dünyanın yedi harikası
 felsefe dünyası
 ünlü ressamlar ve resimleri
 icatlar ve keşifler
 Namık Kemal hürriyet kasidesi
 Mevlana ve Mesnevi

Yahya KEMAL’in “KOCA MUSTAPAŞA” şiirinin tahlili

Koca Mustâpaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!
Tâ fetihten beri mü’min, mütevekkil, yoksul,
Hüznü bir zevk edinenler yaşıyorlar burada.
Kaldım onlarla bütün gün bu güzel rü’yâda.
Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyetimiz
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşayanlar değil Allah’a gidenlerden uzak.
Bir bahar yağmuru yağmış da açılmış havayı
Hisseden kimse hakikat sanıyor hulyâyı.
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada,
Geçer insân bir adım atsa birinden birine,
Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.
Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.
Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.
Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak…
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sâde maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten.
Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri.
Şu fetih vak’ası, yâ Rab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrı’sının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.
Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hafız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, o, bir nura sarılmış yatıyor.
Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.
Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...”
Geç vakit semtime döndüm Koca Mustâpaşa’dan
Kalbim ayrılmadı bir ân o güzel rü’yâdan.
Bu muammâyı uzun boylu düşündüm de yine,
Dikkatim hâdisenin vardı derinliklerine;
Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevî varlığının resmini çizmiş havaya.
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâya.
Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!


Konu: Kocamustapaşa Semti. Şehirlerin, semtlerin şiirini yazma geleneği ciddi anlamda Yahya Kemal’le başlar. Divan şiirinde İstanbul’un değişik semtlerine değinildiğini görsek de şehir ya da semt mekanını bir bütün olarak almak, yani tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle, tabii, coğrafî özellikleriyle, halkının toplumsal ve ekonomik yaşantısıyla bir bütün hâlinde değerlendirme geleneği Yahya Kemal’le başlar. Bir mekan şairi olan Yahya Kemal, İstanbul’u ve tabii değişik semtlerini Türk milletinin millî ruhuyla nasıl vatanlaştırdığını, bu dünya ve öte dünyaya ait ürettiği ve kurumsallaştırdığı Türk-İslam kültürüyle nasıl sıcak, manevî bir yaşama alanına çevirdiğini adeta orayla aynileşerek yansıtır.

İzlek: Kocamustapaşa semti, Türk milletinin millî ve manevî değerleriyle, tarihî, coğrafî, toplumsal, kültürel, ekonomik özellikleriyle Türk-İslam kültür ve medeniyetine bağlı, kendi içinde uyumlu, Türk milletinin iç huzurunu bulduğu bir Türk vatanı hâline gelmiştir. İstanbul’un pek çok yeri gibi bu semt de Türk-İslam kültür ve medeniyetinin bir sentezidir.

Düşünce: Yahya Kemal, bu şiirini tamamiyle denilecek ölçüde hikemî bir şiir olarak kurgulamış. Şiirde büyük bir bilgelik eseri görülüyor. Şair, tarihe, insana, kültüre, ahirete, toplumsal ve ekonomik hayata dair bilgece yaklaşımlar üretiyor. Türk milletini, coğrafyayı vatanlaştırma becerisini, fakir fukaralığın, kanaatkarlığın, şükrün Müslüman Türkü mesut eden sırrını, ölüleriyle birlikte yaşama kültürünü, millî ve manevî değerlere bağlı bir hayatın milletleşme sürecindeki işlevsel rolünü görmüş geçirmiş bir aksakal, bir hakîm, bir filozof olarak ortaya koyuyor.

Olay: Şiir, manzum hikâye değil, saf şiir. Ama barındırdığı olay unsurlarından hareketle hikâye ya da hikâyeler kurgulanabilir. Kocamustapaşa adlı Rum vezirin Müslüman ve Türk oluşu hikâyesi ve bundan sonraki hayatı ve yaptıkları, Türk milletinin İstanbul’un fethinden beri bu semtteki fakir ama mütevekkil yaşantıları uzun hikâyeler hâlinde canlandırılabilir. Şair, bütün bunları uzun uzun anlatmıyor; sadece teğet geçen değinmeler hâlinde hatırlatarak ayrıntıları hayalimize havale ediyor.

Duygu: Şiirde geçmişe hasret duygusu kuvvetle hissettiriliyor. Ayrıca şairin inanç birlikteliğine sahip olduğu asil Müslüman Türk milletiyle yaşantı birlikteliğinden mahrum oluşunun kendi ruhunda bıraktığı acı ve hüzün duygusu da çok derinlerden hissettiriliyor. Kendisi ve kendisi gibi olan ve hayat tarzı itibariyle alafrangalılaşmış insanların tarihlerinden, milletlerinden, milletlerinin millî ve dinî değer ve yaşantılarından kopuk olmaları yani köksüz olmaları onları öksüz bırakmıştır. Dolayısıyla şair, millî öksüzlük duygusunu çok bariz biçimde yansıtıyor.

Görüntü: Şiirde nesnel görüntüler belirleyici konumda. Yani Kocamustafapaşa semtine ait oldukça gerçekçi, nesnel, canlı görüntüler ve bunların fotoğrafik tasviri var. Ancak bu nesnel görüntüler, çoğu zaman resimsel ve hayalî bağlamda öznel görüntülere büründürülmektedir ki metnin şiiriyyeti de buradan geliyor.

Soyut Görüntü Unsurları:
Simge ve İmgeler:
*Kocamustapaşa semtinde hüznü bir zevk edinenlerin yaşaması: İstanbul’un fethinden beri bu semtte yaşayan Türk milleti, maddî anlamda yoksuldur, parası pulu, malı mülkü yoktur, az bir dünyalıkla geçinir gider. Ancak Allah’a imanı kuvvetlidir, gereken sebeplere teşebbüs ettikten sonra neticeyi Allah’a bırakarak tamamen O’na teslim olmuştur. Dünyalık değerler bakımından yoksul olması bu millet için mutsuzluk kaynağı değil; tam tersine hâline şükrettiği ve elindekine kanaat ettiği için; İslam imanı ona bu yaklaşımı kazandırdığı için, asıl zenginliğin iman ve amel zenginliği olduğuna inandığı için mutludur, huzurludur. Maddî anlamdaki fakirlik hüznü ona manevî anlamda zenginlik sebebi olacağı için bu hüzün ona keder değil; ancak zevk verir.
Yahya Kemal bu şiirde Türk milletinin toplumsal ve ekonomik konum itibariyle daha alt tabakalarında yer alan kesimlerinin toplumsal hayatını konu edinirken; özellikle komünistlerin istismarcı yaklaşımlarına tepkisel bir tavır geliştirmiştir. Komünist şair ve yazarlar, fakir halkın edebiyatını yaparken, meseleyi sınıf çatışması bağlamında değerlendiriyorlar, fakir kesimin fakirliğini istismar ediyorlar, onları hınça, kine, kızgınlığa, öfkeye sevkediyorlar ve bu kesimi komünist ihtilal yapmak için araç olarak kullanıyorlar. Dolayısıyla Komünist edebiyatta fakir halkın fakirliğinden kaynaklanan hüznü mutsuzluk kaynağı iken; Yahya Kemal’in milliyetçi yaklaşımında bu hüzün, zevke dönüşüyor. Dolayısıyla komünist edebiyatçılar millet bütünlüğünü sadece ekonomik ve toplumsal değerlerden yola çıkarak çatışan sınıflara ayrıştırırken Yahya Kemal, zenginiyle fakiriyle, padişahıyla halkıyla Türk milletinin tamamını birbiriyle dayanışma, saygı sevgi içinde, ortak millî ve manevî değerlerde buluşmuş uyumlu, ahenkli millî bir bütünlük içinde sunuyor. Bir bakıma istismarcı Komünist edebiyata karşı bütün unsurlarıyla kendi içinde uyumlu bir millet bütünlüğüne dayalı milliyetçi edebiyatın nasıl yapılacağını gösteriyor.

 

*Şairin Kocamustapaşa halkıyla bütün gün bu güzel rü’yâda kalması: Yahya Kemal, toplumsal konumu, yaşadığı mekan, yaşama biçimi, eğitim seviyesi ve kültürel yapısıyla Kocamustafapaşa halkından ayrı bir yerde duruyor. O, zaman zaman İstanbul’un halis Müslüman Türk mahallelerine ziyaretler yapar ve ora halkını gözlemleyerek kendisinde oluşan izlenimlerini şiirleştirir. Bu şiir de onlardan biri. Şair, bir gün geçirdiği Kocamustapaşa semtinin manevî, ruhanî, kültürel, tarihî, tabii, coğrafî, toplumsal havasından büyük bir haz alır, orada bulunmaktan mutlu olur ve kendisini bir rüyada gibi hisseder. Çünkü mensup olduğu Müslüman Türk milletinin bütün değerlerini yaşattığı bir havayı solumuş ve bundan mutluluk duymuştur. Kendisi onlar gibi yaşamasa bile hiç olmazsa onlara mensubiyet, bağlılık duygusuyla teselli bulmaya çalışmaktadır.

*Bu vatan semtine milliyetimizin kuvvetle sinmiş olması: Türk milleti, İstanbul’un fethinden beri bu semti millî ruhuna göre yeniden şekillendirerek tam bir Müslüman Türk vatanı hâline getirmiştir. Yahya Kemal, tarih içinde Türk milliyetinin oluşum ve gelişim seyrini araştıran ve keşfettikleriyle mest olan bir şair. O, bu tarihsel yolculukta şunu görüyor: Türk milleti, yerleştiği bir coğrafyayı, dinî ve millî değerleriyle, millî ruhuna uygun kültür değerleri ve kurumlarıyla, mimarisiyle, mezarlığıyla, mahallesiyle, ticarî, toplumsal, dinî hayatıyla, o kuru coğrafyaya kendi milliyetinin ruhunu sindiriyor ve orayı manevi anlamda huzur ortamına dönüştürerek vatanlaştırıyor. Kuru coğrafyayı vatanlaştırma konusunda Türk milletinin uzun bir tarihsel tecrübesi vardır. Büyük kültür ve medeniyet eserleri üretmek, toplumsal hayatı sağlam, kalıcı, doğru, güzel, faydalı, millî ve manevî değerlerle düzenlemek, Türk’ün ezelî kabiliyetlerinden biridir. Kocamustapaşa semti bu anlamda milliyetimizin yani Türk millî ruhunun, Türk bakış açısının, Türk imarının, Türk inşasının kuvvetle göründüğü, somutlaştığı bir semttir. Burada artık Türk’ten ve Türk’e özgü olandan başka bir şey görülmez ve hissedilmez olmuştur. Millî ve manevî şahsiyet mührümüzü derin bir şekilde buraya vurmuşuz.

*Mânevî çerçevenin burada beş yüz senedir hep berrak olması: Eski Türk yerleşim alanlarının, şehirlerinin, kasabalarının, mahallelerinin kendine özgü bir havası vardır. Aile mahremiyetini yansıtan bir mahalle hayatı vardır. Merkezde cami, etrafında ise toplumsal, ticarî, kültürel mekanlar ve bunlar etrafında toplaşmış ve gündelik faaliyetlerini millî ve manevî değerlere bağlı olarak sürdüren bir mahalleli topluluğu vardır. Bu toplumsal hayata rengini veren de İslam maneviyyetidir. Sabah erkenden bütün mahalleli sabah ezanıyla uyanır, topluca camiye gider, topluca namaz kılar, alışverişini yapar, fakir fukara gözetilir, hasta, ölüm ziyaretleri yapılır, ölümler sala ile ilan edilir, kabre topluca defnedilir, düğünler toplu katılımlarla şenlendirilir, amin alayları topluca icra edilir vs. Yani bugünlerde başka maksatlarla üretilen “mahalle baskısı” denilen şey, aslında Türk mahalle hayatına ruh ve hayatiyet veren manevi bir atmosferdir. İstanbul’un fethinden beri bu mahalleye, Türk’ün millî ve manevî havası hükmetmektedir ve berrak bir şekilde sosyal ve metafizik güvenlik şemsiyesi hâlinde varlığını korumaktadır.


*Yaşayanların Allah’a gidenlerden uzak olmaması: İslam inancında ölüm bir yok oluş, bir bitiş, bir son değildir. Kısa bir ayrılık süresidir. Ölen insan sonsuza dek yok olmamıştır. Bir süre sonra insanlar birbirleriyle sonsuza kadar beraber olacaklardır. Ölen insan, yaşayan insandan bir süreliğine ayrı kalmıştır, kıyametten ve haşirden sonra sonsuz bir birliktelik olacaktır. İslam’ın ahiret inancı, Müslüman Türk’te ölümün ürkünçlüğünü, korkunçluğunu yok etmiştir. Onun için Müslüman Türk geleneğinde mezarlıklar, şehrin içinde ya da hemen kenarında yapılır ve yaşayanlar sürekli ölüleriyle beraberdir, Perşembe günleri, Cuma günleri, arefe günleri ya da başka zamanlarda kabir ziyaretleri yapılır ve ölülere dualar, ayetler, sureler okunarak onlarla manevî iletişim kurulur. Yani yaşayan Müslüman Türk, kendisini ölen Müslüman Türk’ten uzak görmez. Dünya hakikati ile ahiret hayalini iç içe yaşar, arasında fark görmez, her iki âlemde birden yaşar. Dünyayla ahiret arasında bir duvar, uzak bir mesafe görmez. Bunlar birbirine çok yakın komşulardır. Dolayısıyla Yahya Kemal, başka şiirlerinde ve yazılarında da Türklerdeki ahiret, mezarlık, ölüm kültürü üzerinde uzun uzun durur. Müslüman Türk, İslam imanının çerçevesi içinde dünya ve dünya sonrasından oluşan âlem hayatını bir bütün olarak algılar ve yaşar. Kabir kültürü, Müslüman milletler arasında en fazla Türklerde yaygındır. Başka Müslüman milletler, kabre o kadar önem vermezler, ama biz bu konuda pek çok tören, merasim, edebiyat, kural kaide üretmişiz. Bu biraz da bizim milliyetimizin bir yansımasıdır. Biz Türkler, atalar kültürüne cibilliyeten bağlıyızdır. Ata, ecdad saygısı, sevgisi ve bağlılığı bizi millet yapan ve millet olarak kalmamızı sağlayan millî değerlerimizden biridir. O yüzden millî bir hususiyetimiz olan atalar kültünü İslam inancı çerçevesi içinde belli bir geleneğe, kurumsal kültürel yapılara kavuşturmuşuz. Bunların bir kısmı hurafe bile olsa Yahya Kemal, bunların millî yapımızın tahkiminde işlevsel olduğu için önemsiyor.


*Sükunet medeniyeti: Yahya Kemal,
“Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn.
Bu taraf sanki bu halkıyle ezelden meskûn.”
Mısralarıyla Türk-İslam medeniyetinin bir sükunet medeniyeti oluşuna vurgu yapıyor. Türk dediğimiz insan, fıtraten mülayim, yumuşak huylu, sakin tabiatlı, sessiz ve rahat bir tabiata sahiptir. Başkalarına güven ve rahatlık telkin eder. Türk’le karşılaşan insanın ilk izlenimi güven, emn ü eman ve sükunettir. Türk, fıtraten sahip olduğu bu sükunet hâlini kurduğu mahalle, şehir ve evinde de hâkim kılmıştır. Toplumsal huzurun, gerginlik ve çatışma ortamında değil; tam tersine sükunet ortamında oluşunun sırrına vakıf olmuş bir milletizdir biz. Biz, fazla konuşmayı da sevmeyiz, sakin sakin oturup derin tefekkürlere dalarız, varlığın, kainatın, zamanın ve mekanın derunî sırlarını keşfetmeye çıkmış gibi durağan bir hâlimiz vardır. Bu hâlimizle etrafımızdaki insanlara bir güvenlik atmosferi sağlarız. Yahya Kemal’in dikkatle gözlemlediği ve huzuru iç sükunetinde yakalamış o eski Müslüman Türk sükunetine günümüzde ne kadar ihtiyacımız var!...
Yahya Kemal, bununla ilgili olarak bir yerde şöyle der: "Artık sarahatle (açıkça) biliyordum ki vatan nasıl tecelli etmişse (somut olarak ortaya çıkmışsa), onu öyle anlamalıdır. Meselâ Kocamustâpaşa gibi bir semt, Buhara'da, Semerkand'da bulunmaz. O sadece Türkiye'de ve Türk medeniyetinin muhassalası (özeti, sentezi, bileşkesi, neticesi) olan İstanbul'da bulunur. (...) Bir iklimin manzarası, mimarîsi ve halkı arasında halis ve tam bir âhenk varsa, orada, gözlere bir vatan tablosu görünür. İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul'un eski semtlerinden herhangi birini, meselâ Kocamustâpaşa semtini (...) seyredince kat'î bir hüküm vererek der ki: Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz."

*Asaletle taçlanan fukaralık:

“Bir afîf âile sessizliği var evlerde;
Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.”
Müslüman Türk’ün harim-i ismeti olan aile, onun korunağıdır, sığınağıdır, ilticâgâhıdır. Müslüman Türk, mahremiyetini bütün boyutlarıyla yaşadığı iffetli aile ortamında fukaralığını, çaresizliğini, kusurlarını, aczlerini gizleyerek asil duruşuna halel getirmemeye çalışır. Kendi yağıyla kavrulan Müslüman Türk ailesi, elindekiyle, elde ettiğiyle yetinerek kanaatın, sabrın, tevekkülün, yetinmenin, sızlanmamanın, şikayet yerine şükretmenin ne demek olduğunu hâl diliyle âleme gösterir. Sessizce iffetini muhafaza ederek yaşama mutluluğu, onu anlamlı kılan temel bir hususiyet olarak karşımızda duruyor. Müslüman Türk fakirliğini, yani sadece dünyevî anlamdaki yoksunluğunu, parasızlığını, dünyalık şatafattan uzaklığını asaletiyle, soylu duruşuyla, manevi zenginliğiyle örtmesini bilir. Fakirliğini âleme ilan etmez, kimseler bilmesin ister. Yüce ahlakıyla, asil insani duruşuyla, kanaat abidesi olarak arz-ı endam etmesiyle gizler. Kimselerden bir şey isteyemez. Yüzü kızarır, kötü bir şey yapıyor hissine kapılır. Bazıları gibi gece gündüz şirretlik, yüzsüzlük edip habire şikayet etmez, habire devlet bize bakmıyor diye feryad ü figan etmez. Kimselere yük olmadan, sessizce yaşayıp gitmenin, fakirliğini insana değil; Allah’a açmanın daha asilce bir tavır olduğunun bilincindedir. Dilencilikle, yüzsüzlükle, şirretlikle, cerbezeyle, milletin ve devletin başına püsküllü bela kesilerek insanî ve medenî değerini asla düşürmez. Müslüman Türk, asilce var olmayı, asil bir şekilde ölmeyi var oluşunun temel gereği olarak bilir.


*Aza kanaatla mutluluğun sırrını yakalamak:
“Kaldırımsız, daracık, iğri sokak, doğru sokak..
Her geçildikçe basılmış ve düzelmiş toprak.
Kuru ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen,
Çeşmeden her su içerken: “Şükür Allah’a” diyen
Yaşıyor sâde maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrâfında.
Bu vatandaş biraz ahşapla, biraz kerpiçten
Yapabilmiş bu güzellikleri birkaç hiçten. ”
Müslüman Türk, “Allah malı istediğine, ilmi isteyene verir” hikmetine inanmıştır. Dünyalık bağlamındaki maddi değerlere hırsla, ihtirasla sarılarak kendini ve çevresindekileri mutsuz ve huzursuz eden bir yaratık değildir. Elindeki rızka kanaat ederek onun şükrünü eda edememenin verdiği eziklikle çevresine sükun ve huzur yayan bir mübarek adamdır. Nasibine düşen azıcık nimetin bile ne büyük bir değere ve öneme sahip olduğunun idrakiyle, derin bir filozof ve büyük bir bilge tavrı gösteren Müslüman Türk, beşere insanlık dersi veren bir yaşantıya sahiptir. Dünyayı ve içindekileri sonuna kadar yağmalanacak, talan edilecek bir yer olarak gören açgözlülerin, muhterislerin, insanlıktan çıkmış beşer canavarlarının asil Türkün kurduğu bu insanlık ve adamlık medeniyetinden alacağı çok ders vardır. O kadar çok şeyi elde edemedim deyip kendi kendini yeyip bitiren, huzursuzluk içinde hayatı ve dünyayı çekilmez hâle getirenlerle, nasibine düşenin zevkini ve lezzetini hissederek mutlu yaşayan Müslüman Türk arasındaki fark, büyük filozoflar için bereketli bir düşünce alanı olmalı.
Hemen burada bir alıntı yapalım:
"Benim Kocamustapaşam fakir bir semti anlatır. İşte görüyorsunuz tam bir fakir semt tasviri. Fakat komünistlerce bu şiirin bir kıymeti yoktur. Çünkü onların gayelerine hizmet etmemektedir...", "Cemiyetle şiirlerimin alâkası yok diyorlar. Kocamustapaşa'yı görmezlikten geliyorlar. Çünkü onda solcu fikirler yok.", "Kocamustapaşa'da 1480 ile 1512 yılları arasında yaşayan Kocamustafapaşa adlı bir zatın yaptırdığı cami var... O semt vaktiyle bir Bizans semti idi. Bayezid-i Veli'nin bir kölesi vardı: Mustafa. Sonra sancakbeyi ve vezir oldu. Adı da: Musta Paşa. Müslümanlığı ile halk arasında şöhret kazanıp Kocamustafapaşa oldu. Sonra Yavuz'un ilk sadrazamı oldu. Yavuz, Kocamustapaşa'yı ağabeyi Sultan Ahmet taraftarı sanarak öldürttü...
Koca Mustapaşa hakkında eski tarihler yanlış şeyler yazarlar: Tellakmış, çırakmış, Sultan Cem'i zehirli ustura ile öldürmüş diye. Bilhassa sonuncusu bir efsanedir. Çünkü Roma'ya, Bayezid-i Veli tarafından elçi olarak gönderilmiştir. Berber olarak gitmemiştir. Aleksandr Borjia bu vazifeyi zaten kendisi mükemmel yapabilirdi. Fakat o da zehirletmez; zira para çekiyordu. Hasılı Mustabey'in o zamanki elçiliği, şehzadenin oradaki ikametine ait para işlerini halletmekti.
Kaldı ki Sultan Cem zehirlenerek ölmemiştir. Roma'dan Napoli'ye hasta olarak nakledilmiştir. Ve Napoli'de kendi eceli ile ölmüştür. Kocamustapaşa, aslen Rum olduğu hâlde, Müslüman olduktan sonra İslâmiyeti derin bir hararetle benimsemiş ve ismiyle anılan semtteki Rum manastırını ve kilisesini camie çevirtmiştir.", "Koca Mustafa Paşa, Rum. Bir kiliseyi cami yapıyor."
"Bu şiir, baştan başa şairin çocukluğunda Üsküp'te yaşarken yakından tanıdığı, fakat daha sonra kaybettiği bir âlemin hayâlini canlandırır. Bu âlem, eski Türk medeniyetine hâkim olan manevî bir hava ile doludur. Eski Türk medeniyeti bir "öte fikri"ni taşımasındadır ki bunun da kaynağı dindir. İslâmiyet, birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ölüm ve ahiret duyguları, dua, ibadet, âyin, mâbet, mezarlık vs. gibi manevî unsurlarıyla, "dinî öte" fikrini yaşanılan günlük hayatın tabiî bir parçası hâline getirmiştir. Yahya Kemal'e İstanbul'un eski semtlerini sevdiren işte bu havadır."


*Sükunet medeniyetinin yeni terkibi:

“Türk’ün âsûde mizâciyle Bizans’ın kederi
Karışıp mağrifet iklîmi edinmiş bu yeri. “

330-395 yılları arasında Roma İmparatorluğu’nun doğusunda kurulup 1453'e kadar hüküm sürmüş devletin adı 'Bizans İmparatorluğu' ya da 'Doğu Roma İmparatorluğu' idi. O zaman 'Konstantinopolis' denilen İstanbul başkentiydi. Bizanslılar dil ve kültürel açıdan Hellenist, din bakımından ise Ortodoks Hristiyan idiler. 1453'te Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle bu imparatorluk son bulmuştur. Ancak Türk’ün rahat, sakin, iç huzura sahip mizacıyla Bizans’ın kederi belli bir terkibe ulaşarak yeni bir hava oluşturmuştur.


*İstanbul’un fethinin sadece bir şehrin fethi değil, aynı zaman bir ruh fethi olduğu gerçeği:

“Şu fetih vak’ası, yâ Rab! Ne büyük mu’cizedir!
Her tecellîsini nakletmek uzundur bir bir;
Bir tecellisi fakat, rûhu saatlerce sarar:
Koca Mustâpaşa var, câmii var, semti de var.
Elli yıl geçtiği günlerde büyük mu’cizeden,
Hak’dan ilham ile bir gün o güzel semte giden,
Rum vezîr, eski manastırda ederken secde,
Kalbi çok dolduran îmân ile gelmiş vecde,
Onu, tek Tanrı’sının mâbedi etmiş de hayâl,
Vakfedip her neye mâlikse, bütün mâl ü menâl,
Bir fetih câmii yapmak dilemiş İslâm’a.
Sebep olmuş bu eser yâd edilir bir nâma.”

Yahya Kemal, pek çok yazı ve şiirinde İstanbul’un fethinin manasını aramaya, felsefesini yapmaya çalışır. Bu, dünya çapında bir hadisedir. Sadece bir devri kapayıp yeni bir devri açma, sadece bir şehrin ele geçirilmesi, fethedilmesi olarak algılanamaz. Aynı zamanda gönüller, ruhlar fethedilmiş, dünya insanlığının İslam’la şereflenmesine sebep olmuş, karanlığa düşen insanlara aydınlık alanlar açmış bir büyük hadisedir. Kocamustapaşa adındaki Rum vezirin Rumluktan çıkıp Müslüman ve Türk olması, işte İstanbul’un fethi mucizelerinden biridir.
"Osmanlı veziri Koca Mustâpaşa, aslında Rumdur. Fakat hem Müslümanlığı hem Türklüğü benimseyerek, tam bir Müslüman Türk paşası olmuştur. Mahallesindeki eski Rum manastırını, büyük para sarfıyla cami hâline koymuş, bu camiin etrafında kurulan Türk mahallesi ise, İstanbul'da Müslüman Türklüğün kurabileceği en millî ve sıcak bir mahalle olmuştur."
Bugün İstanbul’da Fatih ilçesine bağlı bir semt adı olup sınırları içinde Sümbül Efendi Camisi ve Hekimoğlu Ali Paşa Camisi yer almaktadır.
"Kocamustafa Camii (Sünbül Efendi Camii), VI., VII., yüzyıllara ait bir Andreas manastırından bozmadır. Kocamustafapaşa semtinde yer alan yapı, Basileios I ve Mikhael VIII zamanlarında onarılarak kilise hâline getirildi. II. Bayezid'in sadrazamı Koca Mustafa Paşa tarafından camie çevrildi (1489)."
Ayrıca şunu da söyleyelim, müslümanlar fethettikleri yere fethin sembolü olarak bir cami yaparlardı.

*Karanlık maddenin nuranî mana ile aydınlanması:
 
“Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
Hafız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, o, bir nura sarılmış yatıyor.”

Yahya Kemal, şiir ve yazılarında hep İslam imanının ruhanî yapısı ve güzel sanatlar şeklinde tecelli eden kültürel unsurlarının ve saf tabiatın birleşerek karanlık, sıkıcı, bunaltıcı madde dünyasını birden aydınlattığını, huzur veren bir yapıya büründürdüğünü vurgular. İslam’ın dünyaya, insanlığa yaydığı nur, saf tabiatın parçaları olan sarmaşıkların güzelliği ile İslam imanının kültürü olan hat sanatı gibi süsleme sanatlarının güzelliği iç içe geçerek, bir araya gelerek mezarlığın siyah toprağını, ruha kasvet veren karanlık ortamını birden aydınlatıyor.
“Hâfız Osman, Osman bin Ali (İstanbul, 1642-1698) adlı Türk hattatıdır. Vezir, Köprülü-zade Mustafa Paşa’nın himayesinde yetişti. Hafız oldu. Hayatını yazı ile kazandı. 1672’de Mısır’a, 1676-77’de de hacca gitti. Hacda bile hatla meşgul olmuştur. Bir süre Edirne ve Bursa’da bulundu. Saray-ı Âmire’de hocalık yaptı. 1694’te Sultan II. Mustafa’ya yazı hocası oldu. Ayrıca III. Ahmed’e de hocalık yaptı.
Tasavvufa eğiliminden dolayı Kocamustafa Paşa şeyhi Seyyid Alâeddin Efendi’ye intisab ederek Sünbüliyye tarikatına girdi. Güreşe merakı vardır. Kocamustafapaşa‘da mensup olduğu Sünbülefendi tekkesi haziresine gömülmüştür. Önceleri Şeyh Hamdullah üslûbunda eser vermiş, daha sonra kendi üslûbunu bulmuştur. Ancak ikisi arasındaki fark azdır. Türk hattatları ikisini de üstat sayarlar.
Sülüs ve nesih yazı tarzında kendine has bir ekol meydana getirdi. 'İkinci Şeyh' unvanını aldı. Nesih ve sülüs hattıyla ilk hilye levhayı o yazdı. Onun üslûbunda aklâm-ı sitte yazılarında harfler gövde duruş bakımından çok güzel bir şekle girmiştir. Günümüzde bile Türk ve Arap ülkelerindeki hattatlar Hafız Osman üslûbuna bağlı kalmaktadırlar. Yahya Kemal, bu mısrada onunla birlikte bir büyük sanat ışığının, eşşiz bir hat üslûbunun sona erdiğini söylerken o değerde bir sanatın daha henüz gelmediğini de vurguluyor.


*Manevi atmosferin şiirselliğini hissetmek:

“Gece, şi’riyle sararken Koca Mustâpaşa’yı
Seyredenler görür Allah’a yakın dünyâyı.
Yolda tek tük görünenler çekilir evlerine;
Gece sessizliği semtin yayılır her yerine.
Bir ziyâretçi derin zevk alarak manzaradan,
Unutur semtine yollanmayı artık buradan.”

Yahya Kemal, Müslüman Türk mahallesinin ürettiği manevi havanın, ruhanî atmosferin şiirsel nitelikli güzelliklerinin farkına varabilen nadir Türk aydınlarından ve şairlerinden biridir. O, içinde yaşamasa da hep dışardan bu manevi havayı koklamaya ve hissettiklerini yazmaya çalışmıştır. İyi bir gözlemci olarak şair, Müslüman Türk mahallelerinin toplumsal hayatını ören İslam maneviyyetinin sırrını keşfetmeye çalışmıştır. Bu mahallenin gecesi bile insana kasvet vermez, insanı huzurlu, nurlu eden bir havası vardır. İnsanı başka dünyalara götüren, ruh iklimlerinde dolaştıran, insana insan oluşunu hatırlatan bir havası vardır. Şiir gibi bir havadır bu. Müslüman Türkün mahallesindeki gece, oyun oynaş, içme, tepinme, çalgı gürültü gecesi değildir, şehvetin ve şiddetin cirit attığı karanlık, kötü, boğuntulu bir gece değildir. Müslüman Türkün gecesi insana Allah’ı düşündürten bir gecedir. Müslüman Türkün gecesi, insanın cesedini azdıran değil; ruhunu yücelten ve incelten bir ortamdır.

*Türk aydınının ruhen, kalben halkıyla bütünleşmesi:
“Gizli bir his bana, hâtif gibi, ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içimden duyulan sesle, diyor:
“Gitme! Kal! Sen bu taraf halkına dost insansın;
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.
Gece, her yerdeki efsunlu sükûnundan iyi,
Avutur gamlıyı, teskin eder endîşeliyi;
Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar,
Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar.
Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak,
Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...”

Burada önce bazı kavramlar hakkında bilgi verelim. Hâtif, kendisi görülmediği hâlde gayipten, belirsiz bir yerden sesi duyulan, mesaj ileten, çağıran, seslenen, fısıldayan birisi ya da bir melek.
Sünbül Sinan, Halvetiye tarikatının Cemaliye kolunun Sünbüliye şubesinin kurucusu ve asıl adı Yusuf Sünbül olan Türk mutasavvıfıdır. Halk arasında Sünbül Sinan Efendi diye bilinir. 1452'de Merzifon'un Borlu kasabasında doğdu. 1465'te İstanbul'a geldi. 1489'da Şeyh Cemaleddin Halvetî'nin dergâhına derviş olarak girdi. Sultan İkinci Bayezid Han'ın hocası Çelebi Efendi'den, Efdalzade'den ders aldı ve daha sonra onun yerine geçti. 1496'da Şeyhi onu Mısır'a gönderdi. Burada 1494-1497 arasında 3 yıl kaldı.
Şeyhinin ölümünden sonra Kocamustafapaşa Dergâhı’nın şeyhi oldu. Şeyhi Çelebi Halife hacda ölünce onun vasiyeti üzerine İstanbul'a dönüp kızı Safiye Hatun'la evlendi ve Kocamustafapaşa’daki dergâhta 33 yıl süreyle yüzlerce talebe yetiştirdi. Ayasofya ve Fatih camilerinde verdiği ders ve vaazlarıyla hasta kalplere şifa dağıtıp Ehl-i sünnet itikadının yayılmasını sağladı. Uzun yıllar Mısır'da kalan Sünbül Sinan Efendi, burada Hükümdar Kaçmaz Sultan’ın büyük hürmetini gördü. 80 yaşında 1529'da İstanbul'da vefat etti. Türbesi, Kocamustafapaşa'da kendi adını taşıyan caminin avlusunda bulunmaktadır. O zamandan beri binlerce âşığı ziyaret ederek onun feyz ve bereketinden nasipleniyor. Mevlevîler gibi sema ederdi. Eserleri: 1. Risâletü'l-Etvâr: Sünbüliye tarikatının inceliklerini anlatır. 2. Risâle-i Tahkîkiyye: Devran ve semaların İslâm’a aykırı olmadığını ispat eder.

Özellikle Tanzimat’tan bu yana bir kısım Türk aydını batılılaşarak kendi milletinden koptu, ondan uzaklaştı, halkına yabancılaştı, hatta halkına hakaret etti, onu dışladı. Bu trajik bir durum olarak çok yaşandı. İşte tam bu noktada Yahya Kemal, Türk aydınına asil bir duruş sergileyerek gerçek aydının ne ve nasıl olması gerektiği hususunda bir ders veriyor. Aydın yaşantısıyla farklı olsa bile mensup olduğu milletine saygı duymalı, hatta onun kültürünü benimsemeli, onunla birlikte olmaktan, aynı ruhu ve duyguları paylaşmaktan mutlu olmalıdır. Kendi halkına ve milletine yakın duran, onunla aynı kumaştan olduğunu hisseden aydın mutlu ve huzurlu olur. Halkından kopmuş, hatta ona düşman olmuş olan aydın huzursuzdur. Yahya Kemal, vatanı fetheden Türk atalarının ruhuyla birlikte yaşamayı, onlarla aynı havayı teneffüs etmiş olmayı, Türk milletinin mana ve kültür havasını solumayı kendisini memnun ve mutlu eden bir hadise olarak algılıyor. Yahya Kemal, tarihiyle, kültürüyle, diniyle, diliyle, atalarıyla, halkıyla tam bir ruhsal bütünleşme içine girerek aydın olma işlevini yerine getirmeye çalışmıştır. Kocamustapaşa semtini de Müslüman Türkün bütün değerlerini yaşadığı bir yer olarak görmüş ve buranın temsilciliğinde milletimizin kültür dünyasını bize aktarmaya çalışmıştır. Müslüman Türk mahallesi ortamında bulunmayı bir çeşit kendisini tedavi eden, huzura kavuşturan, vicdan azabını dindiren bir terapi olarak algılıyor.

 

*Millî ruhun mekanı şekillendirmesi:

“Bu geniş ülkede, binlerce lâtîf illerde,
Nice yıl, cedlerimiz kökleşerek bir yerde,
Manevî varlığının resmini çizmiş havaya.
Ki bugün karşılaşan benzetiyor rü’yâya.”
İnsan toplulukları çok kuvvetli inançları ve kültürleri varsa içinde yaşadıkları mekanı kendi ruhları doğrultusunda çok güzel şekillendirebilirler. Kültürleri, medeniyetleri, ruh dünyaları, inançları zayıf toplulukların içinde yaşadıkları mekanlar bomboştur, ruhsuzdur, karanlıktır, kasvet vericidir, korkunçtur, ürkünçtür. Bu bağlamda çok kuvvetli ve derin bir Türk İslam kültür ve medeniyetine sahip olan Türk milleti, içinde yaşadığı mekanları, mahalleleri, şehirleri, köyleri, kasabaları insana huzur veren bir manevi atmosfere büründürmeyi becerebilmişlerdir. Yahya Kemal, bu etkileyici, büyüleyici havayı soluyup derinliğini idrak edebilen nadir aydınlardan biridir. Atalarımız kökleştikleri yerlerde rüyaya benzer bir maneviyat atmosferi oluşturmuşlardır.

*Aydının milletine ve değerlerine olan yabancılaşmasının onda oluşturduğu huzursuzluk:

“Kopmuşuz bizler o öz varlık olan manzaradan.
Bahseder gerçi duyanlar bir onulmaz yaradan;
Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük.
Sızlatır bazı saatler dayanılmaz bir acı,
Kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağacı.
Rûh arar başka tesellî her esen rüzgârda.
Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda!”
Yahya Kemal, Türk-İslam hayat tarzlarını, gelenek, görenek ve ibadet şekillerini tam olarak yaşamayan, hatta hiç yaşamayan bir Türk şairidir. Bu yönüyle O, Tanzimat sonrası süreçte örneği bolca görülen inançlarından, millî değerlerinden, kültüründen, geleneklerinden kopmuş bazı aydınların temsilcisi gibidir. Fakat onlardan bir farkı vardır. Yahya Kemal, hiç olmazsa duygu bakımından, ruh bakımından milletiyle birlikte olmaktan mutluluk duyar.
O öz varlık olan manzara, Müslüman Türk’ün ortaya koyduğu İslamî ve millî yaşama biçimidir. Fakat batılılaşmış bazı Türk aydınları, Müslüman Türk yaşama biçiminden kopmuştur. Köksüzlük yani, kendi milletinin değerlerinden kopmuş olma hâli, kendi köklerine bağlı kalmama hâli, atalarının inançlarına ve yaşama biçimine uzak durma hâli, insanda derin iç yaralar açar, huzursuzluk doğurur, bunalımlara, buhranlara sebep olur. Bu durum, dünyada insanın başına gelebilecek sınırsız ve hüzünlü bir öksüzlük hâlidir. Şair, mensup olduğu Türk milletinden kopmuş, ona yabancılaşmış bu huzursuz aydınların hâlini kökü toprakta kalıp kendi kesilmiş ağaca benzetiyor. Böyle insanlar, teselliyi kendi millî değerlerinde değil de yabancı rüzgarlarda, yabancı inanç, yaşama biçimi ve kültürlerde arar. Yani yabancılaşma hâlidir bu.

Nazım Şekli: Bu şiir, Yahya Kemal’in birçok şiirinde olduğu gibi kafiyelenişi bakımından düz kafiyeli nazım şekline sahiptir. Her beyit kendi içinde kafiyelenmiştir. Mısra kümelenişi bakımından ise bentlerle kurulmuş bir şiirdir.

Dil ve Üslup: Şiirde bugün itibariyle anlaşılması sözlük yardımına ihtiyaç hissettiren Arapça ve Farsça dil unsurlarına rastlanmaktadır. Ancak şiirin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda bunun normal olduğu anlaşılacaktır.
Şiirde lirik üslup kuvvetle hissedilmektedir. Ayrıca tasvirî üslup ve yalın üslup da kendi varlığını hissettiriyor.

Ahenk: Yahya Kemal, şiirini ahenkli kılabilmek için daha çok kafiye ve vezinden yararlanmıştır. Kafiye uygulamasında pek çok şiirinde olduğu gibi bunda da başarılıdır. Özellikle tam kafiyelerdeki güzellik çok belirgin.

Vezin: Şiir, aruzun “Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilâtün / Fe’ilün” kalıbına dökülmüş.
 
[1] Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İst, 1985, s. VII, 5
[2] Sermet Sami Uysal, İşte Gerçek Yahya Kemal, Y. Kemal'le Sohbetler, İst. 1972, s. 158, 168, 204, Yahya Kemal, Yahya Kemal'in Dünyası, hzl. Süheyl Ünver, İst., 1980, s.83
[3] Mehmet Kaplan, Doğumunun 100. Yılında Yahya Kemal Beyatlı, İst. 1984, s. 108,
[4] Nihat Sami Banarlı, Bir Dağdan Bir Dağa, İst. 1984, s. 44
 
[5] Pars Tuğlacı, Osmanlı Şehirleri, İst. 1985, s.164
[6] bk. Ali Alparslan, Ünlü Türk Hattatları, Ankara 1992.
[7] bk. İlhan Ovalıoğlu, "Sünbül Efendi", Hayat Tarih, Haziran 1976, S.6, s.70

Hiç yorum yok: