sıra kitabın ithaf edildiği kişi( Atabek Muzafferüddin Ebubekir) ve Sebeb-i Telif yer almaktadır. Kısaca bölümleri inceleyecek olursak:
1.BÖLÜM: SULTANLARIN GELENEKLERİNE DAİR
Padişahların tutum ve davranışlarının ne olması gerektiğini anlatan 40 hikayeden oluşur. Bu hikayeler de bölümün isimlendirilmesinin dışında küçük başlıklar halinde verilmektedir. Örneğin; “Gözleri Hala Bakıyor” adlı hikayede;Horasan sultanlarından birinin Gazneli Mahmud'u rüyasında görmesi anlatılır. Bütün vücudu dağıldığı halde gözlerinin diri kendisine baktığını görür. Bunu rüya tabircileri yorumlamakta zorlanırlar. Sonuç olarak dünyada ölmeden eser bırakan insanların gözlerinin hep açık olduğu, ölmeden iyilik yapılması gerektiğine vurgu yapılır.
2. BÖLÜM: DERVİŞ AHLAKI
Erdemli insanın vasıflarından bahseder. Bu bölümde 48 hikaye vardır. “Masal Gibi” adlı iç hikayede Lokman hekime – Güzel ahlakı kimden öğrendin diye- sorarlar, - Ahlaksızlardan- cevabını verir. Sonuç kısmında; akıllı bir sözden hisse kapar fakat cahil hikmet kitabından 100 hikaye okusa masal gibi gelir diye belirtilir.
3. BÖLÜM: KANAAT VE YETİNMENİN ERDEMLERİ
Bu bölüm, 29 hikayeden oluşur. “Hasta “adlı iç hikayede, hastaya-Gönlün ne istiyor- diye sormuşlar. - Bir şey istememeyi istiyor -demiş.sonuç olarak elindekilerle yetinmenin önemi vurgulanmıştır.
4. BÖLÜM: SÜKÛTUN FAYDASINA DAİR
Bu bölüm 13 hikayeden oluşmaktadır. “Sükun İle” adlı iç hikayede, bir derviş kendisine hakaret kişiye- Söylediğinden daha kötüyüm ben, benim kadar bilemezsin kendimi- cevabını verir.sonuç olarak alim kişi cahil ile yüz göz olmaz.
5. BÖLÜM: AŞKA VE GENÇLİĞE DAİR
Bu kısımda 21 hikaye yer almaktadır. “ Ey Serhoş Sevgili” adlı iç hikayede ,uzun süre sevgilisini görmeyen bir aşık ansızın sevgilisi karşısına çıkar ve- nerdesin? Seni özledim -der. -hasret usançtan iyidir- cevabını verir. Sonuç olarak hayatdaki her şeyde ölçülülüğü tavsiye eder.
6. BÖLÜM: GÜÇSÜZLÜĞE VE YAŞLILIĞA DAİR
Burada 8 hikaye mevcuttur. “Ölüm Dileği” adlı hikayede, Diyarbakır'da yaşlı ve zengin bir adam dereye gidip Allah'tan kendisine bir erkek evlad vermesi için dua eder. Alla ona erkek evlad verir fakat bu hikayeyi öğrenen oğlu aynı dere babasının ölümü için dilekte bulunur.
7. BÖLÜM:EĞİTİM VE ÖĞRETİME DAİR
İçerisinde 18 hikaye bulunmaktadır. “Eşek Olmasaydı” isimli hikayede, adamın biri gözü ağrır ve baytara gider. Verdiği ilaç gözünü kör edince kadıya şikayet eder. Kadı:- Eşek olmasaydın baytara gitmezdin- der ve adamı haksız bulur. Sonuçta insan her koşulda kendini eğitmelidir.
8. BÖLÜM: SOHBETİN KURALLARINA DAİR
Bu kısımda, Sadi'nin bir iddacı ile “ zenginlik- yoksulluk üzerine”tartışmasının anlatıldığı uzun bir hikaye vardır. Buradaki hikmetli sözlerden bir kaçını verecek olursak; “Çok dostu olan sevgiliye kapılma, yüreğini tutsak etmiş olursun.”, “Toz göğe yükselsede değersizdir.”
SONUÇ:
Kitap, bir öğüt niteliğinde olup, yüz yıllar boyu önemi yitirmeyecek olan evrensel erdemli insan olmanın yollarını anlatmaktadır. Elbette kitapda pek çok hihaye vardır. Fakat sadece bir tanesini kısaca anlatmaktaki maksadım, ortaöğretim seviyesindeki genç arkadaşlarımızın ilgisi çekmesi yönünde olmuştur. Her bireyin öğretim seviyesi ne olursa olsun okuması gereken bir kitapdır. Dostumuz kitaplardan uzak olmamanız dileğiyle...
Şeyh Sadi-i Şirazi,Gülistan,Timaş yay., Haz:Sadık Yalsızuçanlar,Mart 2004
TÜRKÇENİN ANADİL OLARAK DÜNYADAKİ YERİ
AMAÇ
Sovyetler Birliği'nde, Ağustos 1991'deki başarısız darbe girişimini izleyen aylarda, bu devleti oluşturan cumhuriyetler sırayla bağımsızlıklarını elde edince gözlerimiz öncelikle Kafkasya ve Orta Asya'daki Türk Cumhuriyetleri'ne çevrildi. Çünkü, artık bu ülkelerle siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda ilişki kurarken söz konusu olan sınırlamalar büyük ölçüde ortadan kalkmıştı. Bu nedenledir ki, bazı genel pürüzler nedeniyle doğan gecikmeler hesaba katılmazsa, artık düzenli olarak Türk Cumhuriyetleri'nin Devlet Başkanları, Başbakanları ve hükümet temsilcileri bir araya geliyor ve çeşitli alanlarda işbirliği olanakları yaratmaya çalışıyor, en azından ilişkileri geliştiriyorlar. Buna ek olarak da düzenli aralıklarla dil kongreleri düzenlenmeye başlanmış bulunmaktadır. Bu kongrelerde ana amaç, öncelikle bir ortak alfabenin en kısa zamanda oluşturulması, Türkçenin bütün lehçelerini kapsayan geniş bir Türkçe sözlüğün hazırlanması, ortak bir dil oluşturulması için gerekli altyapı koşullarının incelenmesi ve bunların oluşturulması olarak özetlenebilir. Bu yazıda, Türkçenin çeşitli lehçe ve şiveleri ile bunları "anadil" olarak konuşan Türk devletleri, özerk cumhuriyetleri ve toplulukları konu edilecek, ayrıca bu lehçe ve şivelerin yaklaşık kaç kişi tarafından konuşulduğuna, bu toplulukların ağırlıklı olarak nerelerde yaşadıklarına yer verilecektir.
TÜRKÇENİN LEHÇELERİ VE YAYILDIKLARI COĞRAFYA
Burada, (biri dışında) tüm Türk topluluklarının kendi dillerini yani Türkçenin lehçelerini ve şivelerini
anadil olarak konuştukları kabulu kesinlikle yanlış olmayacaktır. İkinci dil olarak ise, geçmişte veya
günümüzde de bağımlı bulundukları devletlerin resmi dilini konuşmaktadırlar. Bunlar içinden en
önemlileri Rusça, Çince, Farsça, Bulgarca ve Ukraynaca'dır. Kuşkusuz bu dillere ayrıca Arapça,
Yunanca ile 1960'dan sonra Türklerin işçi olarak yabancı ülkere göçü sonucu öğrendikleri diller olan
Almanca, Hollandaca Fransızca ve İngilizce de eklenebilir. Anadolu Türkçesi: Anadolu Türkçesi,
Türk dilleri içinde Oğuz dilleri grubunda yer alır. Toplam nüfusları 60 milyona yaklaşan ve Anadolu,
Trakya, Kuzey Kıbrıs'ta (Kıbrıs'taki Türk nüfusu yaklaşık 140 bindir) yaşayan Anadolu Türkleri
tarafından konuşulan bu dil, Türk lehçeleri arasında en büyük grubu oluşturur. Ayrıca bu lehçe,
şu Türk azınlıklarının da ana dilini oluşturmaktadır:
Türk Azınlıklar Nüfus :
Bulgaristan Türk azınlığı 750.000
Batı Trakya Türkleri (Yunanistan) 140.000
Makedonya Türk azınlığı 66.000
Irak Türkmenleri 300.000
Başta Almanya (1.920.000) olmak üzere
Hollanda (250.000),
Fransa (240.000),
Belçika (85.000),
İngiltere (65.000)
ve Danimarka'ya (37.000)
1960'lı yılların başından itibaren göç etmiş Türkler 2.600.000
Azeri Türkçesi:
Anadolu Türkçesine yakınlığı ile bilinen Azeri Türkçesi de Oğuz dil grubundadır.
"Azeri Türkleri"nin toplam nüfusu yaklaşık 23 milyon kadardır ve Azerilerin ancak
6,5 milyon kadarı Azerbaycan Cumhuriyeti'nde yaşarken yaklaşık 16 milyon Azeri,
İran İslam Cumhuriyeti'nin kuzeyinde (Güney Azerbaycan), 330 bini Gürcistan'da
ve 110 bini Ermenistan'da yaşamaktadır.
Özbek Türkçesi:
Dilleri Karluk grubunda yer alan "Özbek Türkleri"nin büyük çoğunluğu Özbekistan
Cumhuriyeti'nde (16,2 milyon) yaşamaktadır. Başta Tacikistan (1,5 milyon) olmak
üzere Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Afganistan'da yaklaşık 3 milyon Özbek
bulunmaktadır.
Kazak Türkçesi:
Kazakça, Türk dillerinin Kıpçak grubunda yer alır."Kazak Türkleri"nin büyük bölümü
Kazakistan'da yaşarken, komşu cumhuriyetlerde de (özellikle Türkmenisten, Moğolistan)
Kazak azınlıklara rastlanır ve toplam nüfusları 9 milyonu aşar. Kırgız Türkçesi:
Kırgız dili, Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır ve bu dili konuşan Kıgızların sayısı,
diğer komşu cumhuriyetlerde yaşayanlarla birlikte 4 milyonu bulur.
Türkmence:
Türkmenistan Cumhuriyeti'nde bugün 3 milyon, diğer bölgelerde de
(İran, Irak, Afganistan) yine yaklaşık 3 milyon Türkmen yaşamaktadır.
Dilleri Oğuz grubunda yer alır ve Anadolu Türkçesine çok yakın nitelikler taşır.
Tatarca:
"Tatar Türkleri"nin 2 milyonu Rusya Devleti'nin içinde (Moskova'nın yaklaşık
750 km güneydoğusunda) Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nde
(Kazan Tatarları) yaşarken, 1,1 milyon Tatar yine Rusya içindeki
Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde, 350 bini Kazakistan'da ve 300 bini ise
Kırım Yarımadası'nda (Kırım Tatarları) yerleşmiştir. Dilleri Kıpçak grubundandır.
Başkurt Türkçesi:
Günümüzde Başkurdistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskava'nın yaklaşık
1.250 km Güneydoğusu'nda 1milyon, diğer bölgelerde ise 1,6 milyon Başkurt
Türkü yaşamaktadır. Dilleri Kıpçak grubunda yer alır.
Karakalpak Türkçesi:
Dilleri Kıpçak grubunda yer alan Karakalpak Türkleri,Özbekistan'da
(Aral Gölü'nün güneyinde) Karakalpak Özerk Cmmhuriyeti'inde yaşarlar;
nüfusları 500 bin civarındadır.
Çuvaş Türkçesi:
Çuvaşistan Özerk Cumhuriyeti'nde (Moskova'nın yaklaşık
600 km güneydoğusunda, Tataristan Özerk Cumhuriyeti'nin
kuzeybatısında) 950 bin civarında Çuvaş Türkü yaşamaktadır.
Sors Türkçesi:
Kültür ve dil yönüyle Hakas ve "Altay Türkleri"ne çok yakın olan Sors
Türkleri Rusya'nın Kemerowo bölgesinde (Alma-Ata'nın yaklaşık
1.750 km kuzeydoğusunda) yaşarlar; sayıları 17.000 dolayındadır.
Altay Türkçesi:
Altay (Oyrat) dili Kırgız-Kıpçak grubunda yer alır. Bu dili konuşan 60 bin
Altay Türkü Altay Özerk Cumhuriyeti'nde (Rusya Cumhuriyeti'nde
Kemerowo'nın güneyinde, Moğolistan sınırında) yaşarken 70 bini
ise diğer bölgelere yerleşmiştir.
Uygur Türkçesi:
Türklerin ilk yazılı eserlerinde kullanılan Uygurca,Karluk dil grubunda
yer alır. Bu lehçeyi konuşan yaklaşık 16 milyon Uygur Türkü
(bazı kaynaklara göre 20-23 milyon) günümüzde Batı Çin'de
(Doğu Türkistan'da), çok azı ise Rusya'da yaşamaktadır.
Gagavuz (Gökoğuz) Türkçesi:
Dilleri Oğuz dil grubunda yer alan dolayısıyla Anadolu Türkçesine
çok yakın olan Gagavuz Türkleri Moldavya'nın güneyinde 1991
yılında kurulan Gagavuz Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadırlar;
nüfusları yaklaşık 160 bindir. Ayrıca Balkanlar'da ve Rusya'nın çeşitli
bölgelerinde dağılmış küçük topluluklara da rastlanır. Stavropol Türkçesi:
Türkmence ve Nogay diline çok yakın olan bu dil, bölgeye göç etmiş
Türkmenler tarafından konuşulmaktadır.
Kumuk Türkçesi:
Kumuk Türkçesi Kıpçak grubundan olmakla birlikte Anadolu,
Azeri ve Karaçay dillerine yakınlık da gösterir. Toplam nüfusları
300 bin kadar olan "Kumuk Türkleri"nin yaklaşık 250 bini Dağıstan
bölgesinde (Kuzeydoğu Kafkasya'da) yaşamaktadır.
Karaçay Türkçesi:
Karaçay dili Kıpçak grubundan olup, Karaçay-Çerkes Özerk
Cumhuriyeti'nde (Gürcistan'ın 200 km kuzeyinde) yaşamakta olan
yaklaşık 160 bin Karaçaylı tarafından konuşulmaktadır.
Balkar (Malkar) Türkçesi: Dilleri hemen hemen Karaçay Türkçesi
ile aynı olan Balkar Türkleri Gürcistan'nın kuzeyinde, bu ülkeye
komşu olan Balkar Özerk Cumhuriyeti'nde yaşamaktadır;
sayıları 85 bin civarındadır.
Karaim Türkçesi:
Kıpçak dil grubuna ait Karaim dili bugün çok az Karaim Türkü
tarafından konuşulmaktadır. Bunlar, Ukrayna'nın batısı,
Litvanya ve Polanya'da yaşamaktadır.
Hakas Türkçesi:
Hakas Türkçesi Kırgız dil grubuna çok yakın olup,Hakas Özerk
Cumhuriyeti'nde yaşayan yaklaşık 80 bin Hakas
Türkü tarafından konuşulmaktadır.
Nogay Türkçesi:
Nogay Türkleri, Stavropol ve Dağıstan Bölgesi,Çeçen-İnguş
Cumhuriyeti ve de Karaçay-Çerkes bölgesinde dağınık
olarak yaşamaktadırlar. Dilleri Kıpçak grubunda yer
alan "Nogaylar"ın sayısı 75 bin dolayındadır.
Tuva Türkçesi:
Yaklaşık sayıları 220 bin tahmin edilen "Tuva Türkleri"nin 200 bini
Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti'nde (Moğolistan'nın kuzey
sınırına komşu bölgede) yaşamaktadır.
Yakut (Saka) Türkçesi:
Moğolcanın etkisi ile hayli değişikliğe uğrayan Yakut dili,
tahmini sayıları 400 bin olan ve büyük çoğunluğu
Yakut Özerk Cumhuriyeti'nde (Çin sınırına 1.250 km
uzaklıktaki Doğu Sibirya'da) yaşayan Yakut Türkü
tarafından konuşulmaktadır.
Kaskay Türkçesi:
Anadolu ve Azeri Türkçesine çok yakın bir Türkçe ile konuşan
Kaskay Türkleri, Hasme Türkleri ile birlikte Iran'ın güneyinde
yaşarlar; sayıları 700 bin dolayındadır.
Ahıska (Mesketi, Meşet) Türkçesi:
Dilleri Oğuz grubunda yer alan Ahıska Türkleri günümüzde dağınık
olarak Özbekistan, Kırgızistan,Azerbaycan ve Türkiye'de
yaşamaktadırlar. Sayıları 200 bin civarındadır.
SONUÇ
VI. Yüzyılın ikinci yarısından sonra kuzeye, güneye ve önemli ölçüde
de batı yönüne göçe başlayan Türk kavimleri, XV. Yüzyılın ortalarında
bugünkü Bulgaristan sınırına ulaştılar. 1960'lı yılların başında Orta
Avrupa'ya yönelen işçi göçünü, bu göçün devamı olarak nitelendiren
bazı yazarlar da görüyoruz. Bu göçler sırasında sahip olunan özgün
kültür, etkilenişim içinde bulunan diğer kültürlerle zenginleşmiş,
ancak anadil olarak konuşulan Türkçe korunmuş ve böylelikle
dil çok geniş kıta parçalarına yayılmıştır. Birleşmiş Milletler'in
1990 yılına ait istatistiklerine göre Türkçe, 165 milyon
dolayında kişi tarafından anadil olarak konuşulmaktaydı.
Böylelikle dilimiz Çince, Hintçe, ingilizce ve ispanyolcanın
arkasından en büyük (yaygın) dil karakterine sahiptir. Nüfus
artışının ortalama % 1,5 olduğu varsayılırsa bu sayının artık 180
milyona yaklaşması gerekir. Çincenin, Çin ve Tayvan dışında
Güneydoğu Asya ülkelerindeki Çin azınlık tarafından konuşulduğu,
Hintçenin yalnızca Hint Yarımadası'nda yayıldığı düşünülürse, Türkçe,
ispanyolca ve ingilizce gibi dünyada geniş coğrafyaya yayılmış diller
arasında yer alır. Bunlardan ingilizce, Büyük Britanya dışında, Kuzey
Amerika kıtasında , Güney Afrika Cumhuriyeti'nde (ingiliz kökenliler
tarafından) ve Avustralya'da anadil olarak konuşulmaktadır.
ispanyolca, ispanya dışında Orta (ABD'nin güneyi dahil) ve
Güney Amerika'da (Brezilya dışında) yayılmıştır. Türkçenin ise
Rusya Federasyonu'nun Pasifik kıyılarından başlayıp, Orta Asya,
Kafkasya, Anadolu ve Trakya'yı aşıp Orta ve Batı Avrupa'daki
Türklerle, ayrıca az sayıda da olsa Kuzey Amerika'ya göç etmiş
Türkler tarafından anadil olarak konuşulmakta olduğunu, böylelikle
Afrika kıtası ve Güney Asya dışında (değişik yoğunluklarda) tüm Kuzey
Yarımküre'ye yayıldığını görüyoruz.
Kaynaklar:
[1] World Fact Book 94, CIA (http).
[2] Informationen zur politischen Bildung; Die Sowjetunion 1953-1991,
Nr. 236, 3. Quartal 1992.
[3] Council of Europe (Hrsg), Sopeni,Netherland-1993; Statistisches
Bundesamt, Wiesbaden, Sopeni, Report-Turkey, Oct-1993.
[4] Türkler, "s.c.t. Listesi", .
Prof. Dr Oktay SİNANOĞLU
BATI ANADOLU AĞIZLARINDAN ÖRNEKLER:
Alnacında: Tam karşısında.
Anşırtmak: İma etmek.
Burma: Musluk.
Çilpi: Küçük, ateş tutuşturmakta kullanılan odun parçası.
Bağa: Guatr
Çiritmek: Üşümek, titremek.
Değin: Sincap
Genk: İşlenmemiş sert toprak.
Imgıraz: Hastalıklı, çökmüş (kişi)
Keşir: Havuç
Göcen: Tavşan yavrusu.
Göde: Zayıf, çelimsiz.
DOĞU VE GÜNEDOĞU ANADOLU AĞIZLARINDAN ÖRNEKLER:
Böğürcük: Böbrek.
Cembek: Kalabalık aile.
Yanır: Yara.
Pisik: Kedi.
Mişmiş: Kayısı, zerdali.
Küncü: Susam.
Ariş: Asma.
Tağa: Pencere.
Tike: Parça (kuşbaşı et).
Kara yatılık: Tifo.
Öden: Mide.
Ölülük: Mezarlık.
ORTA ANADOLU AĞIZLARINDAN ÖRNEKLER:
Bük: Ağaçlık yer.
Cilis: İyice, hepten.
Çıdırgı: Ateş tutuşturmakta kullanılan kuru dal parçaları.
Efenekli: Aşırı titiz.
Çörtleğen: Binanın damından yağmur vb. suyunun akmasını sağlayan madeni oluk.
Enek: Meyve çekirdeği.
Gidişmek: Kaşınmak.
Ellik: Sahur.
Filke: Musluk.
Homukmak: Memnuniyetsizliğini yüz ifadeleriyle belli etmek.
Pürçüklü: Havuç.
Balak: Tavşan yavrusu.
KUZEY ANADOLU AĞIZLARINDAN ÖRNEKLER:
Güpül: Şişman.
Hasarı: Büyük su kamalı.
Kemçük: Eğri.
Orakayı: Temmuz.
Yal: Hayvan yiyeceği.
Teğin: Sincap.
Çağ: El yıkama yeri (lavabo), banyo yapma yeri (banyo).
Çerik: Tuzlanmış ve kurutulmuş et.
Eze: Teyze.
Çiğit: Meyve çekirdeği.
Kırtlamak: Isırmak.
Türkçe’nin Kullanımı ve Dil Politikası
Türkçe, dünyanın en çok konuşulan altıncı dilidir ve yayıldığı alan bakımından dünyanın üç büyük dili arasındadır. Türkçe, günümüzde resmi dil, devlet dili, azınlık dili ve göçmen dili olarak 12 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada kullanılmaktadır. Türkçe, yazı ve edebi dil, eğitim ve öğretim dili, sözlü, görüntülü yayın ve basın dili, ağız ve lehçe, yabancı dil olarak da Avrasya’da, Asya’da ve Avrupa’da en fazla kullanılan dil olmasına rağmen devletimizin ve milletimizin belirgin bir Türkçe dil politikası olmaması ‘Türkçe sevdalılarını’, ‘filologları’ ve ‘Türkologları’ derinden üzmektedir. Türkoloji sahasında yetişecek uzman ve öğrencilerimizin dilbilimi, sosyoloji, tarih, karşılaştırmalı edebiyat, kültür, antropoloji ve halk bilimi gibi dersleri görmeleri, yabancı dillere vakıf olmaları sağlanmalıdır. Böylece 21. yüzyılda ana dilimiz Türkçe’nin varlığı daha iyi korunabilecek ve dille ilgili daha çok araştırma yapılabilecektir.
Tarihi ve kültürel alanda varlık mücadelesi veren Türkçe yakın çevresinde ve komşu ülkelerde iç içe kullanılmaktadır. Türkiye ve çevresine, Kafkaslar’a, Türkistan’a, İdil Ural Bölgesi’ne, Sibirya’ya, Balkanlar’a yayılan Türkçe, bugün soy, din, tarih ve kültür ortaklıklarıyla beslenip geleceğe zengin kelime hazinesiyle ve iletişim dili olarak varlığını sürdürme mücadelesi vermektedir. Günümüzde Türkçe, eski Doğu Bloku’nun ortak kültür dili olan Rusça’nın ve bilim, teknik, diplomasi dili olarak kullanılan İngilizce’nin baskısıyla karşı karşıyadır. Bulgarca, Sırpça, Romence, Yunanca, Arapça, Farsça, Çince gibi resmi dillerin devlet dili olarak kullanıldığı ülkelerde Türkçe, siyasi ve sosyal şartlara bağlı olarak, hatta uluslar arası ilişkiler çerçevesinde tamamıyla yasaklanmış, bazen serbest bırakılmış şekliyle ‘azınlık dili’ olarak varlığını devam ettirmiştir. Avrupa’da Almanca, Fransızca, İngilizce ve Flamence dilleriyle birlikte kullanılan Türkçe’ye ‘azınlık dili’ statüsü bile verilmemiştir.
Doğuda Arapça, Farsça, Çince, Hintçe Batıda ise Almanca, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, kuzeyde Rusça tarihte ve günümüzde önemli devlet ve kültür dili olarak kullanılırken, Türkçe’miz hem doğuda, hem de batıda köklü geçmişi ile geniş bir alana yayıldığından ülkemizde yeni dil politikalarının geliştirilmesinin ve gözden geçirilmesinin tam zamanıdır. Yeni dil politikaları geliştirilirken dünyanın en önemli beş dili ve o dilleri dünya dili, iletişim dili, kültür dili, yabancı dil haline dönüştüren ‘dil politikası üreten merkezlerin stratejileri’ araştırılmalı ve karşılaştırmalı çalışmalar yapılarak “uygulamalı Türkçe politikası” gündeme getirilmelidir. Türkçe eğitim ve öğretim merkezlerinin, özellikle Türkçe’nin yabancı dil olarak öğretilmesi konusunda yeni stratejilerin geliştirilerek uygulanmasının Türk varlığına ve Türk ekonomisine de katkısının büyük olacağı şüphesizdir.
Çünkü Türkçe’nin zengin, kültürel, tarihi derinliğe sahip, iletişim, mantık ve bilgisayar, hatta müzik dili olduğunu bütün dilbilimciler kabul etmiş durumdadır.
Türkçe, Türkiye’de ‘Türkiye Türkçe’siyle’, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Azerbaycan’da, Özbekistan ve Türkmenistan’da o ülkenin geçerli lehçesi ile, Kazakistan ve Kırgızistan da ise resmi dil özelliğini Rusça ile paylaşarak kullanılmaktadır. Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinde Kumuk ve Nogay, Karaçay -Malkar Türkçesi ve Kafkas Türkmen Türkçeleri eğitim-öğretim, yazı, günlük konuşma ve basın dili olarak kullanılmaktadır. Gürcistan’daki Türk Toplulukları, Ahıska Bölgesinden sürgün edilen Ahıska Türkleri de Türkçeyi konuşma dili olarak kullanırken,
Çuvaşistan’da Çuvaş, Başkurdistan’da Başkurt, Tataristan’da Tatar Türkçeleri resmi dil olarak kullanılmaktadır. Saha Cumhuriyeti’nde Saha, Altay Cumhuriyeti’nde Altay, Hakas Cumhuriyeti’nde Hakas, Tuva Cumhuriyeti’nde Tuva Türkçeleri Rusça gibi resmi dil olarak kullanılmaya devam edilmekte olup, Altay ve Hakas Türklerinde dil kaybolmakta olduğundan ‘ana dilleri Türkçe’ye sahip çıkmak’ haysiyet meselesi haline gelmiştir. Şor Türkleri de yok olmak üzere olan dillerini yaşatma gayreti içerisindedir. Kırım Tatar Türkçesi yeniden eğitim-öğretim, basın ve yayın dili haline gelirken, Kırımçak ve Karay Türkçesi kaybolmak üzeredir. Abhazya ve Azak Denizine yakın yerlerde yaşayan Urumlar ise Türkçe’yle birlikte ‘iki dilli’ hayatlarını sürdürmektedir. Gagavuz Yeri’nde ise Gagavuz Türkçesi, Rusça ve Moldava diliyle birlikte resmi dil olarak kullanılmaya devam etmektedir. Odesa Bölgesindeki Gagavuz Türkleri de Moldova’daki Gagavuzlarla dil ve kültür ilişkilerini pekiştirmektedir. Bulgaristan ve Yunanistan’da yaşayan Gagvuz ve Pomak Türkleri ile Romanya’daki Kırım Tatar, Gagavuz ve Nogay Türkleri Türkiye Türkçe’sinden farklı şiveleri kullanmaktadırlar. Türkçe, İran’da, Irak’ta ve Suriye’de azınlık dili olarak varlığını devam ettirmektedir. Türkçe, Irak’ta Türkmenler tarafından radyo-televizyon dili olarak kullanılırken, Suriye’de konuşma dilinden öteye adım atamamıştır. Türkçe son günlerde Suriye’de AB dili olarak eğitimi verilen 18 yabancı dil arasına girmiştir.
Özellikle İran’da ‘Türkçe şuuru ve kullanımı’ için stratejik yöntem ve diyalog aranmalıdır! Çünkü otuz milyon civarındaki İran Türklüğünün dünyaya Türkçe gözlüğü ile bakabilmesi için ‘Türkçe’yikullanma seferberliğine’ ihtiyaç vardır. Kıpçak grubundan olan Halaç Türkçe’si ise kaybolmaya yüz tutan bir dil olduğundan yeniden araştırılmalıdır. Türkçe, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Libya gibi ülkelerde yüzyıllarca konuşma ve edebiyat dili olarak kullanılmışken; Mısır’da Memluk Kıpçak Türkçe’si olarak ortaya çıkmış, ama bugün bu ülkelerde Türkçe hiç kalmamıştır.
Doğu Türkistan’daki Türk topluluklarının dil varlıklarının korunmasına Rusya ve Çin her zaman politik yaklaşmıştır. Bu yüzden yazı ve edebi dil olarak bilinen Uygur Türkçe’sinin eğitim-öğretim dili olmasına izin verilmemiştir. Fu-Yu Kırgız, Sarı Uygur ve Salar Türkçeleri ise, konuşanları gittikçe azalan ve kaybolmaya yüz tutmuş, ancak araştırılması gereken dillerdir. Afganistan’da Özbek, Kazak, Türkmen, Kırgız, Türk boyu olan Aymak Türkçeleri konuşma dili olarak varlıklarını sürdürmekte iken, Oğuz esaslı Lakay Türklerinin yaşadığı Tacikistan’da Özbek Türkçe’si sosyal hayatta ağırlığını hissettirmektedir. ‘Hazara’ ve ‘Lakay’ dilleri hakkında fazla bir kaynak bulunmadığı için bu dillerin kullanımı her yönden incelenmelidir.
Türkiye dışında yaşayan Türk vatandaşlarının ve çocuklarının ana dilleri Türkçe’dir. Ancak üçüncü ve dördüncü kuşak Türk çocukları ana dillerini kaybetmiş olup, ana dil yerine İngilizce, Almanca ve Fransızca kullanmaktadırlar. Türkçe’yi sadece yabancı dil olarak öğrenen çocuklarımızın sayısı da gittikçe artmaktadır! Türkçe’nin kaybı demek Türkçe düşünülmesinin kaybı demektir.
Türklerin göçmen olarak gittikleri AB ülkeleriyle, Amerika ve Avustralya’da da Türkçe, iletişimde, eğitim ve öğretimde, yazılı ve sözlü edebiyatta, sesli ve görüntülü yayınlarda o ülkenin dilleriyle birlikte iç içe kullanılmaktadır. Sosyal ve kültürel sıkıntılar yurt dışında yaşayan Türklerin hem kendi kimlikleriyle olan bağlarını koparmamaları, hem de yaşadıkları ülkeye dil ve kültür açısından uyum sağlayabilmeleri amacıyla ilkokuldan itibaren iki dilde okuma yazma ders projeleri uygulamasına geçilmesine rağmen istenilen hedefe ulaşılamamıştır. Bu bakımdan Türkçe, hem Türkler için, hem de o ülkenin yerli insanları için daha önemli dil olarak gündeme gelmektedir. Türkçe, ne kadar bilim dili olarak kullanılırsa, kültür, müzik, edebiyat, sözlü ve yazılı, görüntülü yayın olarak güçlü ve etkili bir dil olursa, Türk kültür varlığı olan dil de o kadar uzun korunur ve yaşar.
“Her Türk Topluluğunu bir millet, her Türk lehçe ve ağzını bir dil yapma projesini” ustaca uygulayan ülkeler Türkçe’yi de, Türk milletini de parçalamak istemişlerdir. Türkçe ve Türk milleti bu görüntüden mutlaka kurtarılmalıdır. Türk dili kollarının büyük bölümünün “kayboluş ve yok oluş”sürecini engellemek için Türkçe’de birlik sağlanmalıdır. Dilde bütünleşmek için Türkçe’nin bir kolu değil, bir sözcüğü bile yok sayılmamalıdır. Kültür ve düşünce zenginliğini sözcük anlamlarından alan Türkçe, etimolojik sözlüklerle, karşılaştırmalı çalışmalarla ve dialektoloji , ağız ve lehçe araştırmalarıyla, alan tarama sözlükleriyle ve yabancı kelimelere karşılık bulma çalışmalarıyla ‘Türkçe’nin Sözcük varlığı’ genişletilmelidir. Ortak iletişim Türkçe’si siyasi bir kararla değil, internet siteleriyle, uydu aracılığı ile, radyo ve televizyon yayınlarıyla, yazar ve edebiyatçılarımızın eserleriyle güçlendirilmiş, bilim ve teknikte işlenmiş 2023’te 300 milyon insanın kullandığı bir dil olarak ortaya çıkmalıdır. Bütün bu bilgileri araştırarak yazan Nevzat Özkan’ın ‘Türk Dili’nin Yurtları’ adlı eserini etraflıca okumalı ve okutmalıyız.
AB ile bütünleşme sürecinde çıkarılan ‘mahalli dil ve lehçelerde yayın ve eğitim yapılması’ konusundaki yasa hükümlerinin dil kullanımında nasıl bir değişikliğe yol açacağı ve hangi önlemlerin alınması gerektiğine ilişkin belirsizliklerin olduğu da ortadadır. Çünkü anayasanın 42. maddesinde “Türkçe’den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” hükmü yer almaktadır. Türkiye Cumhuriyeti sosyal hayattaki mahalli zenginlikleri ve çeşitlikleri koruyarak geliştirme ilkesini benimsemiş, milli devlet ilkesinin gereği olarak da her ülke gibi “tek dil, tek bayrak ve bütünlük içinde bir ülke olmak” ilkesine dayandığı için Türkiye Türkçe’sini her zaman koruyacaktır. Yeter ki Türkçe’nin zenginliğine güvenelim, her yerde her zaman Türkçe konuşalım ve yazalım, yazdıralım! Türkçe öğretelim! Türkçe’yi resmi bir Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler dili durumuna getirmek için, Türkologlarımızın Türk dilini, Türk edebiyat ve kültürünü bütün dünyaya tanıtma fırsatı verilmelidir. İşte o zaman "Benim vatanımın sınırları ‘Edirne’den başlayıp Hakkari’de bitmez, benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter” diyen Ömer Seyfettin’i haklı çıkarabiliriz.
Türkçe hakkındaki olumlu görüşlere rağmen Türkçe’nin ve Türk kimliğinin erimemesi, yozlaşmaması için ve Türkçe’nin işlevini koruyan bir dil olarak kalması için Kıbrıs Türk’ü Yusuf Yanç’ın aşağıdaki sözlerini aklımızdan çıkarmamalıyız:
“Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken dilimizin çalındığını, talan edildiğini, özün el diline özendiğine, içi yananınız var mı? Masallarımızı, tekerlemelerimizi, ata sözlerimizi kaybettik, Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik. Türkçe’miz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?”
Alıntı: Aygazete 29.07.2003
Müjdat KAYAYERLİ
29.07.2003
Bir Ahlak Teorisi Olarak Tasavvuf
16. yüzyıl tasavvuf tarihi açısından Osmanlı topraklarında büyük zenginliklerin olduğu dönemdir. Kendine has yapısıyla tasavvuf Orta Asya topraklarından Anadolu’ya seyahatinde yanına İslam kültürünü de alarak, Osmanlı topraklarında yepyeni bir forma bürünmüştür. Elimizde Hayy Kitap’ın imza attığı Sofyalı Bâlî Efendi’ye ait 7 Makam 7 Nefs isimli bir tasavvuf kitabı var. İnsanın tasavvuf kapısına geldiği zaman geçireceği aşamaları yedi makamda anlattığı kitap, klasik tasavvuf epistemolojisine ait bir kaynak.
16. yüzyıl tasavvuf tarihi açısından Osmanlı topraklarında büyük zenginliklerin olduğu dönemdir. Kendine has yapısıyla tasavvuf Orta Asya topraklarından Anadolu’ya seyahatinde yanına İslam kültürünü de alarak, Osmanlı topraklarında yepyeni bir forma bürünmüştür. Elimizde Hayy Kitap’ın imza attığı Sofyalı Bâlî Efendi’ye ait 7 Makam 7 Nefs isimli bir tasavvuf kitabı var. İnsanın tasavvuf kapısına geldiği zaman geçireceği aşamaları yedi makamda anlattığı kitap, klasik tasavvuf epistemolojisine ait bir kaynak.
Biz kitaptaki tasavvuf mertebelerinin pek çok tasavvuf kitabında yer aldığının farkında olarak konuya bir başka noktadan değinmeyi uygun buluyoruz. Çünkü tasavvufun bir dinî disiplin haline gelmeden önce, evrenle, insanla ve doğayla bütünleşmiş bir ahlak teorisi olduğu düşüncesindeyiz.
Ahlak teorisyenliğinde Hint düşünce dünyasının kaynakları yadsınamaz. Budizm öncesi çoktanrılı dine sahip olan Hint düşünce dünyası, Vedik dönemin epik eserleriyle ahlakî normların geniş tutulduğu bir algıyı yaygın hale getirmişti. Çoktanrılı dinlerin genel özelliklerinden olan bu algı, bütün bir Hint inanç dünyasına hakimdi.
Fakat hiçbir dönemde Hint kadar çoktanrılı dini uzun süre sürdürememiş İçasya için bu sözkonusu değildir. Özellikle geniş Türk boylarının İslam ile karşılaşmadan önce tek tanrı inancının hakim olduğu Budizm’i din olarak kabul etmiş oldukları gözönüne alınırsa, tasavvufun bir ahlak teorisi olarak Türkler arasında neden bu kadar kıymetli olduğu da ortaya çıkmış olur. Osmanlı'nın 16. yüzyılındaki o zengin kültürü ortaya koyma konusundaki başarısını, Türk boylarının Orta Asya’da sahip çıktıkları ve bir ahlakî denge olarak ortaya koydukları tasavvuf anlayışına borçlu olduğunu söyleyebiliriz.
Kitabın ele aldığı sadr, kalp, ruh, sır, havf, kürsî, mutlak hafî ve sırr-ı hafî makamlarının evrensel dengede insanın yapısını oluşturan temel unsurları nasıl karşıladığını gördüğümüz zaman bu anlayışın klasik tasavvuf anlayışının çok ötesinde olduğunu da anlamış oluruz.
Şöyle ki, sadr tasavvufi terminolojide İslam’ın makamı olarak algılanır. Nefisle kalp arasında bulunan sadr, kalple nefsin buluştuğu alanı temsil eder. O halde amaç bir şeyin köküdür, dalları değildir. Burada sadr sözcüğünün evrenin kozmolojik dengesiyle olan uyumunun tasavvufa yansıdığı rahatlıkla görülebilir. Tasavvuf, bunun farkında olarak konuyu şu şekilde ilerletir: “İnsanoğlunun kalbinde yedi budağı olan bir heva ağacı vardır. Bu budakların her biri bir tarafa yönelmiş durumdadır. Biri göze, biri dile, biri kalbe, biri nefse, biri halka, biri dünyaya ve biri de ahirete bakar. Ayrıca her bir budağın meyveleri de vardır. Göz tarafındaki budağın meyveleri töhmet ve şehvettir. Dil tarafında bulunan budağın meyvesi boş konuşmak ve dedikodudur…” Yalnızca sadr sözcüğü özelinde bile tasavvufun bir ahlak teorisi olarak kozmik dengenin en önemli unsuru olan insanı ve onun psikolojisini içine alan argümanlar ortaya koyduğunu görebiliriz. Bu yönüyle tasavvuf bir dini disiplin olarak dar alana sıkıştırılmamalıdır.
Bunun gibi kitapta diğer makamların da evrenin genel dengesini ve insanın psikolojisini kapsayan uzantıların olduğunu hayretle görmekteyiz. Bu işaretler tasavvuf terminolojisine girerek menkıbelerin ve sair külliyatın epistemolojisini de oluşturur. Mesela nefs ile kalp makamı arasında bir berzahın bulunduğundan bahseden tasavvuf kişinin bir tarafının nefse, diğer tarafının da kalbe dönük olduğunu söyler. Bu, insanın beşer yönüyle melek yönünün doğal seyir içerisinde ne kadar olağan karşılandığının göstergesidir. Yine enteresan bir nokta olarak da sadr makamının yıldızının Ay olarak gösterilmesidir. Ay’da ne türden özellikler varsa, sadr makamında da o türden özellikler olduğu düşünülür. Ay’la ilgili son bilimsel verilerin ortaya koyduğu şey, insan anatomisindeki birtakım yapıların ve elementlerin Ay ile özdeş sonuçlar ortaya koyduğudur. Ay-İnsan arasındaki ilişkiyi kalp üzerinden yorumlamayı deneyen tasavvufun sosyal bilimler alanına büyük fayda sağlayacağı, ancak önyargıların kalkması ile mümkün olacaktır. Çünkü tasavvuf hala bir dini disiplin olarak algılanmaktadır.
Tasavvufu; kozmolojiye yaklaştıran o kadar çok argüman var ki sosyal bilimlerin bunu görebilmesi için öncelikle modern aklın dayattığı yargıları ve önyargıları bir tarafa bırakması gerekir. Bununla birlikte tasavvufu bir dini disiplin olarak gören ve bu çerçevede kalması için ısrar eden çevrelerin de kozmoloji bilimine bakarak ikisinin de birbirini bütünleyen yapılarını fark etmeleri gerekir. Evrende hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığı ve neden-sonuç ilişkisinin güçlü bağlarla insana tutunduğu düşüncesini işleyen tasavvuf bu yönüyle kozmolojiyi içselleştirmiş, geleneksel bir ahlak teorisi olarak, büyük bir külliyata sahiptir. Hem elimizdeki kitabın formatındaki tasavvuf öğretilerinin, hem menkıbelerin, hem hal tercümelerinin, hem de buna benzer yapıdaki eserlerin ortaya koyduğu şey bize bütünlüklü bir evren düşüncesini gösterir.
İslami ilimlerin sosyal bilimlerle barışmasının ya da birbirlerini “görebilmesinin” bu küçük kitap nezdinde mümkün olabileceğine dair umut beslemekteyiz. Çünkü, 150 sayfalık 16. yüzyıla ait, tasavvuf literatüründe “sıradan” bir kitap olan 7 Makam 7 Nefs’in bu iddialı cümleyi gerçekleştirebilecek güce sahip olduğunu görmekteyiz.
Normal okumanın bize gösterdiği şey, tasavvuf terminolojisindeki yukarıda saydığımız 7 makam ve bu makamların insanı ulaştırdığı mertebelerdir. Fakat, bir üst okumayla tasavvufun bu makamlarını ve insanı ulaştırdığı mertebelerin tek tek evrensel denge ile kozmik düzen ile ve psikoloji ile sıkı bağını hayret verici ve hatta sosyal bilimlerin şaşkınlık içerisinde karşılayacağı uzantılarının olduğunu görebiliriz. Okuyuculara bu üst okumayı tavsiye ederek, tasavvufî bir kitabın farklı bir pencereden bakıldığı zaman daha başka “hayret” alanları gösterdiğini söyleyebiliriz. Bu alanlar, sosyal bilimlerin bile henüz cesaret edemediği ve cesaretle bakamadığı alanlar olarak bizi tasavvufun gerçek kaynağına ulaştıracaktır.
genbilim-Gönül Yonar
RABİA
Basralı ünlü kadın sufi. İlk dönem sufi şairleri arasından en önemli isimlerden biridir. İlahi aşk öğretisi kendisinden sonraki sufileri de önemli ölçüde etkilemiştir. Yirminci yüzyılda Rabia hakkında kaleme alınmış en kapsamlı eser, Margaret Smith'in master tezi olarak kaleme aldığı ve daha sonra kitaplaştırılan ve Türkçe'ye de çevirilen Rabia the Mystic adlı eserdir.
Basra'lı ünlü kadın sufi Rabia, kesin olmamakla birlikte 752 tarihlerinde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinin dördüncü kızı olduğu için kendisine Rabia ismi verildi. Anne ve babasını kaybeden Rabia, henüz çocukken köle olarak satıldı. Elini sakatlamak pahasına kaçmaya çalıştı ancak yeniden yakalandı. Efendisi, Rabia'nın halini görüp onu serbest bıraktı. Önemli sufilerden kendisine yapılan evlenme tekliflerini geri çevirip, 801'de ölünceye kadar bekar yaşadı. Hikayesi ve sözleri 13. yüzyıl sufilerinden Feriüddin Attar'ın, kimi evliyaların hayatları ve sözlerini derlediği ünlü eseri "Tezkiret'ül Evliya"da yer almaktadır. Attar; kendisine, neden kitabına Rabia'yı aldığını soracak olanları, Peygamberin, "Tanrı sizin suretlerinize değil niyetlerinizle bakar." sözünü delil göstererek yanıtlamaktadır. Margaret Smith, Bir Kadın Sufi: Rabia İnsan Yayınları, 1991 Margaret Smith, Muslim Women Mystics, Oneworld Publications; Second, Revised edition (October 1, 2001) Feriüddin Attar, Tezkiret'ül Evliya Camille Adams Helminski, Women of Sufism: A Hidden Treasure Charles Upton, Doorkeeper of the Heart: Versions of Rabi'a, Pir Press (January 30, 2004) Widad El Sakkakini, First Among Sufis: The Life and Thought of Rabia al-Adawiyya, Octagon Press, Limited (December 1982) Javad Nurbakhsh, Sufi Women, tr. Leonard Lewisohn (London: Khaniqah-Nimatullahi Publications, 1990),
genbilimyazar
SÖZLÜ EDEBİYAT
Sözlü Edebiyat, Türklerin henüz yazıyı kullanmadıkları dönemdeki edebiyattır. Bu dönem edebiyatı sözlü olarak üretilmiş ve kulaktan kulağa yayılarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemde edebiyatımızı Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinler etkilemiştir. İslamiyet öncesi Türk edebiyatı, M.Ö. 4000′li 3000′li yıllardan başlayarak Türklerin İslamiyeti kabul ettiği XI. yüzyıl ortalarına kadar sürer.
Bu uzun dönemin KökTürkler’e ait yazılı anıtların ortaya konduğu M.S. VI. yüzyıla kadar olan bölümü sözlü edebiyat dönemi olarak adlandırılır.
Bilindiği gibi söz yazıdan öncedir. Böyle olunca da yazılı edebiyat ürünlerinden önce, sözlü edebiyat ürünlerinin oluştuğu ortadadır. Bütün ulusların edebiyatında olduğu gibi Türklerin edebiyatında da sözlü edebiyatın doğuşu dinsel temellere dayanır. Sözlü edebiyat ürünleri, daha yazının bulunmadığı dönemlerde, dinsel törenlerde üretilmeye başlanmış, kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmıştır.
Edebiyat türleri içinde ilk doğan tür olan şiir, sözlü edebiyatın anlatımında önemli bir rol oynar. İslamiyet öncesi Türk edebiyatında da şiirin önemli bir yeri vardır.
Sözlü Dönemin Özellikleri
1. “Kopuz” adı verilen sazla dile getirilmiştir.
2. Ölçü olarak ulusal ölçümüz olan “hece ölçüsü” kullanılmıştır.
3. Nazım birimi “dörtlük“tür.
4. Dönemine göre arı bir dili vardır.
5. Dizelere genel olarak yarım uyak hakimdir.
6. Daha çok doğa,aşk ve ölüm konuları işlenmiştir.
7. Bu döneme yönelik elimizdeki en eski kaynak Kaşgarlı Mahmut’un “Divan-ı Lügat-it Türk” adlı eseridir.
Dönemin Ürünleri
1. Koşuk: Sığır denilen sürek avlarında söylenen şirlerdir.Konusu daha çok doğa,aşk,şavaş ve yiğitliktir.Bu tür daha sonra halk edebiyatında koşma adıyla anılmıştır.
2. Sav: Dönemin özlü sözleridir.Bugünkü atasözlerinin ilk biçimi niteliğindedir.
3. Sagu: “Yuğ” adı verilen ölüm törenlerinde ölen kişinin erdemlerini ve onun ölümünden duyulan hüznü dile getiren şiirlerdir.
4. Destan: Toplumu derinden etkileyen olaylar sonucunda halk arasında kendiliğinden oluşan uzun nazım türüdür.
Eski Türk Şiiri
İslamiyet öncesi Türk şiiri hece ölçüsüyle yazılmıştır. Yedili, sekizli, onikili ölçülere çok rastlanır. Kafiye önemlidir, dize başlarında da kafiye yapılır. Nazım birimi dörtlüktür. İslamiyet öncesi Türk şiirinin dili Öz Türkçedir. Şiirler, Türklerin o çağdaki dünya görüşlerini, yaşantılarını, duygularını, düşüncelerini doğal bir dille anlatırlar. Şiirlerde doğa, aşk, kahramanlık, cesaret, binicilik, at sevgisi, askerlik, ölüm en çok işlenen konulardır.
Çin kaynaklarında M.Ö. II. yüzyıla ait eski Türk şiir çevirilerine rastlanmaktadır.
İlk Türk Şairleri
İslamiyet öncesindeki Türklerde şairlere baksı, kam, ozan gibi adlar verilirdi. Kaşgarlı Mahmud’un Divânü Lûgati’t Türk adlı eserinde ve Turfan kazılarında ele geçirilen metinlerde adlarına ve şiirlerine rastlanan ilk Türk şairleri Aprın Çor Tigin, Çuçu, Ki-ki, Kül Tarkan, Asıg Tutung, Pratyaya Şiri, Kalun Kayşı, Çisuya Tutung’dur.
Destan (Epope)
(Türk Destanları sayfasına gitmek için “buraya” dokunun!)
Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş olağanüstü olaylarla, doğaüstü kahramanlarla ve kahramanlıklarla yüklü, öyküleyici özellikler taşıyan uzun şiirlerdir. Destanlar, eski çağlarda ezgiye eşlik etmeye en uygun biçimde, çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Epik şiirin en güzel örnekleri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü kahramanların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının inanışları, yaratılış ve varoluş konusundaki düşünceleri; ulusların özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar insanların olayları dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşağa yayılmıştır.
- Destanların Doğuşu
İnsanlar ilk çağlarda toplum ve doğa olaylarını anlamakta güçlük çektiler. Her olay onlara önce Tanrıyı düşündürdü: Gök gürlemesi Tanrının hiddetiydi. Yıldırımlar, kasırgalar, susuzluklar Tanrının insanlara verdiği cezalardı. İnsanlar her doğa olayını korkuyla karışık bir hayranlıkla izledi.
Zengin bir hayal dünyası olan ilk insanlar, önemli gördükleri her olayı, olağanüstü olay ve hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Yeni olaylarla zenginleşen destanlar, halk arasında yayılarak ortak bir eser haline geldi. Destanları anlatan her yeni ağız destanlara yalnız bir olay değil, dil ve söyleyiş güzelliği de kattı. Destanlar, başlangıçta manzum oldukları, ezgiyle söylendikleri için halk dilinde uzun süre yaşayabildi.
Özkırımlı’nın (1995) Tarih İçinde Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi:
“Denilebilir ki, doğayla savaşımın ve toplum biçiminin, yine toplumun ortak düş gücüyle insanın zihninde sanatsal bir biçimde yoğrulması destanları doğurmuş; insanlar toplumun oluşumuna, doğanın gizlerine destan kahramanlarının serüvenleriyle yanıt vermişlerdir.”
Destanlar, birçok doğa olayının çözüme ulaştığı dönemlerde bile yer yer önemini koruyarak köklü bir destan geleneğinin oluşmasını sağlamıştır. Zamanla, destan gelenekleri zenginleşen ulusların, destan şairleri yetişmiştir.
Sözlü dönem destanlarının özellikleri
1. Toplumun ortak görüşleri yansıtılmıştır.
2. Olağanüstü özellikler bulunmaktadır.
3. Önemli kişiler han, kral gibi seçkin kişilerden veya toplumun kabullendiği bir kahramandan ibarettir.
4. Söyleyiş milli dil tarzındadır.
5. Oldukça uzun yazılardır.
6. Milli nazım ölçüsü kullanılmıştır.
7. Konuları bakımından savaş,deprem,yangın,mizah,ünlü kişilerin yaşamları şeklinde gruplandırma yapmak mümkündür.
- Türk Destanları
Bir ulusun destan sahibi olabilmesi için:
• O ulusun halkının hayal gücünün en eski çağlarda bile, efsaneler, destanlaryaratmaya elverişli olması,
• O ulusun tarihinde unutulmaz doğa olayları, büyük savaşlar, güçler, baskınlar, değişik coğrafi çevrelere dağılmalar gibi halkının gönlünde ve kafasında nesiller boyu yaşayacak önemli olayların yaşanmış olması gerekir.
Destanların oluşumu için gerekli olan bu şartlar, Türk tarihinde fazlasıyla görülür. Seyit Kemal Karaalioğlu Türk Edebiyat Tarihi adlı yapıtında: “Türk tarihine, Türk destanları ile girebiliriz, Türk tarihinin kökenine ilk Türk destanları ile inebiliriz” derken, Türk tarihinin destanlarla, destanlaşmış kahramanlarla dolu olduğunu da vurgular. Ne yazık ki, Türk destanlarının asıl metinleri elimizde değildir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanları ile ilgili bilgiler Arap, İran ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir.
Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına Arap, İran ve Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Bir kısmına Batılı kaynaklarda rastlanırken bir kısmı da Türk aydın ve yazarları tarafından çeşitli dönemlerde, çeşitli nedenlerle, çeşitli dil ve yazılarla kaleme alınmıştır.
Destanlarımızın büyük bir kısmı yazıya oldukça geç geçirilmiş, sözlü edebiyattaki şekliyle de tamamen yazıya aktarılamamışlardır. Ancak yüzyıllar içinde yaşayıp yeni olaylarla zenginleşmiş Türkün duygu, düşünce ve anılarıyla değer kazanmışlardır. Araştırmacılar Eski İran ve Yunan destanları ile Türk destanları arasındaki benzerliklere dikkat çekerler. Destan devri yaşayan uluslar arasındaki bu tür alışverişler
doğaldır.
- Destan Kültürünün Önemi
Destanlar; tarih, düşünce ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Tarihi aydınlatır, düşünce ve sanata kaynak oluştururlar. Bilimsel tarih araştırmaları yanında, tarihi olaylar karşısında halkın duygu ve düşüncelerini yansıtırlar. Banarlı’nın (1971) Resimli Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi: “Destanlar halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir.” Destan kahramanlarının doğaüstü özellikler göstermesi, olayların olağanüstülüklerle anlatılması destanların gerçeklerden uzak olduğunu göstermez. Destanlar, anlatımlarındaki olağanüstü özellikler ayıklandığında ulusların tarihini aydınlatan en önemli kaynaklardır.
Yüzyıllar boyunca Türklerin duyuş, düşünüş, inanış ve hayallerini; güzel sanatlarını; aşk, aile, vatan, ulus ve devlet anlayışlarını Türk destanlarında görebiliriz.
Sav
Sav, İslamiyet öncesi Türk edebiyatında atasözünün karşılığıdır. Bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü, en az sözcükle kısaca anlatan kalıplardır. Biçim olarak bir düz yazı tümcesi veya bir şiir dizesi gibi olabilirler. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait savların kimileri küçük ses değişiklikleriyle, Türkçede bugün de yaşamaktadır.
İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait en güzel savları XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divânü Lûgati’t Türk adlı eserde görüyoruz.
Sagu
Sagular da savlar gibi eski Türklerin yaşam biçimlerinden doğan sözlü ürünlerdir. Eski Türklerde sevilen, sayılan bir kişinin ölümünden sonra düzenlenen cenaze törenine “yuğ töreni”, bu törenlerde söylenen şiirlere “sagu” adı verilirdi (IV. Üniteye bakınız). Ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden doğan acıyı dile getiren bu şiirler bir tür ağıttır. Destan özelliği de gösteren sagularda geniş doğa tasvirlerine rastlanır.
Aşağıda Alp Er Tunga’nın ölümü üzerine duyulan acıyı dile getiren “Alp Er Tunga Sagusu”nu okuyacaksınız. Alp Er Tunga Sagusu XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından halk ağzından derlenmiştir.
Koşuk
Eski Türkler totemlerinin etini yemezlerdi. Yılda bir kez, belli dönemlerde, “sığır töreni” adı verilen kutsal av törenlerinde onu kurban ederek yerlerdi. “Şölen” adı verilen bu toplu ziyafetlerde ve yengi ile biten savaşlar sonunda, tüm boyların erkekleri biraraya gelerek eğlenirdi. Bu eğlencelerde söylenen çoklukla aşk, doğa ve yiğitlik konularını işleyen şiirlere “koşuk” adı verilir. Genellikle kendi başına bütünlüğü olan dört dizeli bentlerden oluşan koşuklar manilere ve koşmalara kaynak olmuştur.
İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü ürünleri olan destanların, savların, saguların ve koşukların kimileri zaman içinde yitip gitmiştir. Bu ürünler kuşkusuz eski çağlarda Türkler arasında toplumsal bilinci yaratan ve birliği, beraberliği, barışı sağlayan en önemli etmenlerdi.
Eski Türklerde kam, kaman, baksı, şaman yerini tutan ozanlar; raks ve müzik ustalıkları gibi büyücü ve doktor görevini de üstlenmişlerdir. Törenlerde raks ederken sazlarıyla da destan parçaları, sav, sagu, koşuk okuyarak kötü ruhları da büyüleriyle engellemeye çalışır, hastaları sağaltma görevi de üstlenirlerdi.
Sözlü Edebiyat Dönemi Özet Anlatımı
Bütün uluslarda olduğu gibi Türklerde de yazı kullanılmadan önce “sözlü” bir edebiyat vardı. Sözlü edebiyatta şiir önemli bir yer tutar. Eski çağlarda doğa olaylarının, savaşların, kahramanların anlatıldığı kuşaktan kuşağa geçerek şairlerin dilinde epik şiirin en güzel örneklerini oluşturdu. Çoğunlukla toplumun kurtarıcısı ve öncüsü sayılan kişileri yücelten kutsallaştıran bu öykü şiirlere “destan” adı verilir.
Eski Türklerde bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü kısaca anlatan sözlere “sav” adı verilir. Savlar bugünkü atasözlerinin temelidir. “Yuğ töreni” eski Türklerde sevilen, sayılan kişiler için düzenlenen cenaze törenlerine verilen addır. Bu törenlerde ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler söylenirdi. Bir tür ağıt olan bu şiirlere eski Türkler “sagu”
adını verirlerdi.
Eski Türklerde birlik ve beraberliği sağlamak çok önemlidir. Şölenlerde, toylarda, üstünlükle biten savaş sonlarında halkı heyecana getirmek için okunan şiirlere “koşuk” adı verilir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanlarıyla ilgili bilgiler Arap, Fars ve Çin kaynaklarındanelde edilmektedir. Halk ağzından derlenen birbirinden güzel sav, sagu ve koşuklar ise XI. yüzyılda biyografi-hayati-kim-kimdir/”>Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânü Lûgati’t Türk adlı yapıtta görülmektedir.
genbilimyazar
Hüsn ü Aşk
Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk) adlı mesnevi Şeyh Galip'in (1757-1799) başyapıtıdır. 2041 beyittir. Aruzun "mefulü-mefailün-feülün" kalıbı ile kaleme alınmıştır. Kendisi bu eseri, 1782'de girdiği bir iddia üzerine 6 ayda yazmıştır.
Son dönem divan edebiyatının en önemli örneklerinden biri olmasının yanı sıra, tasavvufi alt yapısı ve sembolizmi ile genel olarak edebiyat ve spiritualizm açısından çok önemli bir eserdir. Eserin kahramanları güzellik (hüsn) ve güzelliğe yönelişin sonucu olan aşk'tır. Eserin her bir satırında tasavvufi simgeler bulunur; kişi isimlerinden, yer isimlerine ve benzetmelere kadar. Sebk-i Hindî (Hint üslûbu) ile kaleme alınmıştır. Şeyh Galib eserin, Der beyân-ı sebeb-i te'lîf kısmında, bir oturumda Nâbî'nin Hayr-âbâd isimli eserinin fazla övülmesinden rahatsız olarak eseri yazmaya karar verdiğini belirtir. Şeyh Galib, Nâbî'nin eserinin özgün olmadığını öne sürmüş ve özgün bir eser kaleme almak istemiştir. Bu doğru bir tespittir; zira Baltacı Mehmed Paşa adına 1705'te kaleme alınan Hayr-âbâd, Attâr'ın İlâhî-Nâme isimli eserindeki bir hikâyeden temel almaktadır. Çoğu motifi ve kurgusal detayı söz konusu hikâye ile aynıdır. Aslında dönemin ünlü edebi eserleri düşünüldüğünde, bu pek normaldir. Şeyh Galib bu eseri özgün olmadığı için kınamış ve kendisi hem edebi anlamda gelişmiş hem de özgün olan bir eser kaleme almak istemiştir. Ayrıca eserdeki tasavvuf ağırlığı ve Şeyh Galib'in tasavvufi yönü göz önüne alınırsa, eserin yazılış amaçlarından biri de önemli bir tasavvufi eser yazmak istemesidir. Hüsn ü Aşk, kurgusal anlamda Hüsn (Güzellik) isminde bir kız ile Aşk isminde bir erkeğin aşkını anlatan, tasavvufi bir tema ve temele sahip bir mesnevidir. Mesnevide anlatılan hikâye şöyledir: Sevgioğulları (Beni-mahabbet) isimli bir Arap kabilesi vardır. Bir gece bu kabilede bir kız bir de erkek çocuk doğar, erkeğe Aşk kıza Hüsn ismini verirler, bu ikisini birbirlerine nişanlarlar. Öğrenim zamanları gelince ikisi de Edep okuluna giderler, bu okulda Munlâ-yı Cünun isimli büyük bir hoca vardır. Bu sıralarda Hüsn Aşk'a aşık olur. İkisi zaman zaman Mânâ gezinti yeri`ne gitmekte gezinmekte, sohbet etmektedirler. Bu gezinti yerinde Suhan isimli bir mihmandâr (misafir ağırlayan kişi) vardır ki bu kişi her şeyi bilen çok büyük bir insandır. Fakat, Hayret isimli kudretli bir kişi Hüsn ile Aşk'ın görüşmesine mani olur. Bir süre Suhan yoluyla mektuplaşırlar. Aşk'ın Gayret adında bir lalası vardır ve sonunda ikisi Aşk'ın gidip Hüsn'ü kabile büyüklerinden istemesi konusunda anlaşırlar. Kabile büyükleri ise Aşk'ın bu arzusuyla alay eder ve eğer Hüsn'e kavuşmak istiyorsa Kalb ülkesine gidip Kimyâ`yı alıp gelmesi gerektiğini söylerler. Yolun ne denli zorlu ve korkunç olduğunu da anlatırlar, Aşk yolda dev, cin ve cadılarla karşılaşacak, ateşten bir denizden geçmek zorunda kalacaktır. Aşk ile Gayret Kalb ülkesine yola koyulurlar ve başlarından birçok badire geçer. Her badirede onları Suhan kurtarır. Mutlu sonla biten hikâyede; işin sonunda Aşk'ın Hüsn'ü kendinden ayrı sanmasının onu yanlış yollara düşüren şey olduğunu, aslında Aşk'ın Hüsn, Hüsn'ün de Aşk olduğunu, birlikte ikiliğin var olmayacağını aslın birlik (teklik) olduğu mesajı ile karşılaşılır. Kahraman ve yerlerin isimlerinden hikâyenin sonucuna kadar neredeyse her unsur tasavvufi bir anlam taşımaktadır. (Örneğin; Hüsn ile Aşk seven ve sevileni yani hüsn-ü mutlak(Allah) ile dervişi, edep; dergahı, Munlâ-yı Cünun; mürşidi, Kalp şehri; Allah?ın tahtı olan gönlü ve oraya yapılan seferin, çile dolu sevgi mücadelesinin simgeleridir.) Bu nedenle Hüsn ü Aşk tasavvuf edebiyatı açısından çok önemli bir eserdir
genbilim yazar
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder