dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi
şiir tahlili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
şiir tahlili etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İSTİKLAL MARŞI’NIN TAHLİLİ




İSTİKLAL MARŞI’NIN TAHLİLİ
19. asrın ikinci yarısında Avrupa’daki birçok ülkenin bayrak törenlerinde, bayrak göndere çekilirken bando eşliğinde bir millî marş okunuyordu. Oysa Osmanlılarda böyle bir gelenek yoktu. Yönetim sistemini, müesseselerini, insan hak ve hürriyetlerini 20. asır Avrupa devletleri gibi oluşturmaya çalışan TBMM bu eksiği kapamak amacıyla millî marş yarışması düzenledi ve Mehmet Akif’in İstiklâl Marşı başlıklı şiirini 12 Mart 1921’de birinci seçerek bestelenmesini ve ilk iki kıtasının bayrak törenlerinde okunması sağlandı.
Şüphesiz ki bu şiir hem sanat değeri yüksek bir edebî eserdir hem de yedi yüz yıllık anlı şanlı bir maziye sahip devletinin çöküşüne hayal kırıklığı ve gurur ezikliğiyle tanıklık eden o devir insanımızın çektiği ıstırapları yansıtır. Aynı zamanda bu şiirde o devirlerde yaşayan Türk milletinin ruhu; vatan, millet, bayrak ve hürriyet sevgisi lirik ve epik bir üslupla ifade edilir.
Kurtuluş Savaşı yıllarındaki memleketimizin durumunu; on yıllar boyu süren savaşlar nedeniyle ümitsiz – hayalsiz kalmış milletimizin yılgın ve bıkkın ruh hâlini ve ayrıca Akif’in bu şiiriyle ne yapmak istediğini layıkıyla anlayamayanlar, bir sanat abidesi kabul ettiğim İstiklâl Marşı’nı “Millî marş ‘korkma’ gibi bir kelimeyle başlamaz.” diyerek eleştirme cüretini göstermişlerdir.
Şunu unutmamalıyız ki bu şiirin yazıldığı günlerde memleket işgal altındaydı, halkımız İstanbul ve Ankara hükümetleri arasında tercih yapma ikilemi nedeniyle kararsız ve moralsizdi. Ordumuz ise istilâcı güçlere karşı henüz büyük ve önemli bir zafer kazanmamıştı. 26 Ağustos 1922 Büyük Taarruz’un milletimize kazandırdığı o muhteşem moral ve heyecana bir yıldan fazla zaman vardı.
İşte bu kargaşa ve belirsizlik ortamında Akif, İstiklâl Marşı’yla millî duyguları pekiştirmeyi, halkımızın milliyetçilik duygularını uyandırmayı ve en önemlisi de Türk insanına özgüven kazandırarak onların moralini yüksek tutmayı amaçlamıştır. Akif’in, şiire ‘korkma’ ünlemesiyle başlamasının sebebi budur.
Cumhuriyet dönemine damgasını vuran ve halkımız tarafından çok sevilen bu şiirin edebî başarısı hiç şüphesiz ki Akif’in sanat dehasından ve o zalim zamanları bilfiil yaşamasından kaynaklanmaktadır. 1873’te doğan Akif, Balkan Harbi faciasına, Çanakkale’de yüz binlerce gencimiz şehadetine, başta İstanbul olmak üzere birçok şehrimizin işgal edilmesi felâketine tanık olmuştur. Gafilliği ve ihaneti, katliamı ve vahşeti görmüş, fakirliği ve sefaleti, zulümleri ve ölümleri çok sevdiği milletiyle birlikte yaşamıştır. Zalim zamanların mazlum bedenlere açtığı onulmaz yaraların acısını ve asil ruhlardaki derin tahribatın ıstırabını halkıyla birlikte hissetmiştir.
Bu durumda biçim yönünden kusursuz ve içerik yönünden dopdolu böylesine mükemmel bir şiiri Akif’ten başka kim yazabilirdi?
Bu girişten sonra âdet olduğu üzere İstiklâl Marşı’nın ilk kıtasını yazalım ve şiir hakkındaki görüşlerimizi, tespitlerimizi ve yorumlarımızı beyan edelim.

İSTİKLAL MARŞI
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak.
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Bir şiir tahlil edilirken dıştan içe gidilmelidir. Yani önce o şiirin biçim özellikleri üzerinde durulmalı, daha sonra içeriğe geçilmelidir. Biz de bu ilkeye uyarak şiirin şekil özellikleri hakkındaki tespitlerimizi kısa iki paragrafla vurguluyoruz.
İstiklâl Marşı, Divan şiirindeki “murabba” nazım şeklinden esinlenerek oluşturulan 10 kıtalık bir şiirdir. Dokuz kıtası, yukarıya aldığımız ilk kıta gibi dörtlükler hâlindedir ve dizeler “a,a,a,a” şeklindeki düz diziliş dediğimiz tarzda kafiyelenmiştir. Son kıta “a,a,a,b,a” kafiye dizilişiyle yazılan beşliktir. Son kıtanın beş dizelik oluşu elbette ki tesadüf değildir. Akif bu seçimi 41 dizeye ulaşmak, dolayısıyla ‘kırk bir kere maşallah’ deyişini anımsatmak amacıyla yapmıştır.
Şekil yönünden Divan edebiyatı geleneklerine bağlı olan Akif, eski şiirin prensiplerine uygun olarak şiirin tamamında yarım kafiye hiç kullanmamış, ağırlıklı olarak tam, bazen de zengin kafiyeye yer vermiştir. Yine Divan şiirinde kullanılan aruz ölçüsünü tercih etmiş ve bu şiiri aruzun failatün (feilatün) feilatün, feilatün, fa’lün (feilün) kalıbıyla kaleme almıştır.
Şimdi şiirin içerik özelliklerine geçelim.
ilk dörtlükte üzerinde durulup yorumlanması gereken beş sözcük vardır: Korkmak, şafak, sönmek, sancak ve yıldız.
Önceden belirttiğimiz gibi şair, eserine milletinin endişe etmemesi gerektiğini vurgulayan “korkma” sözüyle başlıyor. Böylece Akif milletine ümit, özgüven, inanç telkin ediyor.
Şiirin temel malzemesi kelimeler olduğu için şiir anlam ve ses sanatıdır. Anlam sanatıdır çünkü kelimeler somut veya soyut varlıkların dildeki karşılıklarıdır. Şair duygu ve düşüncelerini ifade ederken öyle kelimeler seçmeli ve onları öylesine yerli yerinde kullanmalıdır ki okuyucunun zihninde birden fazla çağrışım, hayal, telkin ve ima yaratabilmeli, ayrıca gözler önüne değişik ve özgün tablolar serebilmelidir. Bu fikrimizin doğruluğunu İstiklâl Marşı’nda iki defa kullanılan bir kelimeyle kanıtlamaya çalışalım.
“Şafak” kelimesi Arapça asıllıdır ve bu dildeki anlamı güneş kavuştuktan sonra batı ufkunda oluşan kızıllıktır. Oysa biz bu kelimeyi tam karşıt anlamda ‘güneş doğmadan önce doğu ufkunda beliren aydınlık’ anlamında kullanıyoruz. Akif bu sözcüğü ilk dörtlükte Arapçadaki, son dörtlükte ise Türkçedeki anlamıyla kullanarak iki farklı manzara çiziyor.
İlk dörtlükte “şafaklarda yüzen bayrak” sözleriyle resmedilen tablo şudur: Güneş yeni kavuşmuştur, batı ufkunda oluşan kızıllık içinde dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız rengi ve biçimiyle tam olarak seçilmektedir. Fakat herkesçe malumdur ki zaman geçtikçe şafak kızıllığı kaybolup yerini gecenin koyu siyahı alacak ve bayrağımız görünmez olacaktır. Akif bu doğal tabiat olayı ile o devirde yaşayan insanımızın istikballe ilgili endişeleri arasında paralellik kurmaktadır. Öyle ya, Osmanlının üç kıtaya hükmettiği o şaşalı günler geride kalmış, koca imparatorluk çökmüş, payitaht işgal edilmiştir. Böyle bir ortamda devletin yok oluşu kaçınılmaz bir sondur. Zaman geçtikçe şafakta görüntüsü kaybolan bayrak gibi devletimiz de bağımsızlığını kaybedecektir.
Son dörtlükte geçen “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl” dizesindeki tablo ise çok farklıdır. Güneş henüz doğmamıştır ama gecenin koyu siyahı şafakla birlikte sona ermiş ve sarı, pembe, turuncu, kırmızı gibi şafak renkleri doğu ufkunu dalga dalga aydınlatmaya başlamıştır. Bu renkli aydınlık içinde şanlı bayrağımız da doğal olarak rengi ve biçimiyle seçilmeye başlamıştır. İşte o anda dalga dalga oluşu ve renginden dolayı şafaklara benzeyen bayrağı gören herkesçe malumdur ki karanlık az sonra tamamen sona erecektir. Böylece aydınlık zamanlar başlayacak, Türk milleti bağımsızlığının ve hürriyetinin sembolü olan bayrağının gölgesinde hür ve mesut yaşayacaktır.
Daha önce şiirin aynı zamanda ses sanatı olduğunu söylemiştik. Evet, şiir ses sanatıdır çünkü kelimeler seslerden oluşan ses gruplarıdır. Şair kelimeleri seçerken bu özelliğe de dikkat etmeli; sesleri, anlamı pekiştiren öğeler olarak kullanmalıdır. “Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl” dizesinde “l” sesiyle aliterasyon yapılırken sözcüklerde kalın ve ince ünlü öbekleri ahenk yaratacak şekilde ve bayrağın dalgalanmasını hissettirecek biçimde “aaa e e aaa ii e aı ia” sıralamasıyla kullanılmıştır. Ayrıca bu dizede rahatlama, sevinç, mutluluk ve kendine güven sezilmektedir.
Şimdi “sönmek” sözcüğüne geçebiliriz.
Dostlarımıza: “Kırmızı, sana neyi çağrıştırıyor?” diye sorsak “elma, nar, yanak, bayrak, otomobil, karanfil, kazak…” gibi çok farklı cevaplar alırız. Fakat “bayrak ve kırmızı” sözcüklerini birlikte kullandığımızda Türk insanının zihnindeki tek çağrışım “kan, şehit kanı” olur.
Yetenekli ve büyük şairler boyun serviye, kaşın hilale, dişin inciye benzetilmesi gibi basmakalıp ve demode teşbihlerden kaçınırlar. Akif de herkesçe bilinen ve sıkça kullanılan “bayrak-kan” çağrışımını kullanmıyor aksine çok farklı ve özgün bir benzetmeden yararlanıyor. Diyeceksiniz ki nedir bu benzetme? Elbette ki bayrağın aleve benzetilmesi… Burada şöyle bir soru akla gelebilir: İlk dörtlükte “alev” sözcüğü geçmiyor; bunu da nereden çıkardın?
Tabii ki “sönmek ve ocak” sözcüklerinden
devamını okuyunuz... >>

SİS-ŞİİR TAHLİLİ

Satrmış yine âfâkını bir dûd-ı muannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid,
Tazyikının altında silinmiş gibi eşbâh;
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar.
Lâkin sana lâyık bu derin sütre-i muzlim,
Lâyık bu tesettü sana, ey sahn-ı mezâlim;
Ey sahn-ı mezâlim... Evet, ey sahn-ı garrâ,
Ey sahne-i zî-şa'şaa-i hâile-pirâ!
Ey şâ'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı;
Şarkın ezeli hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı muhabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sine-i meshûf-i sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi deragüşu içinde
Ölmüş  gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-i müsahhir
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir;
Hüsnünde henüz tâzeliğin sihri hüveydâ;
Hâlâ titirer üstüne enzâr-ı temâşâ.
Hâricden, uzakdan açılan gözlere süzgün,
Çeşmân-ı kebudunla ne mûnis görünüsün.
Mûnis, fakat eıı kirli kadınlar gibi mûnîs;
Üstünde coşan giryelerin hepsine bi-his.
Te'sis olunurken daha, bir dest-i hıyânet
Bünyânına katmış gibi zehr-âbe-i lânet.
Hep levs-i riyâ dalgalanır zerrelerinde,
Bir zerre-i safvet bulamazsın içerinde.
Hep levs-i riyâ, levs-i hased, levs-i teneffü
Yalnız bu... ve yalnız bunun ümmîd-i tereffü'.
Milyonla barındırdığın ecdâd arasından,
Kaç nasiye vardır çıkacak pâk ü dırahşan;
Örtün, evet, ey hâile.. örtün evet ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Katil kuleler, kal'alı zindanlı saraylar;
Ey dahme-i mersûs-ı havâtır, ulu mâbed;
Ey gırra sütunlar ki birer dîv-i mukayyed.
Mâzîleri âtilere nakl etmeğe me'mur,
Ey dişleri düşmüş, sırıtan kafile-i sûr;
Ey kubbeler, ey şanlı mebânî-i münâcât;
Ey doğruluğun mahmîl-i ezkârı minârât;
Ey sakfı çökük medreseler, mahkemecikler;
Ey servilerin zıll-ı siyâhında birer yer
Te'min edebilmiş nice bin sâil-i sâbir,
Geçmişlere rahmet,. diyen elvâh-ı mekabir;
Ey tübeler, ey her biri pü-velvele bir yâd,
İkaz ederek sâmit ü sâkin yatan ecdâd;
Ey mâ'reke-i tıyn u gubâr eski sokaklar,
Ey her açılan rahnesi bir vak'a sayıklar;
Virâneler, ey mekmen-i pü hâb-ı eşirrâ;
Ey kapkara damlarla. birer mâtem-i ber-pâ
Temsil eden âsüde ve fersûde mesâkin,
Ey her biri bir leyleğe, bir çaylağa mavtın
Gam-dide ocaklar ki merâretle somurtmuş,
Yıllarca zamandan beri tütmek ne... unutmuş,
Ey mîdelerin zehr-i tekazâsı önünde
Her zilleti bel'eyleyen efvâh-ı kadide,
Ey fazl-ı tabiatle en âmâde ve mün'im
Bir fıtrata makrün iken aç, âtıl u âkım,
Her nîmeti, her fazlı, her esbâb-ı rehâyı
Gökten dilenen züll-i tevekkül ki... müâyi!
Ey savt-ı kilâb, ey şeref-i nutk ile mümtaz,
İnsanda şu nankörlüğü tel'in eden âvâz,
Ey girye-i bi-fâide, ey hande-i zehrin,
Ey nâtıka-i acz ü elem; nazra-i nefrîn:
Ey cevf-i esâtîre düşen hâtıra; nâmus,
Ey kıble-i ikbâle çıkan yol: reh-i pâbûs,
Ey havf-ı müsellâh, ki hasârâtına râci'
Öksüz, dul ağızlardaki her şekve-i tâli';
Ey şahsa -masüniyet ü hürîyete makrun
­Bir hakk-ı teneffüs veren efsâne-i kanun,
Ey vâ'd-ı muhâl, ey ebedi kizb-i muhakkak ,
Ey mahkemelerden mütemâd süülen hak;
Ey savlet-i evhâm ile bîtâb-ı tahassüs
Vicdanlara temdid edilen gûş-ı tecessüs,
Ey bim-i tecessüsle kilitlenrniş ağızlar,
Ey şöhret-i milliye ki, mebguz u nıııhahkar;
Ey seyf ü kalam, ey iki mahıkum-ı siyâsi,
Ey behre-i fazl u edeb, ey çehre-i mensî;
Ey bâr-ı hazerle iki kat gezmeğe me’luf;
Eşrâf u tevabi' koca bir unsur-ı mâ’ruf;
Ey re's-i füübüde ki ak hak, fakat iğrenç;
Ey tâze kadın, ey onu tdkîbe koşan genç;
Ey mâder-i hicrân-zede, ey hemser-i muğber,
Ey kimsesiz, âvâre çocuklar... hele sizler!..
Hele sizler!
Örtün, evet ey hâile... örtün, evet ey şehr
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!..


Tahlili :


 Realiteden nefret eden Servet-i Fünün'cular, ruhlarını tabiat,aşk ve hayal ile avutmaya alışırlar. Fikret ''SİS'' adlı şiirini derin bir ümitsizlik ve yalnızlık ruh hali içerisinde kaleme almıştır. ''SİS'' şiirinde Fikret'in kötümserliği,İstanbul'un maddi,manevi bütün varlığına karşı duyulmuş kuvvetli bir nefret halinde kendini gösteriyor.Tük edebiyatında İstanbul ilk defa SİS ile menfur ve mel'un bir şehir olarak ele alınmıştır.Eski Tük edebiyatında Nedim ve Nabi İstanbul'u yüksek bir medeniyet ülkesi olarak tasvif etmişlerdi.  Fikret'in bu ''mel'un şehir'' görüşünü,batılı yazarlardan almış olması çok muhtemeldir.Galatasaray ve Kolej muhitinde yabancılarla yakın temasta bulunan Fikret'in onların umumiyetle Şarka,Osmanlı İmparatorluğuna ve İstanbul'a bakış tarzını benimsemiş olması da mümkündü.                                           
Fikret'in İstanbul'a bakış tarzı,kendisinden sonra,Meşrutiyet ve ilk Cumhuriyet devirlerinde Tük edebiyatına çok tesir etmiştir.                                  
''SİS'' şiirinin kuvvetli,sadece Fikret'in nefret duygusunun şiddetinden değil,aynı zamanda sanatının hususiyetinden ileri gelir.Fikret'in şiiri de resmin tesiri altındadır.Servet-i Fünün'cular gibi o da bir manzarayı,bütün teferruatına kadar tasvir etmekten ve ona bir ruh hali vermekten hoşlanıyor.      
''SİS'',Servet-i Fünün edebiyatının başlıca ifade mekanizmasını teşkil eden şu esasa dayanıyor: dış dünya ile ruh hallerini birleştirmek;başka bir deyişle maddiyi manevi maneviyi d maddi kılmak.Fikret ''SİS'' te İstanbul'un maddi unsurlarını şehrin ruhunun dış görünüşü olarak tefsir ediyor.Başta sis ve arkasından hayal meyal seçilen şehir tasvir olunmuştur.Daha sonra şehrin şairde bıraktığı umumi intiba,maddi güzellik ile ''ahlak çöküşünü'' birleştiren ''güzel fahişe'' imajıyla anlatılıyor.Bunu şehrin mimarisinin tasvir ve tesfiri takip ediyor.Nihayet, onun bozulmuş ruhundan ve insanlarından bahsolunuyor.Bu geniş, kasvetli,karanlık,köhne,kokuşmuş manzaranın üzerinde sis tekrar edilen ''örtün...'' beyti ile nefret ve lanet dolu bulutlar gibi dolaşır.Gözlerimiz bu korkunç tabloyu izlerken kulaklarımız şairin nefret ve merhamet dolu ''ey'' nidalarıyla doluyor.Fantastik bir maceraya ağır ve boğucu bir musiki refakat ediyor.   ''SİS'' şiiri,bir tek hakim duygunun tesiri altında kaynaşan ve aynı duyguya iştirak eden bir süü teferruattan müekkeptir.Şairin teferruatı şiirde nasıl işlediğini inceleyelim;
1 Şiirin başında sisin anlatıldığını söylemiştik.Fikret burada sisin maddi görünüşü ile manevi tesirlerini tasvir ediyor.
2 İkinci kısımda konu şehrin bıraktığı genel intibadır.Şehir onüç mısra devam eden ''güzel fahişe'' imajı ile tasvir ediliyor.Servet-i fünün'cularda güzellik ve ahlak kavramlarından güzellik ön plana çıkarken,Fikret'te ahlak kavramı önplanda yer almaktadır.Üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biri de Fikret'in İstanbul’un kendisinden değil,içerisindeki ahlaki çöküşten nefret ettiği gerçeğidir.
3 Üçüncü kısımda, her mısrada şehrin mimarisini oluşturan unsurlardan biri ele alınıyor.Fikret'in bu noktada tasvir tarzı korkunçtur.ona göre kuleler kanlı, surlar dişleri düşmüş sırıtan kafile gibidir
İstanbul'u bu yönleriyle ele alan Fikret'i tarihe ve dine büyük bir sevgi beslememesine bağlayabiliriz.
4 Bu şehri sukut ettiren amiller nelerdir?''SİS''in son kısmında şair bu soruya cevap vermiştir.Bu şehri dolduran insanların ruh çüümüş,ahlakı bozulmuştur.Bu şehirde açlık korkusu ile her alçaklığı yutan insanlar yaşar.Onları bu yaşayışa iten ''tevekkül'' anlayışlarıdır.Allah'a inanan ve güvenen insan fikrine karşı,kendine ve tabiata inanan ve güvenen insan fikrini ortaya koydu.Ona göre istikbali yaratacak olan Haluk böyle bir tip olacaktı.                           
Fikret'e göre Abdülhamit korktuğu için milleti sindirmiş,anayasayı ortadan kaldırmış,ordu ve memur sınıfı siyasi mahkum derecesine düşmüştü.Memleket meselelerine kayıtsız olan gençlik ise kadın peşinde koşmaktadır.Baştan sona kadar nefret hissi içinde olan ''SİS'' hicranlı annelere,kimsesiz ve avare çocuklara karşı olan merhamet hissi ile sona erer.     ''SİS'' şiirinde Fikret, Meşrutiyet'ten önceki sanatının doruk noktasına erişir.''SİS'' in üslubu Servet-i Fünun'cuların ''pitoresk ve müzikal üslup'' ideallerine tamamıyla uygundur.Onların yabancı kelime ve terkiplere düşkünlükleri bundandır.Varlıkları ayrı ayrı tas ve tasvir endişesi,,onları sıfat ve isim tamlamalarına götüüyor.Farsça terkip mekanizması,küçük imajlara bir bütünlük veriyordu.Dil musikisi de onlara yabancı kelimeleri sevdirmiştir.''SİS''in mısraları ayrı ayrı incelenirse, burada bir süü fonetik oyunları görülü. Namık Kemal ve Ziya Paşa'da , mücerret fikirlerin vezin ve kafiyeye sokulmasından ibaret olan sosyal şiir,Fikret'te çok sanatkarane bir şekil alır.Onda bahis konusu olan artık 'prensipler' ve 'hikmetler' değil, hayattan alınma sahneler ve manzaralardır.Sonuç olarak Fikret düşünce ve duygularını Canlı tablolar haline koydu ve onlara hitabete elverişli,heyecanlı bir sentaks ve musiki verdi.





 

Geri Dön


Victor Hugo diyor ki;
Çalışmak hayat, düşünmek ışıktır. .

Bağlantılar
ergenlik psikolojisi, ozoderm, kitap, estetik, doğal zayıflama, orjinal pembe maske, Paint Zoom, Ankara Nakliyat , maydanoz hapı, vpills, en ucuz, estetik , takvim, WAXD'SIGN
mesut yar antakya biber hapı ile zayıfladı
, clavis panax 
 Kullanıcı adı

Şifre

 
Şifremi unuttum 
Üye ol 
Son Konular
İki Farklı Sûfi Tipi
İbrahim Düsûki'den Öğütler
Rabıta
Zikir ve Seyr u Sülûk 
Nefsin Kısımları
Tarikatte Usûl-i Aşere(Tarikatte On Usûl)
Tarikat-ı Aliyede On Bir Esas
Numune Bir Nefis Tezkiyesi 
Nefsin Terbiye ve Islah Şekilleri
Tarikata Sülûk Etmek
Çok Okunan Konular
Nazım Hikmet - Hayatı
Mehmet Rauf Edebi Kişiliği
Ömer Seyfettin'in Hikayeleri
Edebi Türler Hakkında Kısa Bilgiler
Dünya Destanları
Sıfatlar
Merdiven Şiiri(Tahlil)
Uyak [Kâfiye] Çeşitleri
Aşık Veysel ve Şiirlerinde Tabiat
Eylül (Romanın Tahlili)
Ziyaretçi Bilgisi

.
.
devamını okuyunuz... >>

ŞİİR TAHLİLİ NASIL YAPILIR

A. ŞİİRİN BİÇİM YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
1. Dörtlük,beyit hangi birimlerden oluşuyor belirtilmesi,
2. Kaç dörtlük veya kaç beyitten oluştuğunun belirtilmesi,
3. Şiirin ölçüsünün ve duraklarının belirtilmesi,
4. Kafiye (kafiye çeşitleri belirtilecek) ve rediflerin gösterilmesi,
5. Kafiye şemasının gösterilmesi.
B. ŞİİRİN İÇERİK YÖNÜNDEN İNCELENMESİ
1. Anlamı bilinmeyen kelime ve deyimlerin açıklanması,
2. Şiirin bölümler halinde açıklanması,
3. Şiirin ana duygusunun belirtilmesi,
4. Şiirin dil ve anlatım özelliklerinin açıklanması,
5. Şiirin türü hakkında bilgiler verilmesi.

C. ŞAİRİN HAYATI, SANATI VE ESERLERİ HAKKINDA BİLGİLER
Alıntıdır
biçim yönünden incelemeye örnek: tam kurallara uygun değil... bazı açıklamalarla hazırladığım için bu şekilde... okulda öğrendiğiniz şekli uygularsınız artık...
SESSİZ GEMİ ŞİİRİNİN (Yahya Kemal Beyatlı)

8+6 lık duraklarla... 14' lük hece ölçüsüyle yazılmış, 6 beyitten oluşmuş bir şiirdir.
kafiye yapısı
zamandan_______a za(man) + dan
limandan_______a li(man) + dan zengin kafiye + redif
yol_______b y(ol)
kol_______b k(ol) tam kafiye
elemli_______c el(emli)
nemli_______c n(emli) zengin kafiye
gemidir bu_______d gemi(dir) +bu
matemdir bu_______d matem(dir) +bu zengin kafiye + redif >buradaki parantez içindeki ekler kafiyenin parçası olmuştur. çünkü kelime köklerinde kafiye bulunmamaktadı. fakat sondaki "bu" kelimeleri redif özelliği taşıyor.
bekler_______e b(ek)+ler
dönmeyecekler_______e dönmeyec(ek)+ler burada ortak ek var bu ortak ekler rediftir. kalan kafiye deki harf sayısı 2 adet yani tam kafiyedir.
yerinden_______f y(erin) +den
seferinden_______f sef(erin) +den zengin kafiye + redif
şu anda okullarda bunun nasıl gösterildiğini tam bilemeyeceğim ama beklediğin böyle bir şeydi galiba...
kafiye malum
sondaki harf uyumluluğudur.
1 harf aynıysa yarım kafiye
2 harf aynıysa tam kafiye
3 ve daha fazla harf aynıysa zengin kafiye
kafiyedeki kelime bir diğer kelimenin tamamında ise tunç kafiye
yani
..... pencereme yağmur y(ağardı)
.... bekleye bekleye saçım (ağardı) alttaki kelime üstteki kelimenin içinde olduğundan tunç kafiye diyebiliriz.
bir de cinaslı kafiye var... okunuşu aynı kelimelerle yapılmış kafiye dir.
yani
....dala uçup bülbül konmuş asmaya
...vazgeçmem götürseler beni asmaya okunuşu aynı iki kelime ile yapılmış kafiye...
son olarak redif nedir?
kafiyeyi oluşturan kelimelerin en sonundaki ekler aynı ise kafiye kelime kökünde aranır eğer ki kelimelerin kökü kafiyeliyse ekler rediftir... köklerinde kafiye yoksa ekler de kafiyenin parçası olarak değerlendirilir.
redif olarak değerlendirilmeyip kafiye olarak belirtilir.
(bu yaştan sonra beni uğraştırmayın... kalanı da siz ekleyin)
Allah zihin açıklığı veresin
bazı açıklamaları da yaptım...
bu açıklama bilgilerini kendine al
kafiyeleri parantez içi redifleri de "+" işaretiyle gösterdim...
devamını okuyunuz... >>

ATİLLA İLHAN-BEN SANA MECBURUM ŞİİR TAHLİLİ

ATTİLA İLHAN'IN "Ben Sana Mecburum" şiirini tahlil  
Yazar Prof. Dr. Nurullah Çetin   
ben sana mecburum bilemezsin
adını mıh gibi aklımda tutuyorum
büyüdükçe büyüyor gözlerin
ben sana mecburum bilemezsin
içimi seninle ısıtıyorum
ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
bu şehir o eski istanbul mudur
karanlıkta bulutlar parçalanıyor
sokak lambaları birden yanıyor
kaldırımlarda yağmur kokusu
ben sana mecburum sen yoksun
sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
insan bir akşam üstü ansızın yorulur
tutsak ustura ağzında yaşamaktan
kimi zaman ellerini kırar tutkusu
birkaç hayat çıkarır yaşamasından
hangi kapıyı çalsa kimi zaman
arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
fatih'te yoksul bir gramofon çalıyor
eski zamanlardan bir cuma çalıyor
durup köşe başında deliksiz dinlesem
sana kullanılmamış bir gök getirsem
haftalar ellerimde ufalanıyor
ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
ben sana mecburum sen yoksun
belki haziran'da mavi benekli çocuksun
ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
belki yeşilköy'de uçağa biniyorsun
bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
kötü rüzgâr saçlarını götürüyor
ne vakit bir yaşamak düşünsem
bu kurtlar sofrasında belki zor
ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
ne vakit bir yaşamak düşünsem
sus deyip adınla başlıyorum
içimsıra kımıldıyor gizli denizlerin
hayır başka türlü olmayacak
ben sana mecburum bilemezsin

(Attila İlhan, Bütün Şiirleri: 4, Ben Sana Mecburum, Bilgi yayınevi, 7.basım, Ankara 1992, s.100)
I. İÇERİK
1. Konu: Aşk.
2. İzlek: Büyük bir tutkuyla bağlı olunan, âşıkta derin izler bırakan sevgili, hiçbir zaman unutulamaz; onun varlığı, düşünce ve hayali, âşığı sürekli meşgul eder.
3. Düşünce: Şiir, düşünsel boyutu itibariyle mistik bir şiirdir. Tabii mistisizmi sadece tasavvufî / İslamî bağlamda almamak gerekir. Genel anlamda mistisizm, çok önem verilen, sevilen ve benimsenen bir değerde kişinin kendi varlığını eritmesi, onunla hemhal olması, özdeşlemesi hâlidir. Bu bakımdan bu şiirde şair, adeta sevgilisinde kendi varlığını yok etmiştir. Beşerî anlamda bir aşk ve sevgili mistiği olmuştur.
4. Olay: Şiirin yüzey yapısında yer alan olay kısaca şudur: Şair, bir kadına şiddetli bir tutkuyla bağlanmış, ama bir süre araya bir ayrılık girmiştir. Bir dargınlık, soğukluk ya da mecburiyetlerden kaynaklanan bir ayrılık süresi yaşanır. Bu süre içinde şair, sevgilisinden kopamamış, onu unutamamış, tam tersine ona olan bağlılığı daha da artmıştır. Sürekli onu düşünmektedir. Mevsim sonbahar, vakit akşamdır ve şair, İstanbul cadde ve sokaklarında hayali, gönlü, kafası sevgilisi ile dolu bir hâlde dolaşmaktadır. Akşam karanlığında şimşekler çakmakta, sokak lambaları yanmaktadır. Yağmurlu bir hava vardır ve şair, bu ortamda romantik bir duygusallık içinde sevgilinin hayaliyle doludur. Sevmenin, âşık olmanın sonra evlenmenin değişik boyutlarını kendi kendine irdelemektedir. Fatih sokaklarında dolaşırken bir evden gelen gramofondaki şarkı sesi, onun duygusal atmosferine denk gelmiş ve şair durup onu dinlemek istemiştir. Bu arada sevgilisine ilişkin düşünce ve planlamalarından da söz eder. Ne yapsa, ne etse, nereye gitse onsuz olamayacağını, yapamayacağını sabit bir fikir hâlinde tekrarlar. Bu arada hayaline kopuk kopuk, dağınık çağrışımlar gelmektedir. Bir ara sevgilisinin çocukluğunu, şimdi neler yapmakta olduğunu hayal eder. Sonra ilerde evlenip birlikte olduklarında kendilerini nasıl bir hayatın beklediğini düşünür.
5. Varlık: Şiirde tabiata ve dış dünyaya ait bazı nesnelere yer veriliyor. Bu somut varlıklar da büyük oranda şairin o anki ruh hâline, duygularına bağımlı olarak değerlendiriliyor. Nesneler bir bakıma belirlenen konumunda. O açıdan şairin varlıklara yaklaşım biçimi sezgici / idealisttir. Sonbahara hazırlanan ağaç, karanlıkta parçalanan bulut, birden yanan sokak lambaları gibi nesneler, hep şairin ayrılık hüznünü ve acısını yansıtır biçimde alınmış.
6. Duygu: Şiir, ağırlıklı olarak duygusal bir metin. Bir duygu şiiri bu. İyimser / yumuşak duygular daha baskın. Mesela sevgilinin hayaline ve daha sonra birliktelik umuduna bağlı bir yaşama sevinci kuvvetle hissettiriliyor. Sevgiliye kavuşma ümidi, ondan ayrılığın verdiği hasret duygusu şiirin bütününe sinmiş hâlde. Tabii en baskın duygu, romantik aşktır. Sevgiliye aşırı derecede duygusal bağlanımı, sevgiliden ayrılığa dayanamayışın sonucu olan karasevdayı ve hüznü görüyoruz. Yalnız şair, romantik duygululuğu melankolik, marazî bir dereceye getirmiyor. Realist sınırlar içinde tutabiliyor.
Kötümser / karamsar duygulardan da yalnızlık duygusunu görüyoruz. Şair, felsefî anlamda değil ama sosyal anlamda sevgiliden yoksunluk anlamında bir yalnızlık duygusuna yer veriyor.
7. Görüntü: Şiir, görüntü unsurları bakımından oldukça zengin.
a. Nesnel Görüntü: Zaman zaman nesnel görüntülere yer veriliyor. Mesela ağaçların sonbahara hazırlanması, sararmaya başlaması, sokak lambalarının birden yanması, sevgilinin Yeşilköy’de uçağa binmesi gibi görüntüler, öznelliğin müdahale etmediği, dış dünyanın çıplak gözle görülebilen ve görünenler üzerinde kişisel tasarrufların olmadığı, somut görüntülerdir.
b. Öznel Görüntü: Şiirde en çok öznel görüntü yer almaktadır. Hem resimsel hem de hayalî görüntülere birlikte yer verilmiş.
-Resimsel Görüntü: Karanlıkta bulutların parçalanması, resimsel bir görüntüdür. Gece vakti gökyüzünde bulutlu bir havada şimşek çakması manzarası, bir ressam duyarlılığı ile böyle ifade edilebilir. Sevgilinin ıslanıp tüylerinin ürpermesi, telaş içinde kötü rüzgârın saçlarını götürmesi gibi görüntüler de şairin bakış, görüş ve duyuşuna göre şekillenen öznel resimlerdir.
-Hayalî Görüntü: Sevgilinin gözlerinin büyüdükçe büyümesi, kapı arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu, kullanılmamış gök getirmek, haziranda mavi benekli çocuk, ıssız gözlerinden şilep sızması gibi görüntüler şairin hayalinde kurguladığı, tasarladığı soyut görüntülerdir.
c. Hareketli görüntü: Attila İlhan, sinemayla çok ilgilenmiş bir şair. Şiirinde de genel olarak sinemadan etkiler, izler, yansımalar çok fazla. Onun şiiri bir yönüyle sinematoğrafik bir şiirdir. Nitekim bu şiirinde de sinemaya özgü haller, hareketli görüntüler ve unsurlar hemen görülüyor. Şiirin özellikle 2., 4. ve 5. bentleri sinemaya özgü hareketli görüntü parçalarını yansıtıyor. Olayları ve görüntüleri hareketli yapıları içinde sergilemeye çalışıyor.
ç. Soyut Görüntü: Attila İlhan, Phelenovcu bir sanat kuramına bağlı olarak şiirde imgesel yapıya büyük önem vermiş, Mavi dergisi hareketinden itibaren bu konunun mücadelesini vermiş bir şair. O yüzden onun şiiri açık anlamlı ve düz anlatımlı bir şiir değil, imge yüklü bir şiirdir. Bu yapıyı çözümlemeye çalışalım. Simgeler çok azdır ve imgeler irdelenirken birlikte değerlendirilecektir.
-İmgeler
*Şairin sevgilisinin adını aklında mıh gibi tutması: Mıh, büyük ve sağlam çivi demektir. Bir yere çakıldığı zaman birleşen parçaların ayrılması imkânsız derecede sağlam olur ve kuvvetli birleştiriciliği, yapıştırıcılığı ifade eder. Burada da şairin sevgilisinin adını aklında mıh gibi tutması, ona olan bağlılığının, onunla birliktelik ve özdeşliklerinin ayrılmayacak derecede sağlam ve kuvvetli oluşunu çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır. Bu, sevgilisine olan kuvvetli bağlılığının ve tutkusunun bir ifadesidir. Teşbih ve mübalağa sanatlarından yararlanılarak oluşturulmuş bir imgedir.
*Şairin hayalinde sevgilisinin gözlerinin büyüdükçe büyümesi: Ayrılık sürecinde sevgiliye olan tutkunun azalmak yerine daha da artması. Şair, sevgilisini düşündükçe, gözünün önünde hayalini sürekli canlı tuttukça o dünyasını, ruhunu, kalbini ve hayalini daha da artan bir hacimle kaplar.
*Şairin içini sevgiliyle ısıtması: Sevgilinin hayalinin, varlığının, tekrar ona kavuşma umudunun şaire güç, yaşama sevinci ve heyecan vermesi, hayatına onunla anlam kazandırması.
*Karanlıkta bulutların parçalanması ve sokak lambalarının birden yanması: Gece vakti şimşeklerin çakması anında görülen manzaranın bulutların parçalanıyor gibi algılanması aslında bir ruh hâlinin ifadesidir. Şairin iç dünyasında çakan şimşeklerin, duygusal fırtınaların bir karşılığı olarak alınmasıdır. Bu, sarsıcı, şiddetli bir aşkın ifadesidir. Sokak lambalarının birden yanması da aynı kapsam içinde ele alınması gereken destekleyici bir imgedir. Tek merkezden şartel düğmesine basılınca sokak lambaları aynı anda yanar. Bu, bilinen normal bir durum. Ancak şair, hüsn-i ta’lil sanatından yararlanarak oluşturduğu bu imgeyle birden bire geliveren duygusal boşalımı, birden yükselen tutku sağanağını ancak bu imgeyle çarpıcı kılmaktadır.
*Kaldırımlarda yağmur kokusu: Attila İlhan, yağmur altında yürümeyi sever ve bu ortamla romantik aşkı hep birleştirir. Aşkta romantizm, ona göre biraz yağmur altında ıslanarak dolaşmak demektir.
*Sevmenin kimi zaman rezilce korkulu olması: Aşkın, sevinçle, hüznü, ümitle korkuyu barındırması imgesi. Büyük aşklar daima korkuları, endişeleri, hayal kırıklıklarını, ileride olması muhtemel olumsuzlukları da beraberinde getirir ve yedeğinde taşır. Aşk korkuyla yan yana gider.
*İnsanın bir akşam üstü ansızın yorulması: Derin ve büyük aşk yaşantıları kimi zaman insanı tüketir, bitirir, bitkin, yorgun bırakır. Büyük aşkın sonuna geldiğinde insan, takatinin tükendiğini, birden tükeniverdiğini hisseder.
*Ustura ağzında yaşamaktan tutsak hâle gelmek: Ustura, tıraş için kullanılan çok keskin bir bıçaktır. Ustura ağzında yaşamaya esir olmak, bir işin zorluğunun son haddidir. İmkânsızlık, böyle çarpıcı bir imgeyle veriliyor. Aşk konusunda içine düşülen ikilemin çıkmazlığı, çaresiz ve çözümsüzlük hali veriliyor bu imgeyle. Büyük aşklar, bünyesinde büyük tezatları, çıkmazları da barındırır. Kişi, ne yapacağını bilemez, nasıl bir karar vereceğini kestiremez hâle gelir.
*Tutkunun kimi zaman ellerini kırması: Bu imge de yukarıdaki imgeyi destekleyen bir alt imgedir. Tutkulu aşkın zaman zaman kişiyi takatsiz, çaresiz, ikilemde, açmazda, çıkmazda bırakması hâli.
*Yaşamasından birkaç hayat çıkarması: İnsanın içine düştüğü çıkmazlarda gözünün önüne alternatif hayat biçimlerinin kopuk kopuk gelivermesi.
*Çaldığı kapıların arkasında yalnızlığın hınzır uğultusunun olması: Şair, sevgilisinden ayrı kaldığı, onun özlemiyle yanıp tutuştuğu zamanlarda yalnızlığını gidermek için eşe dosta, arkadaşa ziyarete gider, onlarla dertleşmek ister ama kime gitse onların yanında da kendisini yalnız hisseder. Onun yalnızlığını eş dost da gideremez. Onun yalnızlığını giderecek olan sevgilidir. O olmayınca kim olursa olsun onu teselli edemez.
*Fatih’te yoksul bir gramofonun çalması: Sürekli kullanılarak eskimiş bir müzik aletinden hüzünlü şarkıların duyulması.
*Sevgiliye kullanılmamış bir gök getirmek: Burada “gök”, gökyüzüdür ve simge olarak maviliği, sonsuzluğu, özgürlüğü ve en çok da saf mutluluğu temsil etmektedir. Şair, sevgilisine kullanılmamış gök getirsem, demekle tamamen saf, bakir, kirlenmemiş, doğal bir mutluluk vermek istediğini belirtir. Türk edebiyatında gökyüzü, özgürlüğün ve mutluluğun simgesidir.
*Haftaların ellerinde ufalanması: Zamanın nasıl geçtiğini anlayamamak. Sevgiliden ayrılığın verdiği kendinde olmamak, sürekli onu düşünmek, onunla hemhal olmak ve ona kavuşma özlemiyle zamanın nasıl geçtiğini anlayamaz hale gelmek.
*Sevgilinin Haziranda mavi benekli çocuk olarak düşünülmesi: Burada şair, sevgilisinin değişik yaş dönemlerini hayal ediyor. Önce onun çocukluğunda neler yaptığını, nasıl yaşadığını, nasıl bir durumda olabileceğini tahayyül ediyor. Mavi benek, mecaz-ı mürsel sanatıyla sevgilisinin çocukluğunu verir. Çocukluğunda giydiği mavi benekli elbiseye değiniyor, onu hatırlatıyor. Mavi benekli elbise içinde koşup oynayan mutlu sevimli bir çocuk imgesi var burada. Şair de sevgilisinin çocukluğunu gözünün önüne hayalî olarak böyle getiriyor.
*Sevgiliyi kimselerin bilmemesi: Kendisinden önce kimsenin sevgilinin değerinin ve güzelliğinin farkına varmaması, ilk kez kendisinin fark etmesi.
*Sevgilinin ıssız gözlerinden bir şilebin sızması: Şair, sevgilinin mavi gözlerini tahayyül ederken onları maviliğinden, mutluluk, ferahlık vermesinden dolayı denizle özdeşleştirmektedir. Sevgilinin gözlerinin ıssız, geniş, masmavi, insanın içini açan bir denize benzetilmesi, buradan bir yük gemisinin sızması hayalî görüntüsü ile birleştirilmesi özgün bir imge. Daha önce pek kimsenin kullanmadığı Attila İlhan’a özgü bir imge.
*Sevgilinin belki Yeşilköy’de uçağa binmesi: Sevgilisi, şairden ayrı kaldığı süre içinde neler yapabilir, bunun değişik alternatifleri şairin gözünün önünden bir bir geçiyor. Bunlardan biri de uçakla İstanbul’dan ayrılıyor olması ihtimalidir. Böyle bir durum da şairi daha da hüzünlendiriyor. Ayrılığın derinleştirilmesine bağlı hüznünün artması imgesi.
*Sevgilinin tamamen ıslanmış olması ve soğuktan tüylerinin ürpermesi: Soğuk, yağmurlu bir günde ıslanarak, üşüyerek koşuşturması hayalî görüntüsü de Attila İlhan’a özgü bir imgedir. Yağmurda ıslanma hâli onda etkileyici, romantik bir unsur olarak hep vardır.
*Sevgilinin saçlarını kötü rüzgârın götürmesi: Rüzgarlı bir havada koşuşturan sevgilinin saçlarının dalgalanması görüntüsü de yine Attila İlhan’ın romantizmini artıran görüntülerden biridir.
*Kurtlar sofrasında düşünülen yaşamanın zorluğu: Kurtlar sofrası ile kastedilen genel olarak geçim zorluklarıdır. Şair bu son kıtada sevgilisiyle evlilik halini tahayyül etmektedir. Onunla evlendiğinde neler olabileceğini muhakeme ve muhasebe eder. İlk aklına gelen, ekonomik anlamda yaşamanın zorluklarıdır. İhtiyaçlarını karşılama konusunda karşılaşabileceği sıkıntıları düşünür.
*Ayıpsız fakat ellerini kirletmeden yaşamayı düşünmek: Birlikte evlilik hayatının, aile hayatının, geçimi sağlama uğraşısının en önemli sorunlarından biri iş ahlâkıdır. İnsanın çalıştığı işte, mesleğinde dürüst, temiz, ahlâklı, namuslu kalabilmesi, harama el sürmemesi, helalinden alnının teriyle ekmeğini kazanabilmesi önemli ve büyük bir iştir. Şair böyle temiz bir iş ve evlilik hayatı düşlemektedir.
*Şairin kendisine sus deyip sevgilisinin adıyla başlaması: Şairin lekesiz, dürüst bir hayat yaşama isteği çok zor görünüyor ve bunları düşünmek yerine sevgiliyi hatırlamayı, sadece onu düşünmeyi tercih ediyor.
*Şairin içi sıra sevgilisinin gizli denizlerinin kımıldaması: Sevgilinin gizli denizleri, gizemi, iç zenginliği, keşfedilmemiş bakir zenginlikleri, yüce değerleri ve güzellikleridir. Bunlar, şairin içinde, ruhunda, kalbinde heyecan uyandırıyor.
-İlkörnek ve Metinlerarası İlişkiler
Şiirde “Allah” ilkörnek olarak alınıyor ama bundan yararlanılarak onun yerine ikame edilen “beşerî sevgili” ilkörneği üretiliyor. Mutasavvıf şairin dinî bağlamda yaptığı şeyi Attila İlhan, dünyevî bağlamda, seküler bağlamda yapıyor. Bu, tasavvufî bir motifin tersinlemeli olarak yeniden üretimidir. Geleneğin devamı değil gelenekten yararlanmadır. Bu şiirdeki Attila İlhan’ı mutasavvıf şairlerle, İlhan’ın beşerî, dünyevî sevgilisini de mutasavvıfın ezelî ve ebedî sevgili olan Allah’la karşılaştırdığımızda geniş ölçüde geleneğin dönüştürülerek yeniden üretildiğini görüyoruz. İlhan, geleneksel tasavvufî İslam kültürünü bir kaynak olarak alıp kendi anlayışı doğrultusunda değiştirerek üretiyor. Bunu karşılaştırmalı olarak verelim:
*Sevgilinin idealize edilmesi, yüceltilmesi: Tasavvufî İslam edebiyatında Allah, büyük bir sevgili olarak hep yüceltilir. Mutasavvıf şair, gece gündüz sadece erişilmez yücelikteki Allah’ı düşünür. Attila İlhan da beşerî sevgilisini yüceltmekte, kutsallaştırmakta ve hep onu düşünmektedir.
*Sevgiliyle özdeşlik: Mutasavvıf şair, Allah’ın adını sürekli zikrederek her zaman onu aklında tutar. Hatta aklından hiç çıkarmaz. İlhan da bu durumu dünyevî sevgiliye uyguluyor. Aynı şekilde dünyalı sevgilisinin adını aklında mıh gibi tutuyor.
*Sevgilinin gittikçe büyümesi: Mutasavvıf için Allah büyük hem çok büyüktür. Hayalinde gözünün önünde gittikçe büyür. İlhan’ın hayalinde de sevgilisinin gözleri gittikçe büyümektedir.
*Sevgiliye mecburiyet ve mahkumiyet: Mutasavvıf şair, Allah’a mecburdur, Allah’tan başka alternatifi yoktur, onun aşkına esir olmuştur. Fakat Allah yanında yoktur, ondan ayrıdır. Elest bezminde, ruhlar âleminde iken Allah’la beraberdi. Fakat cesede bürünüp dünyaya gönderilmekle ondan ayrılmıştır ve onun özlemiyle yanıp tutuşmaktadır. Tek seçeneği odur. İlhan da ona benzer şekilde sevgilisine mecburdur. Başka türlü olmaz, ne yapsa ne etse, ne tutsa, nereye gitse sadece sevgilisine mahkum ve mecburdur. Ama sevgilisi yanında yoktur, ondan ayrıdır ve mutasavvıf gibi onun özlemini çeker.
*Aşk şarabıyla sermest olma motifi: Mutasavvıf şair, ilahî aşk şarabıyla sarhoş bir şekilde gezer dünyada. Esrik, kendinden geçmiş, cezbe hâlinde, istiğrak hâlinde dolaşır yeryüzünde. İlhan da aynı şekilde beşerî sevgili sarhoşudur, onun aşkı ve özlemiyle sersem gibi gezer, kendinde değildir, ne yaptığını, nereye gittiğini bilmez.
*Büyük aşkın tehlikeyle yan yana olması: Mutasavvıf şair için ilahî aşk ateştir, yanmaktır, tehlikeli bir şeydir. Aşkla ölüm hep yan yanadır. İlhan da buna benzer şekilde sevmeyi rezilce korkulu olarak algılıyor.
*Halvet der encümen motifi: Mutasavvıf şair, dünyalı anlamda kiminle birlikte olursa olsun, hangi toplulukta bulunursa bulunsun kendini hep yalnız hisseder. Çünkü o sadece Allah’ı düşünür, Allah’tan ayrılığın yalnızlığını hiç kimse, hiçbir şey gideremez. Tek dostu, sevgilisi odur, başkaları bir gölge gibidir, bir kıymetleri yoktur. Halvet der encümendir o. İlhan da aynı motifi alıp beşerî sevgilisi için uyguluyor. Hangi kapıyı çalsa, arkasında yalnızlığın hınzır uğultusunu hisseder. Sevgiliden ayrılığın yalnızlığını hiçbir şey gideremez.
*Aşk ve musiki birlikteliği: Mutasavvıf şair, ilahî aşkı çoğu zaman musiki ile birleştirir, aşkla musikiyi birlikte algılar. Ney, def gibi çalgı aletleriyle ya da tabii sesle çıkarılan tasavvuf müziğiyle birlikte ifade eder ilahî aşkı. Tasavvuf kültürünün temel motiflerinden biri aşkla musikinin birlikte iç içe olmasıdır. İlhan da aynı şekilde aşkını gramofondan duyduğu müzikle birleştiriyor. Buradaki gramofondan gelen müzik, ilahî değil beşerîdir.
*Temiz ve dürüst bir hayat yaşama arzusu: Mutasavvıfın en büyük arzusu, ezelî sevgilisi olan Allah’la birlikte olup, temiz, helal, dürüst bir hayat yaşamaktır, ellerini kirletmemek, haram yememek, kötülük yapmamak, günah işlememektir. İlhan da aynı şekilde bu insanî erdemi dünyevîleştirerek yani haram, helal, günah, gibi terimlerden uzak olarak profan anlamda, seküler bağlamda bir etik tavır geliştirir. Kimseye kötülük etmeden, haksız kazanç sağlamadan, sevgilisiyle birlikte temiz bir hayat yaşamak ister. Buna göre mutasavvıf ahlâkîdir, İlhan ise etiktir.
*Besmele: Her şeye Allah’ın adıyla başlamak. Mutasavvıf ya da genel anlamda bütün Müslümanlar, her işe Allah’ın adıyla başlarlar. Bu Allah’ı her şeyden üstün görme, onun iznini alma, ona dayanma ve güvenme, her şeyi onun kontrolünde bilme ve ona saygı duyup ona teşekkür etme, nimetleri ondan bilme, kendi varlığını ona bağlama anlamını karşılıyor. İlhan da bu motifi beşerîleştiriyor. ”Sus deyip adınla başlıyorum” mısraı besmelenin tersinlemeli bir şekilde yeniden üretilmesidir.
*Kenz-i mahfî: Sevgilinin gizli bir hazine olması: İslam tasavvufunda bir kudsî hadis vardır: Allah Tealâ: ”Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bundan dolayıdır ki insanları yarattım” buyurmuştur. Mutasavvıflar bu hadise çok değer verirler. Zati şöyle der: “Kendini bildirmek için “kenz-i mahfî” etdi zuhûr / Etmedi var hazret-i Hak cinn ile insanı abes”.
Harabî de şöyle der: “Küntü kenz remzinin olduk âgâhı / Ayne’l-yakîn gördük Cemâlullahı”
(İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ yayınları, Ankara 1995, s.322)
Attila İlhan da “içimsıra kımıldıyor gizli denizlerin” mısraıyla bunu dönüştürüyor. Buna göre sevgilinin gizli denizleri, zenginlikleri, gizemi vardır. Bunları keşfedecek olan da şairdir. İlahî zenginlikleri, hazineleri keşfedecek olan mutasavvıftır, beşerî sevgilinin gizli denizlerini keşfedecek olan da Attila İlhan’dır.
*Sevgili ve saç kompozisyonu: Türk edebiyatında sevgili ve saçı imgesi, tarihsel olarak üç aşamalıdır: 1.Divan şiirinde sevgili de saçı da durağandır. Sevgili ve topuklarına kadar uzanan ya da perişan olan saçı sadece hayal edilir ve durağandır. Belli bir hareketlilik ve dekor içinde değildir. Dekordan, tabii ortamdan ve gerçek hayattan kopuk bir tahayyüle konu edilir. 2. Ahmet Haşim’de saçıyla birlikte düşünülen sevgili Divan şiirine göre daha dünyevî, somut ve yarı hareket kazanmıştır. “O Belde” şiirinde şöyle der:
“Denizlerden / Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin. / Bilsen / Melâl-i hasret ü gurbetle ufk-ı şâma bakan / Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin!” (Ahmet Haşim Bütün Şiirleri, hzl.İ.Enginün, Z.Kerman, Dergah yayınları, İstanbul 1987, s.157)
Burada sevgili deniz kenarında durmuş, hareketsiz ufka bakmakta ama saçları rüzgarda dalgalanmaktadır, yani hareketlidir. Dolayısıyla sevgili durağan ama saçı hareketlidir. Diğer yandan somut bir tabiat dekoru içinde yine somut olarak gözlenmekte ve izlenmektedir. Divan şiirinde tahayyül ediliyordu, burada gözleniyor.
3.Attila İlhan’da ise “kötü rüzgar saçlarını götürüyor” mısraında görüldüğü gibi sevgili de saçı da hareketlidir. Gerçek hayatın gündelik yaşantısı, koşuşturması içinde resmedilmektedir.
II. ŞEKİL
1. Nazım Şekli: Şiir, mısra kümelenişi bakımından 6 bentten oluşuyor. Bentlerin mısra sayıları değişik. Bu bakımdan nazmın sabit şekillerinden birine bağlı değil. Şair, mısra kümelenişine bağlı bent sistemini tamamen muhtevaya bağlı kalarak kurgulamış. 1. bent, sevgiliye olan tutkulu bağlılığın vurgusunu içeriyor. 2. bent, aşkın tabiat ortamında dillendirilmesi söz konusu. 3.bentte aşkın ve sevgiliyle birlikteliğin genel durumu ve sonuçları düşüncesine yer veriliyor. 4. bentte sokak dolaşmalarında sevgilinin hatırlanması ve aşkın müzikle birleştirilmesi vurgulanıyor. 5.bentte ise sevgilinin çocukluğu ve şimdiki durumları tahayyüle bağlı olarak ortaya konuyor. Son bentte ise sevgiliyle birlikteliğin somut halleri değişik boyutlarıyla irdeleniyor. Görüldüğü gibi şair, bentleri aşk ve sevgilinin değişik görünüm ve tahayyüllerine bağlı olarak kuruyor.
III. DİL VE ÜSLÛP
A. Dil: Şiirde oldukça yalın ve konuşulan bir Türkçe, bütün canlılığı, renkliliği ve zenginliği ile kullanılıyor. Anlamı bilinemeyecek hemen hemen hiçbir kelime yok.
1. Dil Sapmaları
a. Yazım Sapmaları: Şair, kuralları konmuş, belirli ve yerleşik imlaya ve noktalama işaretlerine uymamış. Mesela hiç büyük harf kullanmamış. “İstanbul” ve “Fatih” gibi özel isimler de küçük harfle başlatılmış. Noktalama işaretleri de yok denecek kadar az. Şair neden böyle bir tutumu tercih etmiş? Bu konuda elimizde somut bir bilgi ve açıklama yok.
b. İfade Sapmaları: Fatih’te yoksul bir gramofonun çalması: Burada ‘yoksul bir gramofon’ alışılmamış bir bağdaştırmadır. Sıfat tamlamasında sıfat-isim arası uyumsuzluk var. Gramofon için yoksul sıfatı kullanılmaz. ‘yoksul’ kelimesinin çağrışımsal anlamı üretilmekte ve uzun süre kullanıla kullanıla eskimiş ve yıpranmış bir müziği ve sesi nakleden bir alete yani gramofona dolaylı olarak böyle sıfat yapılmıştır.
B. Üslûp
-İç Konuşma Üslûbu: Şiirde iç konuşma üslûbu vardır. Şiir, baştan başa şairin iç konuşmalarından meydana gelmektedir.
-Lirik Üslûp: Lirizm Attila İlhan şiirinin temel unsurlarından biridir. Duygu coşkunluğu ve müzikalite, onun şiirinin temel unsurlarındandır. Bunu burada da görüyoruz. Ayrıca yer yer yakarış üslûbunu da görmekteyiz.
IV. AHENK: Şiir müzikal değeri yüksek bir metindir. Şair, eserini ahenkli kılabilmek için bazı yollara başvurmuştur. Bunlar:
1. Ses ve Mısra Tekrarları: Şiirde bilinçli olarak tercih edilmiş ünlü ve ünsüz tekrarına dayalı bir ahenk yok. Ancak düzensiz bir kafiye uygulaması görüyoruz. Bu da ahengin doğmasında etkili oluyor. Şair, ahengi en çok da rediflerle sağlıyor. Bir de “ben sana mecburum” mısraının 5 kez tekrarlanmasıyla ortaya çıkan bir ahenk var.
2. Vezin: Şiir, vezin bakımından da serbest. Dolayısıyla şeklî anlamda vezne dayalı bir ahenk yok, ancak şiirin bütününe yayılan serbest vezin içinde hissedilen derunî ahenkten bahsedebiliriz.
kaynak: edebiyatotagi.com
devamını okuyunuz... >>

ŞİİR TAHLİLLERİ

AYNADAKİ HAYALİME
Akmayan yaşlarla sıcacık yüzün;
Yavrum, bugün seni pek ölgün gördüm.
Gözünde bir küçük noktadır hüzün,
Neş'eni ne bugün, ne de dün gördüm.
Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun,
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun,
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm.
Geçti bir cenaze peşinde ömrüm;
Bilemem, vardığın neresi, bugün?
Her gün yürüdüğün kadar yürüdün,
Arkasından kendi ölünün; gördüm.

Şiirin içerik yönünden incelenmesi:
Necip Fazıl Cumhuriyet sonrası şiirimizin, pozitivizm soslu jakobenizmin hüküm sürdüğü, resmi ideolojinin estetik algıyı kökten değiştirdiği ortamında aşkın olana, metafiziğe dair “bir şeyler” söylemekle kalmayan, kendi estetiğini ortaya koyan, tek başına hâkim odakları karşısına alan bir fikir eri, tek kişilik bir ordudur. Sadece Abdulhakim Arvasi ile tanıştığı dönemden sonra değil, ilk verimlerinden itibaren şiirlerinde ruhçu, sezgici çizgiden kopmamış, yeni Türk şiirinin “Çile”yle özdeşleşen yakıcı muhayyilesi, çalkantılı ruhudur.
         Şiirleri maddenin yüzeyinde değil, insan benliğinin derinliklerinde gezinen bir şairin poetikasının karakteristik niteliklerini taşıyan bu şiiri çözümlemek de haliyle zor olacaktır. Bu çalışma da yalnızca bir “deneme”dir.
         Düşünmek aidiyetin konforundan nasip almamayı seçmek demektir, sorgulamak cevapsız kalmayı göze almaktır. Bu yüzden düşünen ve sorgulayan için “çile” artık yaşamının zorunlu bir parçasıdır, tasmaları atmak ise; ne olduğu belirsiz his, düşünce, imge, soru curcunasında başıboş ve savunmasız kalmaktır.
Necip Fazıl bunu gerçek anlamıyla yaşayanlardan biridir. Dini itikadı kabullenenin, kendi küçük dünyasında mutlu olacağı safsatasına verilecek en etkili yanıttır onun hayatı. Görünüşler dünyasından çıkıp aslolana doğru yapacağı yolculuk birçok bedel gerektirir. Bu yolculuğun tezahürleri ise şiirleridir, çilesinin getiri ve götürüleriyle dolu şiirleri. “Aynadaki Hayalime” de böyle bir şiir, bir nefs muhasebesidir.
        
Akmayan yaşlarla sıcacık yüzün;
Yavrum, bugün seni pek ölgün gördüm.

Şair kendini seyretmektedir. Aynadaki görüntüsü tükenmiş bir vaziyet arz etmektedir. Duyuları ve duyguları öylesine katılaşmış, kendisinden öyle uzaklaşmıştır ki yaşları akmamaktadır, uyuşmuştur.
Gözünde bir küçük noktadır hüzün,
Neş'eni ne bugün, ne de dün gördüm.
Hüzün artık içine değil, gözüne de işlemiştir. Hislerinin arkasındaki hüzün, bakışlardan kendini ele vermektedir artık. Hayatı irdelemeden yaşayıp, mutlu olmak lüksü olmayan çile insanı hüzünlere, mutsuzluklara mahkûmdur. Neş’e çoktandır unutulmuştur.
Eğri dallar gibi halsiz, yorgunsun
Birikmiş sulardan daha durgunsun,
Görünmez bıçakla içten vurgunsun,
Seni öz yurdunda bir sürgün gördüm.
Şair eğri dallar misali beli büküktür. Hissizlikle durgundur, bizatihi kaygılarından darbe almıştır. Kalabalık içinde yalnızdır. Sadece yaşamakla yetinen yığınların aksine kendine ulvi bir gaye belirlemiştir çünkü. Buna erişmek ise hayat enerjisini, ruhsal yolculuğuna kanalize etmek, bedenini feda etmektir. Ruhunun örselenmesi ise zaten kaçınılmazdır.
Geçti bir cenaze peşinde ömrüm;
Bilemem, vardığın neresi, bugün?
Boş düşünceler, boş yaşayışlar “ölüm” ü ifade eden cenaze kelimesiyle ilişkilendirilmiştir. Cenaze şairin, amacına hizmet etmeyen her eylemi, her düşüncesidir. Bunlar onun için bir kıymet ifade etmezler, ölüdürler çünkü faydasızlardır.
Her gün yürüdüğün kadar yürüdün,
Arkasından kendi ölünün; gördüm.
“Her gün yürüdüğün kadar yürüdün” cümlesi Şairin hayatında değişmezliği, monotonluğu ifade eder. Kazanımlarının üzerine yeni bir şey koyamayan birey “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisinin işaret ettiği gibi kendisine sermaye olarak verilen zamanının hakkını verememiştir. Şair olduğu yerde sayan nefsine son mısrada ölüm gerçeğini hatırlatır. Bu en büyük, en kaçınılmaz gerçektir; giden zamanın telafisi yoktur.
Şiirin Dil ve Biçim Özellikleri:
•Şiir 3 dörtlükten oluşmuştur.
•İlk dörtlükte ahenk unsuru çaprak kafiye, “gördüm” redifi, “ün” tam kafiye ile sağlanmıştır.
•İkinci dörtlük “urgun” zengin kafiye kullanılmıştır. “sun” 2. tekil kişi ekeylemi ise rediftir. 3. dörtlükte “ün” ve “üm” kafiyeleri çapraz kafiye düzeninde kullanılmıştır.
•Şiirin dili sadedir, sıfatlara çokça yer verilmiştir.
•Fiil köklerine “gın” fiilden isim yapma ekinin getirilmesiyle teşekkül eden isimler, şiirde adlaşmış sıfat olarak yer almışlardır.
•Teşbih, mecaz unsurlarıyla anlatım güçlendirilmiştir.
Necip Fazıl KISAKÜREK
Hayatı:
26 Mayıs 1905'te İstanbul'da doğdu. Çocukluğu, büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'taki konağında geçti.
Necip Fazıl, ilk dinî telkin ve terbiyesini, tek oğlunun tek oğlu olarak Mehmet Hilmi Efendi'den aldı; okuyup yazmayı henüz 5-6 yaşlarındayken ondan öğrendi. Birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden "yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku" şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir "tütsü çanağı" olan, büyükbabasına ait Çemberlitaş’taki konakta geçirdi.

İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız Kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi(Akseki), İbrahim Aski gibi isimler vardı. Necip Fazıl hocalarından en çok İbrahim Aski'nin etkisinde kalmıştır. Tasavvufla ilk tanışması da hocası İbrahim Aski'nin verdiği kitaplarla olmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra, Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile gönderildiği Fransa'da, Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde okudu.
Paris hayatı, kendini arayışının müthiş his helezonları, korkunç girinti ve çıkıntıları arasında, nefs cesareti bakımından hayal yakıcı bir tablo çizdi.
Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde ders verdi(1939-43). Sonraki yıllarında edebiyata yönelerek fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.
Necip Fazıl, annesinin arzusuyla şair olmak istedi (bunu düşündüğünde henüz 12 yaşındaydı) ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua, Anadolu, Varlık ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirmeyi başardı. Daha sonra Paris'e gitti ve dönüşünde yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitaplarıyla edebiyat dünyasında patlama yaptı. Necip Fazıl bu eserleriyle genç yaşta şöhreti yakalayarak, çağdaşı şairlerin önüne çıkmayı başardı. Edebiyat çevrelerinde hayranlık aynı zamanda heyecan uyandırdı. 1932'de Ben ve Ötesi adlı şiir kitabını çıkardığında henüz otuz yaşına basmamıştı.
Necip Fazıl için 1934 yılı hayatının dönüm noktası oldu. Çünkü hayat felsefesinin değişmesine neden olan ve Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile bu dönemde tanıştı. Ve bu kişiden bir daha kopmadı.
Necip Fazıl'ın, üstün bir ahlak felsefesini savunduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar (Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak).
Necip Fazıl aralıklarla gidip uzun sürelerle kaldığı Ankara'ya üçüncü gidişinde, bazı bankaların da desteğini sağlayarak 14 Mart 1936'da haftalık Ağaç dergisini çıkarmıştır. Yazarları arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Kutsi Tecer, Mustafa Sekip Tunç'un da bulunduğu Ağaç dergisi, yeni kapanan Yakup Kadri'nin Kadro dergisi yazarları Burhan Belge, Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir ve İsmail Hüsrev gibi yazarların savunduğu ve dönemin entellektüellerini hayli etkilemiş bulunan materyalist ve marksizan düsüncelerine karşı spiritüalist ve idealist bir çizgi izlemiştir. Ankara'da altı sayı çıkan Ağaç dergisi daha sonra İstanbul'a nakledilmiş ancak fazla okur bulamadığından haftalık Ağaç dergisi 17'nci sayıda kapanmıştır.
Necip Fazıl, 1943 yılında dinsel ve siyasal kimliği ön plana çıkan Büyük Doğu adlı dergiyi çıkardı. 1978 yılına kadar aralıklarla haftalık, günlük ve aylık olarak çıkarılan Büyük Doğu'da iktidarlara cephe alan Kısakürek, yazı ve yayınları yüzünden mahkemelik oldu, hapse girdi ve dergi birçok kez kapatıldı. Sultan Abdülhamit taraftarı olan Necip Fazıl giderek İslamcı kesimin önderlerinden biri oldu. Ağaç dergisinde olduğu gibi, Büyük Doğu'nun ilk sayılarında da yazar kadrosu hayli kozmopolittir. Bedri Rahmi, Sait Faik gibi yazarların imzası dergi sayfalarında görülmektedir. Ancak, Büyük Doğu, dinsel bir kavga organı durumuna gelince bu yazarların bir kısmı ayrılmıştır. Necip Fazıl 1947 yılında Büyük Doğu toplatılınca Kasım-Aralık ayları arasında üç sayı devam eden Borazan adlı siyasal mizah dergisini çıkarmıştır. Sık sık kapatılan veya toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı dönemlerde günlük fıkra ve çesitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babialide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gibi gazetelerde yayımlayan Necip Fazıl, Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi takma isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde konferanslar verdi.
-KTU Türkçe Öğretmenliği-
Necip Fazıl, Sabır Taşı adlı oyunuyla 1947 yılında C.H.P. Piyes Yarışması Birincilik Ödülü'nü almış, doğumunun 75. yıldönümünde Kültür Bakanlığı'nca "Büyük Kültür Armağanı" ödülünü (1980) ve Türk Edebiyatı Vakfı'nca "Türkçenin Yaşayan En Büyük Şairi” ünvanını almıştır.
Necip Fazıl Kısakürek yazılarını yazmaya devam ederken uzun süren bir hastalık dönemi geçirdi ve sonra 25 Mayıs 1983'te Erenköy'deki evinde öldü. Fatih'te düzenlenen cenaze merasiminden sonra Eyüp sırtlarındaki (Piyer Loti'deki) kabristana defnedildi.
Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı10/5/2010Bâkî'nin Bir Gazelinin Şerhi
Gazel:
Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün Mefâ'îlün
1. Nedür bu handeler bu işveler bu nâz u istiğna
    Nedür bu cilveler bu şîveler bu kâmet-i bâlâ
"Bu gülüşler, bu işveler, bu naz ve umursamazlık nedir? Bu kırıtmalar, bu edalar, bu uzun boy nedir?"
işve (a): Güzellerin naz ve edası.
şîve (f): Naz, eda, kırıtma; usul, kanun.
cilve (a): Görünme, kırıtma, naz, işve.
tevellî: Tann'nın zatının eşya ve yaratıklarında görünmesi; kader.
Beyitte çok şey söyler göründüğü halde Bâkî, sürekli aynı anlama gelen kelimeleri kullanarak yalnızca sevgilisinin naz ve edasının ne kadar çok olduğunu söylemek istemiş.
"Nedir?" sorusuyla istifham sanatı yapılmış. "Ne", "mi" soru ekiyle ve bir cevap almak üzere sorulan sorulara istifham-ı âdî denir ve sanat sayılmaz. Soru olumsuz şekliyle sorulursa istifham-ı inkârı adını alır. Başka dillerde kullanılan ve Türkçe'de Farsça'nın etkisiyle "mi" edatı kullanılmadan sorulan sorulara istifham-ı tavrî denir. Cevap beklemeden ve aslında cevabı belli olan sorularla söylenilmek istenen anlamı daha güzel ve güçlü söylemek amacıyla istifham sanatı yapılır. "Hastaya çorba sorulur mu? Âşık hiç sevgiliye canını vermez mi?" gibi.
Bâkî, beyitte "nedir?" sorusuyla "ne kadar güzel değil mi?" demek istemiş. Bununla da gülüşlerin, nazların, işve ve cilvelerin çok güzel olduğunu söylemek istiyor. Şair, böylece bildiği bir şeyi bilmezlikten gelerek ve cevap beklemeden sorarsa buna tecvahül-i ârifâne san'atı denir. İstifham ve tecahül birbirine çok yakın sanatlardır. Ufak bir ayrılığı, tecahülde ayrıca bir maksat aranmasıdır.
Beyitte "nedir?" ve "bu" kelimelerinin tekrarı ile de tekrîr san'atı yapılmış. Tekrîr anlamlı ve ahenkli olursa ve hoşa giderse hüsn-i tekrîr, anlamı zayıf olur, ahenge bir katkısı olmaz ve okuyucuya usanç verirse bun da kesret-i tekrar denir. Bu gereksiz bir tekrardır ve edebiyatta makbul sayılmaz.
2. Nedür bu ârız u hatt u nedür bu çeşm ü ebrûlar
    Nedür bu hâl-ı hindûlar nedür bu habbe-i sevdâ
"Bu yanak ve üzerindeki tüyler, bu gözler, bu kaşlar nedir? Bu Hindli benler, bu kara tane nedir?"
hindû (f): Hindli, kara, Zuhal gezegeni. Hintliler esmer olduklarından hindû, kara anlamında kullanılır. Zuhal gezegeni nahs-ı ekberdir. Bu gezegenin etkisinde doğanlar ahmak, câhil, cimri ve yalancı olurlar. Zuhal kara renge hâkimdir. Bu yüzden Zuhal ve hindû çok zaman birlikte kullanılır.
habbe (a): Yuvarlak dane.
habbe-i hadrâ: Çitlembik.
habbe-i sevdâ, habbetü's-sevdâ: Çörek otu, karabiber; gönül içindeki siyah nokta.
sevda (a) (esved müennesi): Çok kara.
sevda (a): Aşk, aşk hastalığı, melankoli.
İstifham ve tekrîr sanatları bu beyitte de sürdürülüyor.
Arız dışında beyitteki bütün sözler; hat, çeşm, ebru, hâl, hab­be-i sevda hep karadır. Karalık üzerine bir tenasüp yapılmış.
Sevda, kara ve aşk anlamlarında tevriyeli kullanılmış. Eskiden kalbin içinde gönül, gönlün içinde bir siyah nokta, süveyda olduğu düşünülürdü. Buna habbetü'1-kalb, habbetü'ş-sevdâ, esvedü'1-kalb, esvedü's-sevdâ denmiştir. Tanrı aşkını anlayan, aşkın tecellî ettiği nokta budur.
3. Nedür bu pîç pîç ü çîn çîn ü ham be-ham kâkül
    Nedür bu turralar bu halka halka zülf-i müşk-âsâ
"Bu kıvrım kıvrım, büklüm büklüm, bu kıvır kıvır kâkül nedir? Bu turralar, bu misk kokulu halka halka zülüfler nedir?"
kâkül (f): Alna dökülen halka halka saç, perçem.
turra (f): Alna dökülen halka halka saç.
zülf (f): Saç; yüzün iki yanında şakaklara dökülen saç, zülüf.
gîsû (f): Omuza dökülen saç.
gîsû-dâr: Saçlı. Gîsûdâr İbrahim Efendi: Saçlı İbrahim Ef. XVII. yüzyılda tanınmış bir Halvetî şeyhidir. Kuyruklu yıldızlara da gîsûdar denir.
Beyitte sevgilinin alnına ve şakaklara dökülen kıvrım kıvrım saçı anlatılıyor. İlk beyitte olduğu gibi, yine çok şey söylenmiş görünerek yalnız saçın kıvrım kıvrım olduğu söylenmiş. Ayrıca saçın misk kokulu olduğu da belirtilmiş. Sevgilinin saçı daima misk kokar.
Beyitte istifham ve tekrîr sanatları sürdürülüyor.
Ayrıca beyitte müşg kelimesi kullanıldığına göre çîn (^kıvrım) kelimesinin Çin ülkesi anlamına geldiği de hatırlatılıyor. Bu halde pîç, çîn, ham, kakül, turra, halka, zülf kelimeleriyle kıvrımlılık bakımından Tenâsüp yapılmış. Çîn kelimesinin tevriyeli kullanılmasıyla ülke anlamıyla, müşg kelimesiyle ilgi kurulmuş. Müşk Çin'den çıkar.
4. Miyânun rişte-i cân mı gümüş âyine mi sînen
    Benâgûşunla mengûşun gül ile jâledür gûyâ  
"Belin can ipliği mi Göğsün gümüşten ayna mü Sanki kulağının memesi gül, küpen de gülün üzerindeki çiğ tanesidir."
rişte (f): İplik, tire; sıra, dizi; erişte denilen makarna. rişte-i cân: Can ipliği.
silk (a): İplik; değerli taş ve inci dizilen iplik; sıra, dizi; yol, meslek.
benâgûş (f) (bunâgûş, binâgûş): Kulak tozu, kulak memesi.
mengûş (f): Küpe. Gûş-vâr, gûş-vâre de küpe anlamındadır.
Beyit benzetmeler üzerine kurulmuştur: Sevgilinin beli can ipliğine, göğsü gümüş aynaya, kulak memesi güle ve kulağındaki küpesi de çiğ danesine teşbih edilmiş. Sevgilinin dudağı ve belinin çok ince, hayal gibi olduğu düşünülmüş ve bütün şairlerce ipliğe ve kıla benzetilmiştir. Göğsün beyazlığı ve saflığı yüzünden ayna olduğu mazmunu çok kullanılmıştır. Beyitte ayrıca kulak memesi, pembeliğinden dolayı güle, inci küpesi de çiğ danesine teşbih edilmiş. Çiğ donmuş su damlasıdır. İncinin de donmuş bir su damlası olduğu düşünülür.
Bâkî, eskiden beri görülen bu mazmunları sıralarken, ikinci mısrâda tersine çevirerek kullanmış. Önceleri hep gül bahçesindeki gül kulağa, çiğ danesi de inciye benzetilmiştir. Bâkî, eski mazmunları ters yönde çevirerek bir yenilik yapmış, daha sonra XVIII. yüzyılda bu tür değişiklikler çok yapılmıştır.
5. Vefâ ummaz cefâdan yüz çevirmez Bâkî âşıkdır
    Niyâz etmek ana cânâ yaraşur sana istiğnâ
"Ey sevgili! Bâkî âşıktır; senden vefa ummaz cefadan da yüz çevirmez. Yalvarıp yakarmak ona, sana da umursamazlık yaraşır."
vefâ (a): Sözünde durma, verdiği sözü yerine getirme, aşkta sadık olma.
istiğnâ (a) (gınâ'dan): İhtiyaçsızlık; tokgözlülük; ağırdan alma, nazlanma.
Aşık olanın sevgili cefasından yakınıp ondan yüz çevirmemesi olağandır. Sevgilide vefa olmaz. Sevgili vefasızdır, zalimdir. Bütün şairler sevgiliyi böyle anlar. Sevgililer müstağnîdir. Âşığın yanıp yakıldığını bildikleri halde bilmezlikten gelir; tegâfül gösterirler. Gerçek aşıkların da durmadan yalvarmaları olağandır. Âşık yalvarır sevgili ise yüz vermez. Bu aşkın ezeli kaidesidir; yani alışılan ve yaraşan, şiirde kullanılan da budur.

Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı3/3/2010Fuzûlî
Fuzûlî YAKARIŞ...

Ya Rab hemişe lutfunu kıl reh-nüma bana
Gösterme ol tariki ki yetmez sana bana
Kat' eyle aşinalığım andan ki gayrdır
Ancak öz aşinaların et aşina bana
Bir yerde sabit et kadem-i i'tibarımı
Ancak öz aşinaların et aşina bana
Yok bende bir amel sana şayeste ah eğer
A'malime göre vere adlin ceza bana
Havf ü hatada muztaribim var ümid kim
Lutfun vere beşaret-i afv-i ata bana
Ben bilmezem bana gereğin sen Hakim'sin
Men' eyle verme her ne gerekmez sana bana
Habs-i hevada koyma Fuzuli-sıfat esir
Ya Rab hidayet eyle tarik-i fena bana

GAZELİN AÇIKLAMASI
Tanrım! Lütfunu rehber kıl daima bana ve sakın sana ulaşmayan yolu bana gösterme!
Senden başka her şeyden dostluğumu kes benim; yalnızca kendi sevdiklerini sevdir bana! (Yalnız sana dost olan kişileri benim için dost kıl, sana dost olmayanlardan yolumu ayır.)
İtibar ayağımı öyle bir yerde sabitle ki, orada yalnızca dinin yol göstericisine (Hz. Muhammed'e) uyulsun, sadece onun yolundan gidilsin.
Yazık ki sana layık bir amelim yok benim. Eğer adaletin beni amelime göre cezalandıracak olursa benim vay halime!..
Hata ve buna bağlı korkular içinde kıvranıp duruyorum. Umarım, lütfun bana hatalarımın bağışlandığı müjdesini verir (yoksa halim haraptır.)
Ben bana tam olarak neyin gerektiğini bilemem.Hakim (her şeyi bilen Allah) sensin; bana gerekmeyeni bana verme!
Beni Fuzuli gibi heva (hevesler, istekler, ihtiraslar veya dünya ilgileri)
içinde hapis bırakma! Tanrım! Bana fena (Senin aşkında yok olma) yolunda kurtuluş nasip eyle (veya bu kötü gidişime bir hidayet nasip et!) (alıntı)


Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı21/12/2009SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI
SÜLEYMANİYEDE BAYRAM SABAHI
Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede
Bir mehabetli sabah oldu Süleymaniye'de
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanad, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib alem bu!..
Hava boydan boya binlerce hayaletle dolu...
Her ufuktan bu geliş eski seferlerdendir;
O seferlerle açılmış nice yerlerdendir.
Bu sukünette karıştıkca karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhC durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilahi yapıya.
Tanrının mabedi her bir tarafından doluyor,
Bu saatlerde Süleymaniye tarih oluyor.
Ordu-milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
Adamış sevdiği Allah'ına bir böyle yapı.
En güzel mabedi olsun diye en son dinin
Budur öz şekli hayal ettiği mimarının.
Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,
Seçmiş İstanbul'un ufkunda bu kudsi tepeyi;
Taşımış harcını gazileri, serdarıyle,
Taşı yenmiş nice bin işcisi, mimarıyle.
Hür ve engin vatanın hem gece, hem gündüzüne,
Uhrevi bir kapı açmiş buradan gökyüzüne,
Taa ki geçsin ezeli rahmete ruh orduları..
Bir neferdir bu zafer mabedinin mimari.
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum;
Ben de bir varisin olmakla bügün mağrurum;
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi,
Senelerden beri ru'yada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını
Görüyor varliğının bir yere toplandığını;
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı Tekbir oluyor tek bir ses;
Yükselen bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi!
Gördüm ön safta oturmuş nefer esvaplı biri
Dinliyor vecd ile tekrar alınan Tekbir'i
Ne kadar saf idi siması bu mu'min neferin!
Kimdi? Banisi mi, mimarı mı ulvi eserin?
Taa Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu
Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu,
Yüzü dünyada yiğit yüzlerinin en güzeli,
Çok büyük bir iş görmekle yorulmuş belli;
Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz
Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz;
Vatanın hem yaşıyan varisi hem sahibi o,
Görünür halka bu günlerde teselli gibi o,
Hem bu toprakta bugün, bizde kalan her yerde,
Hem de çoktan beri kaybettiğimiz yerlerde.
Karşı dağlarda tutuşmus gibi gül bahçeleri,
Koyu bir kırmızılık gökten ayırmakta yeri.
Gökte top sesleri var, belli, derinden derine;
Belki yüzlerce şehir sesleniyor birbirine.
Çok yakından mı bu sesler, cok uzaklardan mı?
Üsküdar'dan mı? Hisar'dan mı? Kavaklar'dan mı?
Bursa'dan, Konya'dan, İzmir'den, uzaktan uzağa,
Çarpıyor birbiri ardınca o dağdan bu dağa;
Şimdi her merhaleden, taa Beyazıd'dan, Van'dan,
Aynı top sesleri birbir geliyor her yandan.
Ne kadar duygulu, engin ve mübarek bu seher!
Kadın erkek ve çocuk, gönlü dolanlar, yer yer,
Dinliyor hepsi büyük hatıralar rüzgarını,
Çaldıran topları ardınca Mohaç toplarını.
Gökte top sesleri, bir bir, nerelerden geliyor?
Mutlaka her biri bir başka zaferden geliyor:
Kosva'dan, Niğbolu'dan, Varna'dan, İstanbul'dan..
Anıyor her biri bir vak'ayı heybetle bu an;
Belgrad'dan mı? Budin, Eğri ve Uyvar'dan mı?
Son hudutlarda yücelmiş sıra-dağlardan mı?
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar'dan mı? Tunus'dan mı, Cezayir'den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?
Ulu mabedde karıştım vatanın birliğine.
Çok sükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine
Yaşıyanlarla beraber bulunan ervahı.
Doludur gönlüm ışıklarla bu bayram sabahı.

Yahya Kemal BEYATLI

            Biz bir şiirin tahlilini yaparken veya tahlilini yapmadan önce yazarların hayatını ve yazarın yaşadığı dönemin özelliklerini dikkate almamız gerekmektedir. Şairin edebi anlayışında ve eserlerinin şekillenmesinde, üslubunun belirlenmesinde toplumun yapısı ve devrin özellikleri önemli ölçüde etkili olmuştur. Yani biz bir edebi eserde ortaya çıktığı devrin özelliklerini görebiliriz. Her edebi eser devrinin aynası durumundadır. Kurtuluş savaşı sırasında milli mücadeleyi kamçılayan, vatanseverlik ve kahramanlık şiirlerini ön planda görürken sonraki dönem şiirlerinde ise daha bireysel, aşk, sevgi gibi konuları ağırlıklı olarak görmekteyiz.
            Yukarıdaki açıklamalarımızın ışığında biz Türk şiirine damgasını vuran bir şair görüyoruz. Bu şair, devrinin sesi olma özelliğini bünyesinde barındıran Yahya Kemal Beyatlı’dır. Onda çocukluğunu yaşadığı Balkanlar, yaşadığı devir etkili olmuştur. Yahya Kemal, Türk şiirine halkın özlemlerine, geçmişini, tarihini, düşüncesini edebi bir üslupla aktarabilen yegane şairlerimizden biridir.
            Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinin ilk mısralarında bizi geçmişimize, tarihin tozlu sayfalarına götürür. Onun mısraları Osmanlı tarihi kokar. Bu şiir, biten bir rüyanın son şiiridir. Bu şiir Osmanlı Medeniyeti’nin şiiridir. Şiir bize geride kalan bir medeniyeti, mısralarıyla beynimize kazımıştır. Mısralar bir müzik eserinin nameleri gibi akmaktadır. Şiir ahenklidir, akıcıdır. Bir solukta okunan ve insanın ufkunu açan bir şaheserdir. Şiir bize ders veriyor. Şiir bu dersi bize klasik tarih dersleri gibi değil; edebi bir üslupla ve güçlü bir edebi dil kullanarak veriyor.
            Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiiriyle Yahya Kemal bizi geçmişten günümüze getirmektedir. Süleymaniye, sadece Mimar Sinan’ın değil bütün Türk Medeniyeti’nin eseridir. Yahya Kemal, yıkılan bir Osmanlı’nın, enkazın içinde Süleymaniye’yi, onun nezdinde Osmanlı milletini yüceltmiş, diriltmiştir. Yani ona göre Osmanlı enkaz haline gelmiş olabilir. Ama Osmanlı şuuru asla bir enkaz olmamış, bilakis yücelmiş ve devam etmiştir.
            Şiir, milli romantik duyuş tarzının Türk milleti bünyesinde oluşmasında etkili olmuştur. Filhakika toplumun düşüncelerine ışık tutmuş, kendi milli benliklerinin farkına varmasını sağlamıştır. Şiirde bütün Türklük düşüncesi, tarihi, dini, mimarisi ve sanatı ile Süleymaniye sembolünde toplanmıştır. Yahya Kemal’in her hareketi, her düşüncesi, her yolu milletine çıkmaktadır. Yahya Kemal her şeyi milleti açısından düşünen milli şairimizdir.
            “Cihan vatandan ibarettir itikadımca” ifadesi, cümlesi bunu iyice açıklamaktadır.
            Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiiri sadece bir bayram namazının tasvirinden ibaret değildir. Şiir, Malazgirt Meydan Muharebesi’nden bu yana kadar Anadolu’da yaşamış bütün Türklerin sesi olan bir şiirdir. Yahya Kemal bu şiirinde Süleymaniye’yi seyreder. O abideyi seyreder, aktarır. Zihniyetinde zaman mekan değil, tarih vardır. O görünen tarihe yaklaşmış ve o tarihi işlemiştir. Bireyler o kadar önemli değildir. Önemli olan milli ruhtur. Şiirde hiçbir padişah ve kişi ön plana çıkmamıştır. Eseri yaptırmış olan Kanuni bile bu şiirde zikredilmemiştir. Söylediğimiz gibi şiirde bireyler değil, milli tarih asıl unsurdur.
            Süleymaniye serdarından askerine, mimarından işçisine kadar bir ortak ruhun el birliği ile ortaya koyduğu bir eser olarak görülmektedir. Malazgirt’ten günümüze kadar Anadolu üzerinde çeşitli devletler kurulsa da, çeşitli padişahlar gelip geçse de ruh birdir. Herkes aynıdır. Şair bu birliği bize ölümsüz eseriyle aktarmıştır.
            Şiirde din, birleştirici, toplayıcı bir unsur olarak ele alınmıştır. Şair bu duygu insanları Süleymaniye camisinde bir araya getirerek vurgulamıştır.
            “Dili biri gönlü bir, imanı bir insan yığını
            Görüyor varlığının bir yere toplandığını”
mısraları bunun ifadesidir.
            Millet “dili bir, gönlü bir insan yığını” olarak tarif ediliyor. Ayrıca Türk Milleti’nin tarihi ve milli bir özelliğine dikkat çekilmektedir. Türk Milleti ordu-millettir. Ama aynı zamanda sanat kabiliyeti olan, ince ruhlu, gönlü iman dolu bir millettir.
            “Ordu milletlerin en çok döğüşen, en sarpı
            Adamış sevdiği Allah’ına bir böyle yapı”
            Sonuç olarak bu şiir Yahya Kemal’in değil, aziz Türk milletinin şiiridir. Büyük şairleri büyük ve ulvi yapan işte böyle eserler verebilmesidir. Ancak büyük şairler edebiyat önderliği yapabilirler. Yahya Kemal bir edebiyat önderidir. O, birçok edebiyatçıya kaynak olmuş ve önderlik etmiştir. Bunlardan en önemlisi A. Hamdi Tanpınar’dır.
            “O bozgunda fetih düşünen bir şairdir
            O biten bir rüyanın son şairidir”

BİÇİM İNCELEMESİ

            Şeyh Galip’le son sözünü söylediği kabul edilen Divan Edebiyatı’nın, Yenileşme Dönemi Türk edebiyatı üzerinde büyük etkisinin olduğu bilinen gerçektir. Yahya Kemal eski şiirin etkisinde kalmış ve bu etkileşim eserlerine de yansımıştır. Ama bu tamamen eski şiir etkisi altında eserler verdiği anlamında algılanmamalıdır. Onun bir ayağı eski şiirimizde, bir ayağı da Kendi Gök Kubbemiz’de yani yeni şiirimizdedir.
            Yahya Kemal, Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde aruz veznini kullanmıştır. “Ok” şiiri dışında bütün şiirlerini aruz vezniyle yazmıştır.
   %
Kategori: siir-tahlilleri , Şiir | Yorum (0) Yorum yaz! Kalıcı Bağlantı
devamını okuyunuz... >>

OLVİDO ŞİİR TAHLİLİ

OLVİDO

Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Gün saltanatıyla gitti mi bir defa
Yalnızlığımızla doldurup her yeri
Bir renk çığlığı içinde bahçemizden,
Bir el çıkarmaya başlar bohçamızdan
Lavanta çiçeği kokan kederleri;
Hoyrattır bu akşamüstüler daima.
Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh, atılan oklarla delik deşik;
İşte, doğduğun eski evdesin birden
Yolunu gözlüyor lamba ve merdiven,
Susmuş ninnilerle gıcırdıyor beşik
Ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar...
Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir
Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir;
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir.
Aşklar uçup gitmiş olmalı bir yazla
Halay çeken kızlar misali kolkola.
Ya sizler! Ey geçmiş zaman etekleri,
İhtiyar ağaçlı, kuytu bahçelerden
Ayışığı gibi sürüklenip giden;
Geceye bırakıp yorgun erkekleri
Salınan etekler fısıltıyla, nazla.
Ebedi âşığın dönüşünü bekler
Yalan yeminlerin tanığı çiçekler
Artık olmayacak baharlar içinde.
Ey, ömrün en güzel türküsü aldanış!
Aldan, geçmiş olsa bile ümitsiz kış;
Her garipsi ayak izi kar içinde
Dönmeyen âşığın serptiği çiçekler.
Ya sen! Ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sn, esen dallar arasından.
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Çoktan derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz artık sular altından o dünya.
Bir duman yükselir gibidir kederden
Macerası çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

Olvido şiiri günün ağır bir bulut gibi gecenin üzerine devrildiği akşamüstü vaktinin öznede uyandırdığı ve tamamı hatıraların malı olan ‘unutulmuş’ şeyler üzerine kurgulanmıştır. Manzumeyi sürükleyen duygu ‘hatırlama’dır. Unutuşun penceresinden hatıralar ormanına bakan bir öznenin kendi özel tarihinden hatırlayabildiklerini sıralı bir dizge izlemeden dile getirmesidir. Durgun suya atılan taşın yaydığı dalgalar gibi özne hatıraların labirentinde kendi iç yolculuğuna çıkarak oradan devşirdiği hayatına dair resimleri tekrar yaşama çabası içine girmiştir.
Olvido (Unutuş) öznenin iç dünyasını, uyuyan hatıralarını uyaracak bir zamana ihtiyaç duymuştur. Birçok şairin değişik biçimlerde algılayıp yorumladığı akşamüstü şair için hatıraların uyanma vaktidir. Akşamüstü özneye göre hoyrat yani ‘yıpratıcı’dır. Günün saltanatıyla birlikte gitmesiyle onun açtığı boşluğu yalnızlığı doldurmaktadır. Artık hatıraların bohçasından yavaş yavaş yaşanmışlıklar çıkmaya başlayıp hafıza denilen o gizli ve saklı kutuyu harekete geçirmeye başlayacaktır.
Unutuşun tunç kapısını zorlayan dalga dalga pişmanlıklar tekrar tekrar yaşanan birer hayat sahnesidir. Hafıza ve bilincin gayri nizamı hareketi özneyi birdenbire doğduğu eve, çocukluğuna götürür. Çocukluğa ait eve dair eşyalar birer birer göz önünden geçmektedir. Lamba, merdiven, susmuş ninnilerle gıcırdayan beşik öznenin hafızasında yer eden özel eşyalar olarak anlam kazanır.
Özne bu duygularla çocukluğundan ilk gençliğine, oradan da gençliğine döner. Artık kâğıtlarda yarım bırakılmış şiirin söylenmemiş aşkın güzelliğiyle anlam kazandığı anlaşılır. Yaşadığı onca olaylardan sonra insanın sadece belli şeyleri hatırlaması bir haksızlıktır aslında. Geçip gidin birçok ay ve yılın hafızamızda bir fotoğraf bırakmadan kaybolması ne kadar acıdır. Özne bu trajik durumu;
Hatırlar bir gün bir camı açtığını,
Duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu,
Çöküp peynir ekmek yediği bir taşı...
Dizeleriyle dile getirir. Onca resim arasında bunların bilinç üstüne çıkması ya da hafızanın tunç kapısını zorlayıp gün ışığına çıkması başka türlü nasıl açıklanabilir? Bütün bu resimleri dışa vuran ya da hafızada saklayan söylenmemiş aşkın güzelliğidir. Öznenin tek başına yaşadığı, başkasına ya da muhatabına söyleyemediği anlaşılan aşkın güzelliğiyledir.
Bir sonraki bend öznenin daha ileriki yaşlardaki hayat tablolarına aittir. Artık aşklar halay çeken kızlar misali kolkola çekip gitmiştir. Geride yorgun erkekleri geceye bırakan geçmiş zaman etekleri diye tasvir edilen ‘yorucu aşklar’ kalmıştır. Özne bu kez aşkın dönüp dolaşıp geldiği cinsellik noktasındadır. Cinsellik ihtiyar ağaçlı kuytu bahçelerde sürüklenip giden ayışığı gibi fısıltıyla ve nazla yaşanan bir durumdur. Cinselliğin bu denli örtük ve mahrem bir bağlamda verilmiş olması doğru bir tespitle hafızanın bu işlevle ilgili resimlerinin net olmamasından kaynaklanmaktadır. Cinselliğin bakıyesi geceye bıraktığı yorgun erkeklerle ifadesini bulur. Bu aynı zamanda tek yönlü bir aşkın da göstergesidir.
Manzumenin bir sonraki bendi ‘aldanış’ duygusu üzerine kurgulanmıştır. Aldanış şair tarafından ömrün en güzel türküsü olarak nitelenir. Zira yalan yeminlerin tanığı çiçekler ebedî âşığın dönüşünü boşuna bekleyecektir; her garipsi ayak izi kar içinde dönmeyen âşığın serptiği çiçekler gibi duracaktır. O zaman aldanış bile bile bir gerçeğe teslim olma anlamına gelir. Fakat o bundan şikâyet etmez. Aldanmayı da hayatımızın bir güzelliği olarak görür.
Manzumenin bir sonraki bendinde öznenin artık soyut anlatımdan çıkıp somut bir nesneye yöneldiğini görürüz. Bu bir gülüşü olsun görülmemiş ‘kadın’dır. Öznenin hafızasının labirentleri arasında yolunu bulup bilinç üstüne çıkan bu kadın portresinin özneye hiç de iyi olmayan anları hatırlattığını rahatlıkla söyleyebiliniriz.
Ya sen! Ey sen! Esen dallar arasından
Bir parıltı gibi görünüp kaybolan
Ne istersin benden akşam saatinde?
Bir gülüşü olsun görülmemiş kadın,
Nasıl ölümsüzsün aynasında aşkın;
Hatıraların bu uyanma vaktinde
Sensin hep, sen, esen dallar arasından.
Akşamüstü özneyi yıpratmaya devam eder. Esen dallar arasından bir parıltı gibi görünüp kaybolan belki de söylenmemiş aşkın nesnesi olan kadındır. Onun şimdiye dek bir gülüşü olsun görülmemiştir. Fakat o aşkı tek kişilik yaşayan her âşık için aşkın aynasında ölümsüzdür. Çünkü ona bakan onu orda gören öznenin içindeki aşk duygusudur. Bir bakıma güzellik nesnede değil ona bakan gözdedir. Öznenin geçmişe bağlılığını bu aşk duygusu sağlar.
Manzumenin son bendi şiire de adını veren olvido / unutuş kavramı üzerine kurgulanmıştır. Şiirin başında unutuşun tunç kapısını zorlayıp oradan içeri giren hatıralar artık özneyi iyice yormuştur. Özne;
Ey unutuş! Kapat artık pencereni,
Dizesiyle bu hoşnutsuzluğunu dile getirir. O dünya artık sular altındadır. Macerası çoktan bitmiş şeylerdir bunlar. Şimdi artık amansız gecenin başladığı vakittir. Akşamüstünün hoyratlığının (yıpratıcılığının) yerini gecenin amansızlığı almıştır. Daha büyük bir ıstırabı isteyerek özne kurtulmayı arzulamaktadır. Bunun adı ‘unutuş’tur. Hatırladıkça yıpranan özne unutmayı isteyerek huzur bulmayı arzular.
Dünya edebiyatında çokça işlenen bir temayı başarılı bir şekilde derinliğine işleyen şair, hem kullandığı hece vezniyle hem şekil ve biçimdeki ustalığıyla Türkçe’nin yüzakı şiirlerden birini vücuda getirmiştir. Modern şiirimizde Yahya Kemal’in açtığı ‘beyaz Türkçe’ yolunda ilerleyen Dıranas, ondan ayrı olarak kullandığı vezne hâkimiyetiyle de Türk şiirini aruzsuz düşünemeyenlere böyle estetik bir örnekle cevap vermiş olmaktadır.

 Doç. Dr. Ali İhsan KOLCU

devamını okuyunuz... >>

Necip Fazıl Kısakürek' in Sakarya Türküsü Şiirini Tahlili

SAKARYA TÜRKÜSÜ
Insan bu, su misali, kivrim kivrim akar ya…
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuslardan, hep basamak basamak;
Benimse alin yazim, yokuslarda susamak.

Her sey akar: Su, tarih, yildiz, insan ve fikir…
Oluklar çis: Birinden nur akar, birinden kir.

Akista demetlenmis, büyük küçük kâinat…
Su çikan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya baska, yokus mu çikiyor, ne?
Kursundan bir yük binmis, köpükten gövdesine.

Çatliyor, yirtiniyor yokusu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demis suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sirtina Sakarya'nin, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mi düstü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük! ..
                 Ne agir imtihandir basindaki, Sakarya!
        Bin bir basli kartali nasil tasir kanarya?

Insandir saniyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallik ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.

Yalniz aci bir lokma, zehirle pismis astan;
Ve ayrilik, anadan, vatandan, arkadastan;

Simdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
Kehkesanlara kaçmis eski günesleri an!

Hani, Yunus Emre ki, kiyinda geziyordu;
Hani, ardina çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeslerin, cömert Nil, yesil Tuna?;
Giden sanli akinci, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzinda hâlâ çarpar mi tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedâyi: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu giris bilmeceler…
Sakarya, kandillere katran döktü geceler!

         Vicdan azabina es, kayna kayna Sakarya…
         Öz yurdunda garipsin, öz vataninda parya!

Insan üç bes damla kan, irmak üç bes damla su…
Bir hayata çattik ki, hayata kurmus pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?

Kafdagi'ni assalar, belki çeker de bir kil!
Bu ifritten sualin, kilini çekmez akil!

Sakarya, saf çocugu, masum Anadolu'nun…
Divanesi ikimiz kaldik Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyasiyla islanmis hamurdaniz;
Rengimize baksinlar, kandan ve çamurdaniz!

Akrebin kiskacinda yogurmus bizi kader;
Aldirma, böyle gelmis, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kivril, ben gideyim, son Peygamber kilavuz!

    Yol onun, varlik onun, gerisi hep angarya…
    Yüz üstü çok süründün, ayaga kalk, Sakarya! ..
SIIRIN TAHLILI
Siirin yazilis tarihi ve vesilesi: Necip Fazil, “Sakarya Türküsü”nü 1949 yilinda trenle bir Ankara dönüsü, bozkirlar arasindan yol boyunca kivrila kivrila akisini seyrettigi Sakarya nehrinin verdigi ilhamla yazmis.
Siirin Konusu: Siirde bireysel istiraplar yerine toplum sorunlari ön plandadir. Sosyal bir ülkü dillendirilir. Siirin konusu, Türk milletinin 1949 yilindaki durumudur.
Bir aksiyon ve dava adami olarak Necip Fazil'in cemiyet siirlerinin baslicalarindan biri “Sakarya Türküsü-1949” (Çile, s.312) dür. O, bu siirinde gelecegi kuracak olan neslin dava çilesini Sakarya nehri temsilciginde, onunla özdeslestirerek veriyor.
Necip Fazil, Anadolu Oguz Türklerinin tarihini, hâlini, gelecegini degisik çagrisimlarla özetliyor. Taliplisi oldugu gelecegi kurma mücadelesi kolay degildir.
Benimse alin yazim, yokuslarda susamak.
Yorulmadan, zahmet, çile çekmeden, büyük bir mücadele vermeden bu davayi kazanmak mümkün degildir. Siirde ayni zamanda bir tarih felsefesi ve yorumu yapilir.
Her sey akar, su, tarih, yildiz, insan ve fikir;
Oluklar çis; birinden nur akar, birinden kir.
Burada ilk insandan bu yana devam edip gelen iyi–kötü  mücadelesine deginiliyor. Iyi ve kötü, dogru ve yanlis hep yan yana birlikte birbirleriyle mücadele ede ede gelmektedir. Bu mücadele de dünya varoldukça sürecektir. Dolayisiyla bu mücadelenin disinda kalmak mümkün degildir. Mücadelenin geregi olan neyse o yapilacaktir.
Fakat Sakarya baska, yokus mu çikiyor ne,
Kursundan bir yük binmis, köpükten gövdesine;
Çatliyor, yirtiniyor yokusu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demis suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sirtina Sakarya'nin, Türk tarihi vurulur.
Nehrin yokusa dogru akma mücadelesi, olmazlari oldurma inadi ve azmidir. Necip Fazil, siirinde etkiyi ve vurguyu genellikle paradoksal bir yapi içinde ortaya koyar. Burada da o var. Nehir asagi dogru akar, yokusa dogru akmaz. Ama Sakarya; ki Sakarya'nin temsilciliginde Türk milleti, tarih boyunca hep sirtina kursundan agir yükler yüklenerek büyük isler basarmistir. Hep imkânsiz görünene talip olmustur. Azim ve kararlilikla her isin üstesinden gelmistir.
Türk milletinin tarihî gidisati ve seyri hep bu yöndedir. Maddeye karsi mana önceligi. Kafasini hiçbir zaman pozitivist mantiga göre kurgulamamistir. Görünen sebeplere göre sonucu hesaplamamistir. Dolayisiyla determinizme esir olmadigi için hep hür kalmistir. Malazgirt Savasinda büyük komutan Alparslan, 250.000 kisilik en modern silâhlara sahip Bizans ordusuna karsi 50.000 kisiyle bir sey yapilamaz; bu sebeplerden zafer gibi bir sonuç çikmaz, diye düsünseydi bugün buralarda; Anadolu'da, Türkiye'de olmazdik. Öyle “düsünmedi”. “Inandi” ve basardi. Tarihte birçok örnek var buna. Necip Fazil'in yukaridaki misralarda verdigi son örnek de Millî Mücadeledir.
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sirtina Sakarya'nin, Türk tarihi vurulur.
Misralariyla Millî Mücadelenin destansi boyutuna deginiyor. 1912 Balkan savaslari, 1914 Birinci Dünya Savasi, 1919 Millî Mücadele süreci içinde tas üstünde tas, omuz üstünde bas kalmamisti. Ingiltere, Fransa, Italya, Yunanistan ülkeyi fiilen isgal etmis, en modern silâhlarla bogazimiza dayanmis bir hâlde, her seyin bittigi sanildigi bir anda necip Türk milleti, ruhunda barindirdigi tam bagimsiz ve baglantisiz, hür yasama istegiyle son bir Kuvâ-yi Milliye hamlesiyle ayaga kalkti, sanli bir direnisle ülkesini emperyalist batili isgalcilerden temizledi.
Burada da Necip Fazil'in dedigi gibi görünen sebeplere itibar etmeyis ve yalnizca Allah'a dayanma inanci belirleyici olmustur. O sartlarda görünen sebeplere göre direnis ortaya koymak delilik, çilginlik olarak görülebilirdi. Nitekim mutlak iman teslimiyeti yerine pozitivist mantigin kiskacinda sikismis kisiler, basta Atatürk olmak üzere Kuvâ-yi Milliyecilere maceraci, serüvenci, çilgin diyorlardi.
Ama Necip Fazil'in deyimiyle Allah isterse sular büklüm büklüm burulur, yani en olmayacak seyler olur, imkânsiz mümkün hâle gelir. Burada Kur'an'da geçen “Allah ol! der, olur” ifadesinin bir açilimi var. Pozitivizm, determinizmi esas alir. Yani görünen fiziksel sebepler ne ise sonuç da ona göre ortaya çikar. Islâm inancinda inancinda ise sebepler ne olursa olsun Allah'in dedigi olur. Buna göre görünüste hiç olmayacak gibi görünen seyler de Allah isterse hemen oluverir. Bu baglamda Türk milleti, Sakarya'nin yani Anadolu'nun sirtina kendi mührünü vurur, bu topraklar üstünde millî hâkimiyetini saglar.
Türk milleti, mukaddes yükün hamalidir. Fakat bu hamallik, Allah rizasi için, karsilik beklemeden, tam bir fedakârlik ve feragat içinde yapilan bir hamalliktir. Bu çalisma ve fedakârligin sonunda rütbe ve mal gibi maddî bir ücret yoktur.
Sair, hâle ve maziye birlikte bakiyor. Hâlin kötü durumuyla mazinin parlak durumu arasinda mukayese imkâni veriyor. Tarihin derinliklerine gömülmüs, kehkesanlara kaçmis eski günesler, tarihî Türk büyükleridir. Anadolu'nun manevî mimarlarindan Yunus Emre, tozu dumana katan akinci ordulari; yani Necip Fazil'in anlayisiyla mana ve madde kahramanlari. Bu arada cografî anlamda yine büyük Osmanli hinterlandini üç nehrin simgeselliginde veriyor: Sakarya, Nil ve Tuna. Sakarya, Anadolu'nun, Nil, Orta Dogu ve Kuzey Afrika'nin, Tuna da Balkanlarin simgesidir. Buralar, Osmanlinin hâkimiyet alanlaridir. Sair, Türk-Islâm tarihinin ihtisamini ve bugün onlardan eser kalmayisini degisik unsurlarla hatirlatirken, hem bir hayiflanma içindedir hem de yeni bir hamle için zemin olusturmaktadir. Bu, yeni nesle tarihsel anlamda öz güven olusturma zeminidir. Büyük bir tarihi yapan milletin çocuklari tarihî misyonuna uygun olarak yeniden büyük bir gelecek kurabilir.
Giden sanli akinci, ne gün döner yurduna?
Sorusu ayni zamanda bir çagridir. Sanli akincilarin, Türk yigitlerinin yeniden dirilerek, milletini içinde bulundugu zillet hâlinden kurtarip tekrar tarihin efendisi yapma istegi sakli burada. Bu zillet hâlini:
Öz yurdunda garipsin, öz vataninda parya!
Misrai açikça ortaya koyuyor. Bu gariplik ve paryalik hâli, milletin kendi ruhuna ve degerlerine uygun bir yönetim kademesinden yoksunlugu, millet ve yönetici tabakasi arasindaki uyusmazligi, bürokrat / aydin kesiminin Türk milletinin ruh köküne ters tutumunu içeriyor.
Bir hayata çattik ki, hayata kurmus pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?
“Bir hayata çattik” ifadesindeki hayat, millî ve manevî degerleri dislayan, materyalist ve pozitivist; hatta totaliter baskici bir hayattir. Sair, Türk milletinin bu evsasa yöneticiler tarafindan yönetilme durumuna düsürülmesine deginiyor. Bu hayat, bir baska hayata pusu kurmustur. O bir baska hayat da Türk milletinin tarih boyunca sürdüregeldigi  millî ve manevî degerlerle örülmüs yerli olan kendi hayatidir. Batidan ithal edilmis yabanci hayat biçimi, yerli hayat biçimini avlamak üzere pusu kurmustur. Yerli hayati öldürerek yok edecektir.
Maddeci bir hayatin manaci bir hayati bastirmasi, sadece dünyayi esas alanlarin, hem dünya hem ahireti esas alanlar üzerinde baski kurmasi meselesi üzerinde duruyor sair.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
misrai bunu isaret ediyor. “Ölümlü yalan”, sadece dünya ile sinirli olan düsünme ve yasama biçimidir. Dünyadan öncesini ve sonrasini yok sayan yaklasim biçimi. Bir baska ifadeyle din disi bir hayat kurgusuna sahip olanlarin dünya görüsü. Bu, ölümlü bir yalandir; fanidir, geçicidir, hakikat ve dogru degildir. Fakat sair:
Siz hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?
diyerek ölümlü yalan sahiplerinin ebediyyen ölüme mahkûm olduklarini, dirilme imkânlarinin kalmadigini söylüyor. Sadece dünyaya, maddeye, tensel hazlara, biyolojik gereksinmelerine bagimli bir hayat sürenleri, “hayat süren lesler” olarak tanimliyor ve bunlarin hayatlarini da hayat olarak görmüyor. Bunlarin ebediyyen dirilemeyeceklerini belirtiyor.
Necip Fazil, sanli tarih ile sefil hâl arasinda gidip gelerek, degerlendirmeler ve mukayeseler yaparak yeni Oguz nesline yeniden dirilis çagrisi yapiyor:
Yol onun, varlik onun, gerisi hep angarya;
Yüz üstü çok süründün, ayaga kalk Sakarya!
Siirin Düsünce Boyutu
Siir, düsünce bakimindan ideolojik bir siir. Belli bir siyasî ve sosyal, kültürel uygulama biçimini elestirirken bunun karsisinda kendi ideolojik yaklasimini sergiliyor. Ideolojik bir çatisma sergileniyor. O da seküler batici bir dünya görüsüne karsi Türk-Islâm dünya görüsünün öncelenmesidir.
Izlek: Türk milleti, tarih boyunca büyük çileler, zorluklar çekerek büyük isler basarmistir. Içine düstügü olumsuz durumlardan yine imani, azmi ve büyük zorluklara karsi direnme gücüyle kurtulacaktir.
Duygu: Siirde sosyal kurtulus ümidi duygusu telkin ediliyor.
Görüntü
1. Öznel / Resimsel Görüntü: Siirde öznel / resimsel bir görüntü hâkim. Sair, Sakarya nehrinin akisini kendi izlenimlerine, duygu ve düsüncelerine göre tasvir ediyor. Sakarya nehrini teshis sanatiyla kisilestiriyor ve “Kursundan bir yük binmis, köpükten gövdesine;” gibi misralarda ona kendi izlenimlerini yüklüyor. Izledigi Sakarya nehrinin akisinda Türk milletinin tarihî, sosyal, kültürel ve sosyal durumunu görüyor. Ve Türk milletiyle nehir arsinda bir özdeslik kuruyor.
2. Soyut Görüntü:
a. Imgeler:
-“Benimse alin yazim, yokuslarda susamak”: Türk milletinin hep zorluklarla mücadele durumunda olmasi.
-“Oluklar çis: Birinden nur akar, birinden kir”: Tarih boyunca dogru-yanlis, iyi-kötü, güzel-çirkin, hayir-ser, adalet-zulüm mücadelesinin birbirine paralel olarak sürekliligi.
-“Kursundan bir yük binmis, köpükten gövdesine;”: Türk milletinin güç, kuvvet, sayi, varlik bakimindan oldukça zayif olmasina ragmen gücüyle ters orantili bir büyük dava ve sorumluluk yüklenmis olmasi.
-“Hey Sakarya, kim demis suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,”: Allah'in istemesi hâlinde azim, irade ve imanin basaramayacagi bir isin bulunmamasi.
-“Binbir basli kartali nasil tasir kanarya?”: Güçsüz düsürülmüs Türk milletinin birçok çesit ve türde düsman, kötülük ve belâ tarafindan kusatilmasi.
-“Hamallik ki, sonunda ne rütbe var, ne de mal,”: Karsiliksiz olarak fedakârca hizmet ve zahmetli mücadele.
 -“Yalniz aci bir lokma, zehirle pismis astan;”: Büyük riskler, sikintilar, acilar barindiran kutsal mücadele süreci. Sair, buradaki “zehirle pismis as” ifadesini “Zehirle Pismis As”(Çile, s.30) adli iki misralik bir siirinde de kullaniyor. O siir söyle:
“Zehirle pismis asi yemeye kimler gelir?
Dilsizce, yalniz Allah demeye kimler gelir?” 
 -“Kehkesanlara kaçmis eski günesleri an!”: Tarihte millet için büyük isler basarmis, önemli ve degerli kisilerin hatirlanmasiyla öz güven kazanma istegi.
-“Giden sanli akinci, ne gün döner yurduna?”: Türk milletine tarihte çok parlak devirler yasatan Türk ordusunun yeniden millî sahlanista öncü rol üstlenmesi istegi.
-“Mermerlerin nabzinda hâlâ çarpar mi tekbir?”: Mimariye, güzel sanatlara Türk-Islâm ruhunun yansitilmasi özlemi.
-“Bir hayata çattik ki, hayata kurmus pusu.”: Içinde bulunulan, idrak edilen sosyal, siyasî, kültürel ortamin gerçek anlamda fitrî, insanî hayatin yasanmasina izin vermemesi.
-“Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;”: Pozitivist, materyalist, seküler bir yasama biçiminin topluma egemen olmasi ve millî ve manevî degerlerin toplum hayatindan çekilmesi.
-“Siz, hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?”: Bu dünyada dünyevî, maddî anlamda nefislerinin isterleri dogrultusunda yasayan ve millî-manevî degerlere düsmanca davranan insanlarin ahirette sonsuza dek azap içinde kalacaklari.
 -“Akrebin kiskacinda yogurmus bizi kader;”: Türk milletinin ruhunun, sahsiyetinin, kimlik ve kisiliginin zor sinavlardan geçe geçe olgunlasmasi.
Sair, “Mansur-1930” (Çile, s.299) siirinde de bu imgeye yer veriyor:
“Tatliydi akrebin sana kiskaci,
Aciya acida buldun ilâci;
Diyordun, geldikçe üst üste aci:
Bir azap isterim bundan da beter.” 
 -“Yol onun, varlik onun, gerisi hep angarya;”: Gidilecek yol, tutulacak düsünce, yasam biçimi, inanis ve hayat tarzi, dünya, hayat ve varlik Allah'a aittir. O'nun tasarrufu altindadir. Mutlak hâkim ve sahip Allah'tir.
-“Yüz üstü çok süründün, ayaga kalk, Sakarya!..”: Çok savaslar, hakaretler, zulümler, sikintilar, zorluklar görmüs Türk milletinin derlenip toparlanip kendine gelmesi, millî ve manevî degerlerini rahatça yasayabilmesi, yeniden sahsiyetli, müreffeh, mutlu dönemine girmesi istegi.
b. Simgeler:
-Sakarya: Sakarya nehri, 824 km. uzunlugunda Kuzeybati Anadolu'nun en büyük nehridir. Türk tarihinin simgesidir. Siirde Sakarya, kapali istiaredir. Sakarya Meydan Savasi, Millî Mücadele sirasinda Türk kuvvetlerinin Yunan ordulariyla giristigi en önemli ve en uzun süreli çatismadir. Polatli civarinda 23 Agustos-13 Eylül 1921 tarihleri arasinda oldu. Sakarya, Türk milletinin ve Anadolu'nun simgesidir. Anadolu ve Türk milleti tarihinde büyük zaferler ve serefler sahibiydi, simdi (siirin yazildigi zamanlarda) ise zillet hâlinde, gerilemis, kötü bir duruma düsmüs hâldedir. Türk milleti, millî kimligini bulma ya da kaybetme imtihani vermektedir. Kültür ve medeniyet degisimi asamasinda kritik bir evrede bulunmaktadir.
-Sakarya, Nil, Tuna: “Nerde kardeslerin, cömert Nil, Yesil Tuna;”: Sakarya, Anadolu'nun, Nil: Orta Dogu ve Kuzey Afrika'nin, Tuna da Balkanlarin simgesidir. Dolayisiyla Anadolu, Ortadogu ve Balkanlar Osmanli hinterlandini temsil ediyor.
c. Ilkörnekler:
-Yunus Emre: Anadolu'nun millî manevî degerler etrafinda yogrulmasini ve millî birligi saglayan bir Türk bilgesi. Sanati, hikmeti, tasavvufu, sosyal ve siyasî öncülügü bünyesinde barindiran öncü bir ata.
-Akinci: Yunus Emre, Türk milletinin manevî gücünü temsil ediyorsa akincinin temsilciliginde Türk ordusu da maddî gücü temsil etmektedir. Yunus Emre Türk milletinin manasinin, akinci da maddesinin koruyucusu.
Metinlerarasi Iliskiler:
1. Içerik Aktarimi:
 -“Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,”: Burada su âyetin içerigi aktarilmistir: “O'nun emri bir seyi irade buyurdugu vakit, ol der o da olur.” (Yasin, 79).
-“Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!..”: Bir hadis-i serise söyle der: “Surasi muhakkak ki Islâm garip basladi tekrar gariplige dönecek. Gariplere ne mutlu.”1
1. Içerik örtüsmesi:
Necip Fazil'in:
“Kafdagi'ni assalar, belki çeker de bir kil!
Bu ifritten suâlin, kilini çekmez akil!”
beyti, Ziya Pasa'nin Terkib-i Bendinde geçen su:
“Idrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zira bu terâzû o kadar sikleti çekmez” 
beyti arasinda hem içerik hem üslûp örtüsmesi görülmektedir.
2. Kurgu ve Üslûp örtüsmesi: Bu siir, üslûp bakimindan Mehmet Âkif'in “Bülbül” siiriyle benzer özellikler göstermektedir. Mehmet Âkif, “Bülbül” siirini 1921 yilinda topraklarimizi Yunanlilarin istilâ ettigi bir sirada yazmis, kutsal vatan topraklarimizin, millî ve manevî degerlerimizin düsman çizmeleri altinda ezilisinden duydugu iztirabi bülbüle hitap ederek bir bakima onunla dertleserek dile getirmisti. Necip Fazil da “Sakarya Türküsü” siirinde millî ve manevî degerlerin yabanci bir düsman tarafindan degil ama bazi yöneticiler tarafindan çignenmesi karsisinda duydugu üzüntüyü Sakarya nehrine seslenerek; onunla dertleserek dile getiriyor. Her iki sair de sosyal ve siyasî yapinin kötülügünden kaynaklanan sikintilarini kus ve su gibi iki tabiat unsuruna seslenerek; onlarla dertlerini paylasarak söylesiyorlar. Siir kurgusunda ve üslûbunda böyle bir benzerlikleri var.
Burada üslûp ve içerik bakimindan benzerlik kurulabilecek bazi misralari altalta veriyoruz. Önce “Bülbül”2 siirinden, sonra da “Sakarya Türküsü” siirinden örnek misralar verilecektir:
“Bugün bir hânümânsiz serseriyim öz diyârimda!” (Bülbül)
“Öz yurdunda garipsin, öz vataninda parya!” (Sakarya Türküsü)
“Ne husrandir ki: Sark'in ben vefasiz, kansiz evlâdi,” (Bülbül)
“Sakarya, saf çocugu, masum Anadolu'nun,” (Sakarya Türküsü)
“Ne zillettir ki: Nâkûs inlesin beyninde Osman'in;
Ezan sussun, fezalardan silinsin yâdi Mevlâ'nin!” (Bülbül)
“Mermerlerin nabzinda hâlâ çarpar mi tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayi: Allah bir!” (Sakarya Türküsü) 
Kurgu ve üslûp örtüsmesi iliskisini Fuzulî'nin “Su Kasidesi”yle de kurmak mümkündür. Her iki sair de “su” istiaresini kullaniyor. Necip Fazil siirini yazarken hem Fuzûlî'nin bu kasidesinden hem de Mehmet Âkif'in “Bülbül” siirinden büyük oranda etkilenmis. “Sakarya Türküsü”nün ilk bendinde Fuzûlî'nin su beytinin kurgu ve üslûp etkisi çok barizdir:
“Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasil
 Basini dastan dasa urup gezer avare su”3 
Sakarya Türküsü'nün “Mermerlerin nabzinda hâlâ çarpar mi tekbir?” misrainda Yahya Kemal'in “Süleymaniye'de Bayram Sabahi” ve “Bir Tepeden” siirlerinin kurgu ve üslûp yansimalari görülmektedir. Karsilastirma yapilabilmesi için örnek olarak su misralari verelim:
“Tasi yenmis nice bin isçisi, mimariyle.”4
“Tarihini aksettirebilsin diye çehren,
Kaç fatihin altin kani mermerle karismis.”5 
 SEKIL
Nazim sekli: Adi “türkü” olmasina ragmen bu siir, türkü nazim biçiminde yazilmamistir. Türkü ezgisine sahip degil. Bir bakima destan siiridir. Halkin sözlü geleneginde yillar boyu söylene söylene, islene islene belli bir kivama gelen, düzenleyeni bilinmeyen, degisik yer ve zamanlarda bazi degisikliklere ugrayarak varligini sürdüren ve bir ezgi esliginde kosulmus olarak söylenen siirlere “türkü” denir. “Sakarya Türküsü” siirinin adinda türkü olmasina ragmen bu, bilinen anlamiyla bir halk edebiyati türü olan türkü özelliklerini tasimamaktadir. Sair, bu siiri, halk kitleleri tarafindan coskulu, ezgili, heyecanli, epik bir üslûpla söylensin, halka mâl olsun diye böyle bir ad vermis olabilir. Kitlesel bir coskuya dönüstürme isteginden dolayi bu adi kullanmistir.
Siir, misralarinin kümelenisi bakimindan üç bendlik bir terkib-i bend nazim sekline sahip. Ancak nazmin sabit sekillerinden olan klasik terkib-i bende her yönden uymaz. Klasik terkib-i bendde her bend, ayni sayida beyitten olusur. Bu siirde ise Ilk bend, dokuz, 2. ve 3. bendler de sekizer beytten olusmaktadir. Terkibhanelerin vasita beytleri birbirinden farkli. Klasik terkib-i bend gazel kafiye sistemine sahiptir. Bu siirde ise bütün beyitler, Yeni Mesnevî ya da Esleme kafiye sistemine göre kendi aralarinda kafiyelenmistir. Ayrica klasik terkib-i bend aruz vezniyle yazilir. Bu siir ise hece vezniyle yazilmistir.
DIL VE ÜSLÛP
A. Dil
1. Dil Sapmalari: Siirde dil sapmalari görülmemektedir. Sair, Türkçeyi çok güzel, etkili, canli ve basarili bir sekilde kullaniyor. O âdeta bir dil virtüözüdür.
2. Konusma Dili:
-Deyimler: “alin yazisi”, ”yokusu sökmek”, “kandillere katran dökmek”, “yüz üstü sürünmek”
-Kalip ifadeler: “böyle gelmis böyle gider”
3. Cümle: Sair, hemen hemen her misrai müstakil bir cümle olarak kurgulamis. Iki veya daha fazla misrada tamamlanan cümle yapilarina pek yer vermemis.
B. Üslûp
-Hitabet Üslûbu: Siirde hitabet üslûbu egemen. Siirde, kitleleri millî dava için, Türk milletinin tarihî, kültürel, siyasî durumu konusunda okuyuculari heyecana getirmek için hitabet üslûbuna yer verilmis. Bir dava siiri oldugu için hitabet üslûbuna yer vermesi olagandir. Özellikle vasita beyitleri hitabete dayali heyecani kademe kademe yükseltmekte, son misra ise zirveye tasimaktadir.
-Sasirtma Üslûbu: Ayrica sasirtma üslûbuna da yer veriliyor. Bunu saglamak için de soru sorma ve karsitlik yöntemlerini kullaniyor.
a. Soru sorma: Örnek misralar:
”Hani ardina çil çil kubbeler serpen ordu?”
”Giden sanli akinci, ne gün döner yurduna?”
“Mermerlerin nabzinda hâlâ çarpar mi tekbir?”
“Siz hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?”
b. Karsitlik: Örnek misralar:
-Görüntü Karsitligi: Inis ve çikis:
“Su iner yokuslardan hep basamak basamak;
Benimse alin yazim, yokuslarda susamak.”
“Su çikan buluta bak, bu inen suya inat!”

-Yerde sürünmek-Ayakta yürümek: “Yüz üstü çok süründün ayaga kalk Sakarya!”
-Kavram Karsitligi: Iman-küfür, iyilik-kötülük, adalet-zulüm gibi degerler karsitligi:
“Oluklar çis: Birinden nur akar, birinden kir”
“Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;” 
-Gerçeklik Karsitligi:
-Köpügün kursunu tasiyamayacagi: “Kursundan bir yük binmis, köpükten gövdesine”
-Kanaryanin kartali tasiyamayacagi: “Binbir basli kartali nasil tasir kanarya?”
-Hayatin kendi kendisiyle çelismesi: “Bir hayata çattik ki hayata kurmus pusu”
-Yasanti Karsitligi: “Siz hayat süren lesler, sizi kim diriltecek?”
AHENK
Sair, siirde ahengi saglamak için su uygulamalarda bulunuyor:.
1. Ses Tekrarlari:
a. Ünsüz Ahengi: Bilinçli ya da bilinçsiz olarak bazi harflerin siklikla tekrari göze çarpiyor. Siirin ilk üç misrainda 7 kez “s” ünsüzünün tekrariyla Sakarya nehrinin kivrim kivrim akisi arasinda resimsel (görüntüsel) bir paralellik kurulabilir. Ayni sekilde 8 ve 12. misralar arasinda “s” ünsüzü 7 kez tekrarlanarak nehrin akisi esnasinda çikan ses yani su siriltisi yansitilmaktadir.
b. Kafiye: Siirde kafiye uygulamasi oldukça basarili ve canli. Sair en çok zengin ve tunç kafiye kullanmakla kafiye konusunda ne kadar basarili oldugunu ortaya koyuyor. Siirdeki kafiye uygulamalarini söyle tasnif edebiliriz:
-Tam kafiye: ”burulur- vurulur”, ”gerçek-diriltecek”, ”astan - arkadastan”
-Tunç kafiye: “akar ya - Sakarya”, “fikir - kir”, “kâinat - inat”, “ne -  gövdesine”, “yük - büyük”, “hamal - mal”, “geziyordu - ordu”, “Tekbir - bir”, ”su - pusu”, “kil - akil”.
-Zengin kafiye: “basamak - susamak”, “için - perçin”, ”Sakarya - kanarya”, “Tuna - yurduna”, “bilmeceler - geceler”, ”Sakarya - parya”, ”Anadolunun - yolunun”, ”hamurdaniz - çamurdaniz”, ”kader - gider”, ”havuz - kilavuz”, “angarya - Sakarya”.
-Cinasli kafiye: Tam cinas: ”ân - an”
2. Kelime Tekrarlari:
a. Misra Içi Kelime Tekrarlari: “yanda”, ”birinden”, “eyvah”, “kayna”, “öz”, “hayata”, “böyle”, “onun”.
b. Misralar Arasi Kelime Tekrari:
-Redif: “burulur – vurulur”, “astan – arkadastan”, “bilmeceler – geceler”, “Anadolunun – yolunun”, “hamurdaniz – çamurdaniz”.
-Misra Basi Tekrari: “Hani”
-Ikilemeler: ”kivrim kivrim”, “basamak basamak”, “büyük küçük”, “büklüm büklüm”, “çil çil”, “üç bes”.
3. Ifade Tekrari: “Bu dava”, “üç bes damla”
Ses Dalgalanmasi
a. Vezni: Siir 7+7 durakli 14'lü hece vezniyle yazilmistir.
b. Ünlem: “Hey Sakarya!”, “Eyvah, eyvah! Sakaryam!”

1 Ibrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasari Tercüme ve Serhi, Ankara 1993, C.17, s.531.
2 Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Istanbul 1977, s.473.
3 Fuzûlî Divani, Haz: Kenan Akyüz vd., Is Bankasi yayinlari, Ankara 1958, s.24
4 Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, Istanbul 1983, s.10.
5 Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, Istanbul 1983, s.20.
devamını okuyunuz... >>