dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

TANRI..!! ve Her Şeyi Kapsayan Tek Bir Enerjiden Oluşan Evren...!!

Din, asırlardır varlığı ve gerekliliği tartışılagelmiş bir olgu. Günümüzde bu konudaki kutuplaşmaların birçoğu bilim ve tanrı arasında gidip geliyor.
Bilimsel bakış açısına sahip olanlar çoğu zaman dinin gerekliliğini sorgularken, herhangi bir dine mensup kişiler de, bu derece kompleks sistemlere sahip evrenin bir yaratıcı olmadan, yoktan varoluvermesi fikrini anlamsız bulurlar.
Din, her toplumda çeşitli şekillere bürünerek karşımıza çıkar. Bazen tek tanrılıdır, bazen çok. Bazen tanrı olarak adlandırılan yüce güç, günlük yaşantımızda dokunduğumuz bir varlık bile olabilir. Çoğu zaman ise doğanın gözle görülen güçlerinden anlam bulmuştur (Bkz: Güneş).
Aslında din, en temelinde “inanç” denen olguyu barındırır. Bir “kabullenme” olarak çıkar çoğu zaman karşımıza. Üstün bir gücün varolduğuna inanmakla başlar. Yaşanan ve yaşanacak her türlü deneyimin bir güç tarafından kontrol edildiği düşüncesi ile gelişir.
Kısacası; İnsanoğlunun pişmanlık duygusu ve umutları olmasaydı, bugün “din” dediğimiz olgunun varlığından söz edemiyor olurduk.
 ZAMAN OLGUSUNUN ZAHİRİLİĞİ
Ayrıca, zaman denen kavramın da kendiliğinden ortaya çıkma nedeni budur. Beynimizin kayıt tutması; geçmişi, beklentilerimiz de; geleceği oluşturdu. Yani bir anlamda zaman, yalnızca beynimizde varolan, “hafıza” ve “beklenti” olgularından doğmuş sanal bir anlamlandırma ihtiyacıdır.
Bilimsel manada ise zaman, enerjinin yer değiştirme hızı ile anlamlanır. Enerji değişiminin olmadığı bir ortamda zaman ölçülebilir ya da farkedilebilir bir olgu değildir.
Birçok doğu felsefesine göre zaman diye bir kavramın varlığından söz etmek abesle iştigaldir. Her daim “şimdi” vardır. Geçmiş ve gelecek bizim oluşturduğumuz kavramlardır. Dolayısıyla zaman da bu kavramların doğurmuş olduğu bir yanılsamadır.
Şimdi biraz toparlayalım; Geçmişimiz, geleceğimiz, keşkelerimiz, isteklerimiz, pişmanlıklarımız ve buna bağlı hayatlarımızın en temelinde, sanal bir anlamlandırma çabası olan zaman bulunur.
Bazılarımız zamana inançla yaklaşarak “din” denen kavramı bulmuşlar ve anlamlandırma işini bir adım ileri götürmüşlerdir. Zamanın bizim dışımızda üstülcü bir güç tarafından yönetiliyor olduğu hissi ve bu yöneticiden bazen af dileme, bazen de umutlarımızı karşılayacak isteklerde bulunma işi; Din.
 DİN ve İNANÇ ÇÖZÜMLEMESİ
Af diliyoruz çünkü ruhumuz rahat değil. Rahat hissedebilmek için geliştirdiğimiz yöntem ise, bunu üstül bir gücün silebileceğine olan inancımız. İş yerindeki yöneticimizin, yaptığımız bir hatadan ötürü bizi bir maaş kesintisi ile cezalandırmaması için çabalamak gibi.
Umutluyuz çünkü isteklerimiz var. Her zaman, her istediğimizin olmaması deneyiminden yola çıkarak, isteklerimizin bizim dışımızdaki parametrelerle şekillendiğinin farkına varıyoruz. O halde, kendi başımıza kontrol edemediğimiz bu parametreleri kontrol ettiğini düşündüğümüz üstül bir güçten yardım istiyoruz.
 BİLİMSEL YAŞLAŞIMLAR ve “TEK”LİK OLGUSU
Şimdi de bilimsel açıdan yaklaşalım bu konuya.
Modern bilim çevrelerinin, adına tanrı demiyor da olsa, kabul ettiği bir “tek“lik olgusu vardır. Evrenin her şeyi kapsayan tek bir enerjiden oluşması, giderek daha fazla bilim insanı tarafından kabul gören bir durum olarak vurgulanır.
Yıldız sistemlerinden tutun da, bir zamanlar maddenin yapıtaşı olarak anılan atomun benzerlikleri her zaman göz kamaştırmıştır. En büyük sistemlerden, en küçüklerine kadar inildiğinde oldukça benzer bir işleyiş şeklini görmek bilim insanlarını her daim daha çok araştırmaya sevketmiştir.
Ve her seferinde büyük sistemlerdeki benzerileri en küçüklerinde bulmuşlardır. Hemen matematikteki fraktallar akla geliyor değil mi? Durun ondan da bahsedeceğim : )
 AYNA NÖRONLAR
Örneğin; fizyolojideki karşılığını ayna nöronlarda bulur. Ayna nöronlar kısaca, empati kurabilen nöronlardır.
Elimizle bardağı alırken aktif hale gelen bu nöronlar, başkasının bardağı alışını izliyorken de aynı şekilde aktif hale gelir.
Tek fark, başkasının bardağı kaldırışını izlerken, kendi elimizdeki reseptörler beynimize “Bardağı kaldıran ben değilim” anlamına gelen sinyaller göndermesidir. Bu nedenle, kaldırışı gerçek anlamda hissetmeyiz (ve de uygulamayız) ama ayna nöronlarımız aktiftir.
Fakat, diyelim ki sağ kolumuz koptu. Ve başka birinin sağ eline iğne batırılışını izliyoruz. O vakit, olmayan kolumuzdaki elin acıdığını hissediyor olduğumuz çeşitli deneylerle kanıtlanan bir olgu (Bkz: Fantom Ağrı).
Dünyanın önde gelen nörolojistlerinden biri olan Vilayanur Ramachandran, yukarıdaki örnekten yola çıkarak, ayna nöronların, evrensel, ortak bilincin kanıtı olduğunu söyler.

Ayni şekilde, fizyoloji üzerinden verilebilecek en genel örneği; insan vucududur; Çeşitli canlılık özellikleri gösteren ve farklı özelleşmiş yapılarda olabilen milyonlarca hücrenin, sistemler kümesi oluşturarak, tek bir canlıyı oluşturuyor olması durumu.
 FİZİK: M TEORİSİ
Yine bilimden devam edelim; Bu görüşün kuantum fiziğindeki karşılığı M Teorisidir.
Tüm canlı türlerinin ve diğer varlıkların birleşimi olan, her şeyin birbiri ile bağıntılı olduğu, membrane adı verilen sonsuz bir yapıdan bahseder.
Hani şu, birbirinden kilometrelerce uzaktaki iki atom altı parçacığının, birine uygulanan kuvvetin diğerini de etkiyor olması ilginçliğini anlamlandıran teori.
MATEMATİK: FRAKTALLAR
Matematikteki karşılığı ise fraktallardır. Sonsuz bir devinim ve “bir”liği temsil eder. Matematik eşitliğin en küçük parçası ile yapının tamamının (boyut dışında) birbirinin aynısı ve parçası olduğunu iletir.
Yine matematikte, “sonsuz” bir sayıdır. Değer biçilemeyecek kadar büyük sayıları ifade etmek için kullanılan tek bir sayı. Hatta sonsuz birçok matematik teorisinin temellerinde işlem gören bir sayı
FELSEFE: HEGEL, PLATON ve DİĞERLERİ
Hegel de saf düşünceden, fikirden, bilinçten oluştuğunu vurguladığı ve “mutlak tin” adını verdiği gerçekliğin tanımı da bu argümana yakınsar (bkz: Weltgeist).
Ayrıca, Platon başta olmak üzere, antik filozofların da desteklediği, okült bir terim olan “Anima Mundi“nin de karşılığı budur.
 HİNDUİZM ve TASAVVUF İNANCI
Hinduizm’in temelinde de vardır. 330bin tanrıdan oluşan bu dinde, evrenin özü ve her şeyi olarak adladırılan Brahman bu yaklaşıma paraleldir.
Aynı şekilde, tasavvuf inancında da, insanların ve her varlığın Allah’ın bir parçası olduğunun altı çizilir. “Yaradılanı severim yaradandan ötürü” sözünün vardığı noktanın da bu yaklaşım olduğu düşünülebilir.
Velhasıl, bu “bir”lik nedeni ile evrendeki her varlığın, bu üst ruhun kendisi olduğunu iddiasını kapsar. Pek tabii örnekler çoğaltılabilir.
Gördüğünüz gibi, felsefi, dini ve bilimsel açıdan çeşitli yaklaşımlarla öne sürülmüş bir olgudur bu teklik.
 İNSANOĞLU ve ANLAMLANDIRMA İHTİYACI
Peki, tüm bunları neden anlatıyorum? “Din yoktur“, “Bilim zahiridir” demek için mi? Hayır. Tam aksine. Din, bilim ya da en temel anlamıyla inanç vardır ve insanların her yeni gün yataktan kalkmaları için tek güçlü nedendir.
Anlamlandırma çabalarımız yalnızca din ile sınırlı değildir. Bilimsel açıdan da inançlara, öngörülere, isteklere ve umutlara sahibiz. Hatta Cern’deki deneyi birçoğunuz duymuştur. Tanrı parçacığı olarak anılan bir atom altı parçacığın varlığını kanıtlama umuduyla kurulmuş devasa bir deney sahası.
Kısacası, din ve bilim çevresinde yaşanan kutuplaşmalar, “tek” bir olguya/inanca farklı açılardan bakmaktan öte değildir. Ne her ikisi de gerçektir, ne de herhangi biri doğru.
(Bkz: Bilginin Kaosu, Tarih ve Kayıp Kıta Mu)
Velhasıl, en temel olarak bahsedilmesi gereken şudur ki; Varlığını bildiğimiz tüm olgular beynimizde oluşan nöron aktiviteleri ile oluşmuşlardır. Gerçeklik, bilim, doğru, zaman, umut, geçmiş, gelecek, din, tanrı, her biri yalnızca nöronlarımızındaki küçük enerji değişikliklerinden ibarettir.
Aynen dokunduğumuz masa, kullandığımız araba ve gördüğümüz her şey yalnızca bize nöronların gönderdiği sinyallerden ibaret duyumsamalardır.
Yukarıda, hem felsefi, hem bilimsel, hem de dini açıdan örneklerini vermiş olduğum “tek”lik olgusunu da aklımızda tutarak, birçoklarının kafasında parlamış şu soruyu düşünelim şimdi; “Madem gerçek dediğimiz şey yalnızca duyu organlarımızın bizim beynimize gönderdiği sinyallerden ibaret. Nasıl oluyorda hepimiz aynı şeyleri duyumsayabiliyoruz?”
ÇATIŞMALARIMIZ ve BÜYÜK RESİM
Sonuç; En büyük çatışmalarımızın, savaşların, ölümlerin başında gelen din, bilim ve isteklerimizin katışması sonucu yalnızca anlamlandırma ihtiyacımıza dayanır.
Anlamlandırma işini farklı açılardan yapıyor oluşumuz bugünkü mutsuzluklarımıza neden oluyor ise, daha büyük resme baktığımızda ortaya çıkan aynılığımızın, tekliğimizin, yaşadıklarımızı, arzularımızı, farklılıklarımızı ne derece anlamsızlaştırdığına görerek yaşayabiliyor olmak, huzuru yakalama yolunda atacağımız en büyük adım olacaktır sanırım.


alıntıdır..

Hiç yorum yok: